Begüm Uzun / Mart 2008
Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK) bülteni BÜ’de Kadın Gündemi’nin Bahar 2008 tarihli 14. sayısında yayımlanmıştır.
Anayasal Eşitlikten Farklılığın Mağduriyetine
Kökenleri modern devletin gelişimi ve Fransız Devrimi’ne dayanan vatandaşlık anlayışı günümüz toplumlarında büyük oranda erozyona uğramış durumda. “Evrensellik” anlayışına dayandırabileceğimiz modern vatandaşlık, “ırk, sınıf, toplumsal statü ve –geç de olsa- cinsiyet” gözetilmeksizin bir ülke topraklarında yaşayan tüm vatandaşlar için kanun önünde eşitlik ve toplumsal her türlü kaynaktan eşit oranda yararlanma hakkına dayanmaktadır. Dolayısıyla “farklılık” göz ardı edilmiş, ırk ve toplumsal cinsiyet körü bir anlayış benimsenmiştir. Eşitlik vurgusuyla, adaletin yaratılacağı ve kardeşlik etrafında sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların –aslında yalnızca erkeklerin- “mutlu ülke”nin özgür vatandaşları olacakları umulmuştur. Özgürlük, adalet ve eşitlik amacıyla yola çıkan ve iktidar sahibi olanların bu düşü, aristokratik imtiyazları sonlandırıp burjuvaziyi güçlendirdi belki ama evrensellik ve toplumsal adalet söz konusu olduğunda bir tarafıyla hep eksik kaldı. Anayasal eşitliğin uygulamada, varsayılan düşü gerçekleştirememiş olması farklı çözüm arayışlarına götürecekti toplumun “dışarıda” kalan tüm gruplarını. Amerika’da siyahiler ve süreç içerisinde diğer etnik grupların dillendirdikleri pozitif ayrımcılık talepleri 1970’lerde kadınlar tarafından da benimsendikten sonra modern vatandaşlık anlayışı ilk darbeyi almış oldu. Günümüz kimlik siyaseti ile daha da sorgulanan anayasal eşitlik ve vatandaşlık tanımının geleceği muğlak artık. Ancak bu yazı çerçevesinde, yalnızca pozitif ayrımcılık talepleri -özellikle de kadınların işgücüne katılımda toplumsal cinsiyet rolleri yüzünden yaşadıkları mağduriyete karşı dillendirdikleri pozitif ayrımcılık talepleri- bir mücadele alanı olarak incelenmeye çalışılacak.
Ulus devlet ve dolayısıyla homojen bir etnik nüfus temelinde, nüfusun erkek bölümü adına –en azından- başarısı daha mümkün gözüken modern vatandaşlık imgesi, tarihsel olarak da aşınmaya çok yatkındı. İmparatorluklardan arda kalan çok etnikli toplumsal yapı, sonrasında kolonileştirme ile doğu ve batının iç içe geçmesi ve son yıllarda gittikçe yoksullaşan ülkelerden refahın başkentlerine yapılan göçler, ulus devleti “heterojenleştirirken”, modern vatandaşlığın farklılık körü yaklaşımını da yetersiz kıldı. ABD’de 20. yüzyılın ilk yarısında siyahiler; sosyal, siyasi ve yasal eşitlik, seçme ve seçilme hakkı adına mücadelelerini başlatırken modern vatandaşlık anlayışının temelleri aşınmaya başlamıştı bile. Siyahilerin mücadelesi, ABD’de kadınların mücadelesini de beraberinde getirdi. Kadınlar, birinci dalga feminizm rüzgârıyla, 1920’lerde oy kullanma hakkına kavuşmuşlardı.1 Amerika’nın modern vatandaşı, artık en azından “yasal” olarak siyahileri ve kadınları da kapsıyordu. Ama toplumsal döngüyü ve yüzyılların sosyal inşasını kırmak güçtü. Hala iktidarı elinden tutan, kamusal alanda daha görünür olan, yüksek ücretli işlerde çalışan ve iyi okullara gidenler orta sınıf beyaz erkeklerdi. Mücadele yeni başlıyordu.
ABD’de siyahiler ve peşi sıra kadınlar toplumsal hayatın her alanında yıllar süren dışlanmışlık ve ayrımcılığa karşı pozitif ayrımcılık talepleri ile ortaya çıktılar. Temelleri ABD’de atılan pozitif ayrımcılık, var olan eşitsizliği -modern vatandaşlığın evrensellik ve eşitlik iddiasına rağmen önüne geçilemeyen eşitsizliği- azaltmak amacıyla hedeflenen gruplara uygulan bir dizi program olarak tanımlanabilir. Pozitif ayrımcılığın genel olarak iki uygulama alanından bahsedilebilir: Birincisi, istihdamın mevcut kompozisyonunu değiştirmek; ikincisi ise kamusal gruplar, siyasi partiler ve eğitim kurumlarında temsiliyeti artırmak.2 Amerika’da bu iki uygulama alanında pozitif ayrımcılık politikasına rastlamak mümkün. İstihdam alanında siyahilere yönelik fırsatlar yaratmak amacıyla ırka dayalı işbölümünü minimize etmek ve üniversitelerde kotalar yoluyla siyahi ve sonrasında diğer etnik azınlıklara yönelik eğitim hakkını genişleterek üniversitelerde etnik çoğulculuğu teşvik etmek temel uygulama alanları içerisinde ele alınabilir. Amerika’da kadınların pozitif ayrımcılık talepleri ise çok sonraları ikinci dalga feminizmle birlikte gelecektir.
Sınıfın Toplumsal Cinsiyeti:
Emekçi Kadınların Pozitif Ayrımcılık Mücadelesi
Bu yazıda, Amerika’da 1970’lerle birlikte başlayan emekçi kadınların pozitif ayrımcılık mücadelesi; Nancy Maclean’in “The Hidden History of Affirmative Action: Working Women Struggles in the 1970s and the Gender of Class” (Pozitif Ayrımcılığın Gizli Kalmış Tarihi: 1970’lerde Emekçi Kadınların Mücadeleleri ve Sınıfın Toplumsal Cinsiyeti) adlı makalesi üzerinden analiz edilecektir. Maclean bu makalede, 1970’ler Amerikası’nda 3 farklı alanda, çalışan ya da iş piyasasına girmek isteyen kadınların hak taleplerini pozitif ayrımcılık üzerinden dile getirmelerinin hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyede, kadınların örgütlenme taktiklerinden, erkeklerin bu mücadeleye dair tepkilerine; pozitif ayrımcılığın getirdiği kazanımlardan kadınlar arası dayanışmanın karakterine kadar pek çok ilginç ayrıntıyı öğreniyoruz. Maclean’in bu makaledeki en temel kaygısı ise kavramlar arası sınırların her geçen gün daha da belirsiz ve geçişken olduğu bir zamanda, ücretli kadınların 1970’lerdeki mücadelelerinin ve pozitif ayrımcılık taleplerinin modern feminizme olan katkısını gözler önüne sermek.3Çünkü Maclean, işyerinde kendilerine uygulanan ayrımcı politikalar ve düşük ücretlere dair kadınların başlattıkları bu mücadeleler serisiyle, toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf kavramlarını yeniden tanımladıklarını ve yüzyıllar boyu etkin olmuş iktidar koalisyonlarını (kapitalizm ve patriyarka gibi) da tamamen yok edemeseler de sarstıklarını iddia ediyor.4 Maclean’in makalesi, feminist literatürde son dönemde üzerinde çok yoğunlaşılmayan sınıf ve cinsiyetçilik ilişkisini yeniden düşünmemizi sağlarken Türkiye bağlamında da feminizmin gelişiminde pozitif ayrımcılık taleplerinin neden gündem oluşturmadığına dair bir beyin fırtınası yapmamıza olanak veriyor.
Maclean’in sınıflandırmasındaki ilk dalga pozitif ayrımcılık talepleri, merkezi olmayan özel komitelerde Amerika’daki emekçi kadınların toplumsal cinsiyete dair dolaşımda olan düşünceleri, kendi iş yaşamlarına ve/veya işsizliklerine dair olan dezavantajlı konumlarıyla birleştirmeleri ile başladı.5 Bu ilk kımıldanmada, zayıf da olsa zincirin ilk parçası oluşturulmuş oluyordu. İkinci dalga ise daha çok sekreterlik sektöründeki hareketlenmeye bağlı gelişti. Üçüncü ve son halka ise düşük gelirli olan ve çocuklarına yalnız başlarına bakan kadınlar tarafından oluşturuldu. Bu kadınlar ve onları destekleyen aktivistler, pozitif ayrımcılığı kadın yoksulluğunu önleme stratejisi olarak görüyor ve “geleneksel olmayan” mavi yakalı sektörde kadınlara istihdam yaratılmasını talep ediyorlardı. Birinci ve ikinci dalga pozitif ayrımcılık taleplerini dillendiren küçük feminist kadın grupları içinde siyahi kadınlar da düşük sayılarda yer alsa da, üçüncü halka mücadelede sınıfsal statüleri nedeniyle çok daha görünür hale geldiler. Bu mücadelelerin temel amacı, bir taraftan iş yerlerindeki cinsiyet ve ırk temelli ayrıma ve bunun doğurduğu ekonomik eşitsizliğe karşı çıkmakken; diğer taraftan da “kadınların” bazı işlere erkeklerden daha uygun, bazılarına ise doğaları itibariyle uygun olmadıkları varsayımına dayanarak erkek iktidarını ve kadınların dezavantajını yeniden üreten cinsiyetçi yapıya da baş kaldırmaktı. Kadınlar için oluşan mesleksel gettoları (sekreterlik, öğretmenlik, hemşirelik) kırmak için 1970’lerde Amerikalı kadınlar herkese açık iş ilanları, yeni istihdam alanları, kadınların çalışmadıkları sektörlerde tecrübe sahibi olmaları için gerekli olan yetiştirme programları ve gerektiğinde çeşitli sektörlerde kadın istihdamı için yaratılacak kotalar talep ettiler. Maclean’e göre mücadeleler sonuç verdi. Bankacılık, sekreterlik gibi kadın sektörü olan alanlarda örgütlenen kadınlar iş tanımlarına ve kendilerine toplumsal cinsiyet temelli atfedilen rollere karşı çıkarken, düşük ücretlerinin de yükseltilmesini sağladılar. Kadınlar için “geleneksel olmayan” itfaiyecilik, maden işçiliği, inşaat sektörü gibi alanlarda çalışan kadın sayısı arttı. Medyada kadınlar kendileriyle aynı niteliklere sahip erkeklerin daha yüksek statülerde istihdam edilmesine karşı çıktılar. Amerikanın en büyük gazetelerinde kadınların başlattıkları mücadeleler oldukça etkili oldu 6.
Maclean farklı sektörlerdeki ya da işsiz kadınlar tarafından başlatılan pozitif ayrımcılık için mücadele hikâyesinde bir başka önemli ayrıntıya daha dikkatimizi çekiyor. Feminist örgütlenmenin pek çok ülkede “bilinç yükseltme grupları” yoluyla gerçekleştirildiğini biliyoruz. Daha çok orta sınıf beyaz kadınların tekelinde olan bu bilinç yükseltme gruplarının feminist strateji açısından önemi büyük. Ancak Maclean, 1970’lerde Amerika’daki emekçi kadınların örgütlenme stratejisinin özgünlüğüne vurgu yapıyor. Caucuses adı verilen küçük gruplarda örgütlenen kadınlar zamanla bir kitle hareketi ortaya çıkarıyorlar. Kimi zaman emekçi kadınların öğle yemeklerinde, yaşadıkları ortak sömürü ve ayrımcılıktan bahsetmeleriyle ortaya çıkan bu küçük, antihiyerarşik grupların iki açıdan çok önemli olduklarını düşünüyor Maclean: Bunlardan ilki, sendikaların emekçi kadınları yeterince temsil edemediği gerçekliği karşısında kadınların kendi aralarında oluşturdukları bu küçük grupların hak taleplerindeki önemi.7 Toplumsal cinsiyet ve sınıfsal sömürünün kesiştiği bilinciyle hareket eden emekçi kadınlar için erkek egemen sendikalar çok da etkin olamıyorlar. Emekçi kadınlar, kadınlara özgü ayrımcılık ve baskı biçimlerini ancak kendi örgütlenmeleri ile gerçekleştirebiliyorlar. Zaten uzunca bir süre gerek büyük sendikalar, gerekse kadın sendikaları pozitif ayrımcılık talebine oldukça kuşkuyla ve temkinli yaklaşıyorlar. Amerika’daki emekçi kadınların örgütlenme stratejisinin bir diğer önemli niteliği ise bu küçük gruplarda beyaz ve siyahi kadınların omuz omuza çalışması. Bu örgütlenme yoluyla beyaz orta sınıf kadınların tekelinden çıkabilen feminist hareket içinde “multiracial coalition building”(çoketnikli koalisyon inşası)8 modeli gerçekleştirerek günümüz feminist örgütlenme stratejisine de önemli bir katkı sunuyor.
Amerikalı emekçi kadınların pozitif ayrımcılık mücadelesine dair bu hikâyeyle Maclean’in daha temel bir kaygısı var aslında. Maclean, bu mücadele alanının ve kazanımların cinsiyetçiliği, ataerkiyi ya da yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmadığını, zaten bu kadar büyük bir amaç ile de ortaya çıkılmadığının bilincinde olduğunu ifade ediyor. Ancak cinsiyet rollerine bağlı mesleksek ayrım (job segregation) konusunda önemli bir yol kat edildiğini, emekçi kadınların toplumsal cinsiyet ve sınıf mağduriyetini birleştirerek örgütledikleri mücadelede, feminist harekette yeni bir dönem başlattıklarının altını çiziyor. Maclean, De Slippe’den yaptığı alıntıda da işaret ettiği gibi 1970’lerde emekçi kadınların başlattıkları bu mücadelenin yalnızca orta sınıf feminist mücadeleye katkı sağlamadığını daha geniş anlamda tüm dünyaya yayılacak ikinci dalga feminizme örnek teşkil ettiğini söylüyor9. Tüm bu saptamaların arkasında hem emek tarihçilerine hem günümüz feminist teorisyenlerine temel bir eleştiri getiriyor. Emek tarihi literatüründe emekçi kadınların sömürüsünün verili kabul edilerek kapitalizm ile entegre olmuş cinsiyetçi politikaların sorgulanmamasını eleştirirken; günümüz feminist teorisinin de Amerika’da 1970’lerdeki emekçi kadınların pozitif ayrımcılık mücadelelerini es geçtiğini ifade ediyor. Oysa, diyor Maclean, son yıllarda kimlik siyasetinin yükselişe geçmesiyle artan feminist aktivizmin ikinci dalga feminizmin yapıtaşını oluşturan emekçi kadınların mücadelesinden öğreneceği çok şey var. Toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıfın sosyal inşasına yoğunlaşan günümüz feminizminin küçük gruplar altında örgütlenip kollektif bir hareket yaratan 1970’lerin emekçi kadınlarının sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete dair kökleşmiş algılamaları nasıl yerinden ettiğini inceleyip dersler çıkarması gerek10.
Maclean’in üzerinde durduğu ve modern feminizmi en çok eleştirdiği nokta ise son dönem feminist literatürde “sınıf” kavramının tümden yok sayılması. Satır araları dikkatli okunmadığında Maclean’in “sınıf’ı” bir analiz noktası olarak yüzeye çıkarmasıyla Marksist feminist olarak adlandırılabileceği gelebilir akla. Ancak Maclean kendini bu kategoriden de ustaca sıyırmayı başarıyor. Son kertede, Maclean’i toplumsal cinsiyeti sınıf “meta kavramı” içinde eritmeye çalışan Marksist feminist yaklaşım içerisinde değerlendirmek yanlış olur.11 Maclean aslında toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf “üçlüsünün” kadın mağduriyetini yaratmada son dönemde revaçta olan analizlere bağlı kalıyor. Son dönem feminist literatürün geniş oranda tartışmaya açtığı cinsellik siyaseti, kürtaj hakkı, kültür ve öznellik gibi mevzuların kazanımlarına saygı duyarken; bu genişleyen literatürün emek, kapitalizm, devlet ve bunların karmaşık ilişkisinin kadına dair yıkıcı etkisini bir anlamda gölgelediğini öne sürüyor.12 Maclean’ın analizi Heidi Hartman’ın yaklaşımıyla bir ölçüde bağdaştırılabilir belki. Kendi pozisyonunu kadın sorununu ele alan ilk Marksistlerden ayıran Hartman, “kadın işi-erkek işi” ayrımının, erkekler ve kadınlar arasındaki adaletsiz ücret dağılımı gibi örnekler üzerinden sermaye ve patriyarka arasındaki ilişkinin bilincinde olarak, kapitalist sistemin ataerkiyi nasıl yeniden üretip sağlamlaştırdığının altını çiziyor.13 Hartman ve Maclean’ın sınıfın toplumsal cinsiyetine dair yaptıkları bu analiz ve emekçi kadın mücadelesinin önemine değinmeleriyle yaklaşıyorlar birbirlerine.
Sınıfsal eşitsizlikler ve patriyarkayla, ırksal iş bölümünün adaletsizliğine dikkat çekerek günümüz feminist literatürüne eleştiri getirmek feminist aktivizme yol göstermesi açısından da önemli kuşkusuz. Maclean, Amerika’daki kadınların büyük çoğunluğunun en büyük sorununun hala ekonomik eşitsizlik ve yoksulluk olduğunu iddia ederken14 Marksist duruşu daha ağır basıyor gibi gözükse de; ataerkiyi sorunsallaştırmayı sürdürdüğü ve günümüz feminizminin ağırlıklı olarak gündeminde olan konuları ve bu konuların feminist aktivizme olan katkısını göz ardı etmediği için, sunduğu bu eleştirilerin tartışmaya değer olduğu söylenebilir. Yine de, feminist aktivizme -özellikle de 2. dalga feminizmin doğuşuna- 1970’ler Amerikan emekçi kadın hareketinin ve pozitif ayrımcılık kazanımlarının etkisini vurgularken Amerikan merkezciliğe düşüyor. Oysaki 1986’da Kanada’da feminist mücadele sonrası istihdam konusunda çıkarılan kanunlar Aborijinler, engelliler ve azınlıklarla beraber kadınlara da işe alımda ve ücretler konusunda eşitlik sağlamayı amaçlıyordu. 1984’de Avusturya’da kadınlara yönelik benzer bir pozitif ayrımcılık kanunu çıkarılırken; İsveç’te de 1979’da çıkarılan “İstihdamda Kadın Erkek Eşitliği Kanunu” İsveç kadınları için emek piyasasında pozitif ayrımcılığın yolunu açıyordu. 1985’te Hollanda’da yürürlüğe giren “Eşit Haklar Politikası Planı” da kadınların erkekler ile eşit koşullarda iş piyasasına girebilmelerine ve işyerlerindeki temsiliyetlerinin artırılmasını hedefliyordu.15 Bacchi, aslında kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık uygulamalarındaki kadın statüsü ve rollerini ve zaman içerisinde aileye atfedilen önemin “söylemsel kurgusu”nu eleştiriyor. Ayrıca, etnik gruplara dair çıkarılan ayrımcılığı önleyici yasalar (anti-discrimination laws) ile pozitif ayrımcılık getiren yasaların kadınları da içermesi için ne kadar uzun zaman geçtiğinin ve bu haliyle toplumsal cinsiyet hassasiyetinin ihmal edildiğinin altını çiziyor. Yine de, kıta Avrupası’ndan pozitif ayrımcılık uygulamaları ile ilgili getirdiği örnekler çarpıcı. Maclean’in biraz da fazla anlam yüklediği emekçi kadın hareketinin ve pozitif ayrımcılık taleplerinin daha geç de olsa diğer Batı ülkelerindeki feministler tarafından da dillendirildiğini fark etmemiz açısından önemli Bacchi’nin örnekleri. Bunlara ek olarak Batılı olmayan bazı ülkelerdeki kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık uygulamalarını ve/veya taleplerini de doğru analiz etmek ve bu tartışmanın içine katabilmek gerekiyor kuşkusuz.
Sonuç yerine: Türkiye Feminizmi ve İş Gücüne Katılımda Kadına Yönelik Pozitif Ayrımcılık
Toplumsal cinsiyet ve sınıfı ortak payda olarak alacak bir feminist literatür ve aktivizmi Türkiye bağlamında değerlendirmek anlamlı olabilir bu noktada. Türkiye’de feminist hareket 1980 darbesi ardından dağılan sol hareket içindeki entelektüel bir grup kadın tarafından başlatıldı.16 Türkiye’de kadınların ilk hak kazanımı 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesiyle devlet eliyle gerçekleştirildiğinden; Türkiye feminizmi ikinci dalga feminizmin hak talepleri doğrultusunda başladı.
1982 yılındaki Kadın Sempozyumu’nun ardından dünyadaki örnekler gibi “antihiyerarşik, küçük” bilinç yükseltme grupları altında bir araya gelen feministler medyanın da –nedense- çok ilgi gösterdiği17 kitlesel eylemler ve kampanyalar örgütlediler. 1986 yılında Türkiye’nin de imzaladığı Uluslararası Ayrımcılığa Karşı Sözleşme’ye uyulmasını isteyen kadınlar, 4000 imza toplayarak Kadınlar Dilekçesi’ni oluştururlar. Yine 1986’daki Dayağa Karşı Yürüyüş ve ardından Dayağa Karşı Kampanya düzenlenir. 1989 yılında Cinsel Tacize Hayır Mor İğne Kampanyası oldukça kitlesellik yakalar. Ancak 1990’lara geldiğinde, feminist aktivizm cılızlaşır. Fahişeye tecavüzde ceza indirimi yasa maddesi (438) ve kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesine (159) karşı kampanyalar dağınık bir şekilde organize edildiğinden amaçlanan desteği bulamaz.18
Türkiye feminizminin kısa tarihinin verilmesinin nedeni, Türkiye’de feminist aktivizmin 1980’ler ve 90’larda organize ettiği kampanya ve yürüyüşlere dikkati çekmekti. Amerika’da 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde Avrupa’yı saran feminist emekçi kadınların mücadeleleri ve istihdam konusunda kavuştukları pozitif ayrımcılık hakkı göz önüne alındığında; büyük oranda “Batı feminizmine öykünen”19 Türkiyeli feministlerin istihdamda pozitif ayrımcılığı gündem yapmamış olmaları kayda değer. Kadınlara yönelik pozitif ayrımcılığın Türkiyeli feministlerin gündemine oldukça geç girdiğini iddia edebiliriz bu noktada. Aslında hemen her genel seçim sonrası parlamentodaki kadın sayısının azlığı “siyasette kadın kotası” talebinin bazı feministlerce dile getirilmesine neden oluyor.20 Ancak son zamanlarda daha sıkça konuşmaya başladığımız pozitif ayrımcılık Türkiye’de feminist aktivizm içinde kadın istihdamı adına kendine hiç yer bulamazken, Türkiye’deki feminist literatür de “siyasette kadın kotası” dışında kadın yoksulluğu/istihdamı ve buna yönelik pozitif ayrımcılığa dair çok az şey söylüyor. Oysaki Küresel Cinsiyet Eşitliği 2006 Raporu’nda Türkiye, 115 ülke içinde kadınların işgücüne katılım oranında 110’uncu, yine 2006 verilerine göre kadınların işgücüne katılım oranları %24 ve son on yılda düşüş göstermekte.21 Bu verilerin düşük oluşunun Türkiye’de kadınların büyük oranda “kayıt dışı” çalışmalarıyla ilintili olduğu da varsayılabilir. Ancak asıl sorunun kadınların kamu ve özel sektörde sosyal güvenceye sahip olarak iş yaşamına katılmakta karşılaştığı güçlükler ve bu yönde cinsiyete dayalı ayrımcılık olduğu iddia edilebilir. Dolayısıyla, kadın yoksulluğunun ve iş hayatında kadına karşı ayrımcılığın önemli sorun teşkil ettiği Türkiye’ de, küçük gruplarda ve “gündem odaklı olarak” inisiyatifler içinde örgütlenen feministlerin bu sorun odağında kitlesel bir aktivizmi örgütlemesi; feminist akademisyenlerin de –pozitif ayrımcılığın iş hayatında cinsiyetçiliği ve kadın yoksulluğunu önlemede ne derece etkin olduğu tartışmalı olsa da- aktivistlerle eş güdümlü olarak pozitif ayrımcılık politikalarının ne derece uygulanabilir olacağını tartışması anlamlı olabilir.
1Rachel Kranz, Affirmative Action, “Facts on File”, (New York, 2002) s.10.
2Carol Lee Bacci, The Politics of Affirmative Action, (London: Sage Publications, 1996) s.15.
3Nancy Maclean, Feminist Studies, (Vol,.29, No:1, Spring 1999) “The Hidden History of Affirmative Action: Working Women’s Struggles in the 1970s and the Gender of Class”, s.42-75.
4A.g.e., Nancy Maclean, s. 45.
5A.g.e., Nancy Maclean, s. 50.
6A.g.e., Nancy Maclean, s. 43-44.
7A.g.e., Nancy Maclean, s. 50.
8A.g.e., Nancy Maclean, s. 62.
9A.g.e., Nancy Maclean, s. 49.
10A.g.e., Nancy Maclean, s. 64.
11Daha ayrıntılı bir Marksizm ve feminizm tartışması için bkz. Heidi Hartman, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006).
12A.g.e., Heidi Hartman, s. 65.
13A.g.e., Nancy Maclean, s. 53-56.
14A.g.e., Nancy Maclean.
15A.g.e., Carol Lee Bacci, s. 70-127.
16Mine Koçak, “ 80’li Yıllar Kadın Hareketi”, (www. feminisite.net).
17Mine Koçak’a göre medyanın kadın hareketine olan ilgisinin nedeni bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan Kürt Hareketi’nin görünürlülüğünü, kadın hareketini ön plana çıkararak gölgelemekti. Devlet politikası da medyanın bu tutumuyla paraleldi, hatta bu tutumu yaratan etkendi.
18A.g.e., Mine Koçak.
19A.g.e., Mine Koçak.
20Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz: www.ka-der.org.tr.
21www.cnnturk.com.