Sadece Aile Yürüyüşü mü?
Esra Aşan / 23 Eylül 2022
Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun 18 Eylül’de İstanbul Saraçhane’de düzenlediği Büyük Aile Buluşması mitingi kamuoyunda büyük tartışma yarattı. Miting aileyi koruma amacı taşısa da asıl olarak lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks varoluşları İslam dinini ve aileyi tehdit eden unsurlar olarak hedef aldı; cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği çeşitliliğine karşı cihatçı bir propaganda alanına dönüştü.
Çeşitli dini tarikatlar ve ülkücü çevrelere Vatan Partisi ve Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin de eklenmesiyle oluşan bu organizasyonunun kamuya dönük iki ayağı daha bulunuyor: İlki, mitinge çağrı amacıyla televizyon ve radyo kanallarında yayımlanması için hazırlanan görsel ve işitsel materyaller. Mitingden dört gün önce RTÜK, kamu yararına olduğunu söyleyerek bu materyallerin kamu spotu olarak radyo ve televizyon kanallarında ücretsiz yayımlanmasına oy çokluğu ile karar verdi. Tepkileri büyüten, toplumun bir kesimini hedef gösteren bu materyallerin devlet eliyle yayılmasıydı. Organizasyonun diğer ayağı ise “Aileni ve Neslini Koru; Sapkınlığa Dur De” başlığıyla imzaya açılan metin. Bu imza kampanyası, ‘LGBT örgütünün ve tüm sapkın oluşumların’ Türkiye’deki tüm faaliyetlerinin yasaklanmasını, dernek ve platformlarının kapatılmasını, kamuya açık her türlü aktivitenin engellenip suç kapsamına alınmasını talep ediyor. Bu imza kampanyasının sadece bu mitingle başlamadığını belirtmek gerekir: Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu, bir yıldır aynı sloganla pek çok ilde çeşitli etkinlikler organize ederek imza kampanyaları yürütüyor. Geniş kesimlerinse 18 Eylül İstanbul mitingiyle birlikte konudan haberdar olduğu görülüyor.
Mitingin beklendiği gibi büyük bir kalabalıkla geçmemiş olması konuyu önemsiz bir mesele haline getirmemeli. “Büyük Aile Buluşması” ismiyle yapılsa da miting; lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks varoluşları aileyi tehdit eden unsurlar olarak işaret ediyor ve onlar kadar bu kesimlerin ailelerini de hedef gösteriyor. Mitingi örgütleyenler, bu varoluş biçimlerini Türkiye’yi yok etmeyi hedefleyen emperyalist güçlerin küresel planının bir parçası olarak görüyor. Onlara göre Türkiye’yi büyük bir felaket bekliyor; bu ahlâk terörü, çocukları yani Türkiye’nin gelecek kuşaklarını hedef alarak aileyi yok etmeyi amaçlıyor. Tam da bu yüzden herkesi İslam çatısı altında bir araya gelmeye çağırıyorlar. Cinsel yönelimlerin, cinsiyet kimliklerinin birilerinin özendirmesi, emperyalist güçlerin oyunu sonucu geliştiğini savunmak bilimselliğe; varoluşların suç kapsamına alınmasını talep etmek hukuka aykırı yaklaşımlar olsa da, komplo teorilerine ve felaket senaryolarına inanmaya açık bir toplumda bu söylem ve talepleri küçümseyemeyiz. Çünkü bunların hem toplumda hem de siyasette ciddi karşılığı bulunuyor.
Toplumsal etkisi açısından düşünecek olursak…
Lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks varoluşları küçümseme, onlarla alay etme, bu varoluşların sapkınlık ya da anomali olarak görülmesi yeni bir durum değil. Gündelik hayatın içinden popüler kültüre kadar her yerde yıllardır karşımıza çıkıyor. Pek çok insan sosyal dışlanmaya maruz kalmamak için varoluşunu elinden geldiğince gizleyerek toplumda yer edinmeye çalışıyor. Varoluşunu açık etmeden yaşamak lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve intersekslerin aileleriyle kurduğu ilişkileri de belirliyor; dışlanmanın en ağır biçimi çoğu zaman ailede başlıyor. Bu sadece bugünkü siyasi iktidarla ilgili bir durum değil. Siyasi iktidarın karşısında konumlanan pek çok kesim açısından da bu, utanç duyulan ve saklanması gereken bir durum. Büyük Aile Buluşması mitingine katılmayan, karşı olan pek çok kesim de yakın çevresinde böyle bir durumla karşılaştığında ne yapacağını bilemiyor. Bu nedenle var olan LGBTİ+ kurumlar yıllardır toplumsal baskı ve dışlanmalara karşı bir araya geliyor, birlikte dayanışarak mücadele yürütüyorlar. Bu kurumlar arasında topluma ulaşmada en etkili olabilecek kanal da aile örgütlenmesi. Büyük Aile Buluşması mitingi aileyi koruma adına, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farlılıklarından dolayı ailelere çocuklarını dışlamaları ya da ıslah etmeleri gerektiğini söylüyor. Bunun aksini yapan, yani çocuklarının cinsel çeşitliğini kabul eden aileleri de hedef haline getiriyor.
Siyasi etkileri açısından düşünecek olursak…
Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği üzerine çalışan dernekleri kapatmaya ve bu varoluşları suç kapsamına almaya çağıran mitingin çok boyutlu siyasi etkileri olduğunu da görmek mümkün. Hatırlanacağı gibi 2006-2007 yıllarında da LGBTİ+ dernekleriyle ilgili bir kapatma furyası gündeme gelmişti. Aynı dönemde 301 davaları üzerinden ifade özgürlüğüne karşı da bir kampanya yürütülüyordu. Yazarlar, avukatlar, gazeteciler Türklüğü aşağılamaktan mahkemelerde yargılanırken bu toplumsal iklimin varabileceği sonuçları Hrant Dink’in katlinde görmüştük -ki Büyük Aile Buluşması mitinginde, güvercin tedirginliği ile yaşayan başka bir kesimin hedef haline getirildiği görülebilir. 2006-2007 yıllarında örgütlenen ve LGBTİ+ derneklerin ifade ve örgütlenme özgürlüğünü hedef alan kampanyalara, hareket içinden bir dayanışma kampanyası ile yanıt verilmiş, davalar karşısında örgütlü bir dayanışma süreci inşa edilebilmişti. 2007 yılından Gezi eylemlerinin olduğu 2013 yılına kadar İstanbul’daki Onur Yürüyüşlerine katılımın giderek artması, derneklerin ısrarlı örgütlü dayanışmasıyla mümkün olmuştu.
Bundan sonraki dönemde kritik bir eşik, 2014 -asıl olarak da 2015- yılında yaşandı. Bu tarihler Türkiye’nin iç ve dış politikada yaşayacağı dönüşümler açısından oldukça önemli. Bu dönemde Suriye’deki savaşla birlikte oluşan mülteci meselesini Avrupa kendisi için bir güvenlik tehdidi olarak gördü; AB’ye aday ülke konumunda olan Türkiye’yi de mültecilerin tutulacağı yerlerden biri olarak belirledi. Bu durum demokrasi ve özgürlükler konusunda AB sürecine güvenen kesimlerin elini zayıflattı. 2015 yılının İstanbul’daki Onur Yürüyüşü, AKP’nin tek başına hükümet kuramayacağının belli olduğu 7 Haziran Genel Seçimlerinin hemen ertesine denk geldi ve yasaklanan ilk eylem oldu. 7 Haziran sonrasında, Hendek Olaylarıyla birlikte Güneydoğu’daki askeri operasyonlar; Suriye’deki iç savaşın etkisiyle ülkenin farklı farklı şehirlerinde patlayan bombalar; IŞİD katliamları; 2016 yılındaki 15 Temmuz Darbe Kalkışmasıyla birlikte ilan edilen OHAL koşulları “güvenlik siyaseti”nin yükselerek öne çıkmasına neden oldu. AKP ve MHP ittifakıyla birlikte toplumsal barış ve demokratik açılım süreçleri rafa kaldırıldı; yerini ‘beka’ söylem ve politikalarına bıraktı. 2015 sonrası dönemin yarattığı siyasi-politik iklim, LGBTİ+ kurumlarının çalışmalarını da etkiledi. LGBTİ+ etkinliklerine çeşitli gerekçelerle izin verilmedi ya da bunlar engellendi. Bundan sonra cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği meselesi de genel ahlâk meselesinin yanında bir ‘beka’ meselesine dönüşmeye, Türk-İslam ideolojisinin temel belirleyenlerinden biri haline gelmeye başladı; son yıllarda da resmi ağızlar tarafından bir terör ve güvenlik tehdidi olarak dillendirilir oldu. RTÜK’ün toplumun bir kesimini hedef gösteren miting çağrısını kamu spotu olarak tavsiye etmesi de, devletin bu politikalarla iç içe geçmesinin son göstergesi oldu.
LGBTİ+ karşıtlığının toplumda ve siyasette bir karşılığı olduğu görüldükten sonradır ki, iktidar siyasette sıkıştığı anlarda lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks varoluşları ahlâk ve terör örgütü bileşenlerine dönüştürdü. Bu varoluşlar, pandemi döneminde sağlık politikalarında sıkışıldığında koronavirüsün kaynağı oldu; çoklu baro sistemine geçilirken kullanıldı. Boğaziçi Üniversitesi direnişinin itibarsızlaştırılması ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasında toplumu paralize etmek için kullanıldı. Millet İttifakı’yla yan yana getirilerek siyasette güç elde etme, oy devşirme aracına dönüştürüldü -ki bu mitingin Ekrem İmamoğlu davasından kısa bir süre öncesi İBB’nin dibinde, Saraçhane’de olması da tesadüf olmamalı.
Yaşam tarzı mı, hak temelli siyaset mi?
LGBTİ+ meselesini savunan toplumsal kesimler arasında ise konu ağırlıklı olarak bir yaşam tarzı farklılığı, yaşam tarzına saygı çerçevesinde ele alınıyor. Bu yaklaşımın eksik olduğunu düşünüyorum. Life style/yaşam tarzı seçimler üzerinden yaklaşmak meseleyi hak mücadelesi olarak ele almaktan uzaklaştırır. Olay, bir alt kültür olarak kalması beklenen bir yaşam biçiminin görünür olmasından kaynaklanan rahatsızlık ya da sadece korku, fobi meselesi değildir. Meseleyi yaşam tarzı üzerinden ele alacaksak toplumda pek çok yaşam tarzının birbiriyle çatışması normaldir. Bir kesim diğerinin yaşam tarzını benimsemediğinde ona karşı kendi yaşam tarzını savunacaktır.
Büyük Aile Buluşması mitingini eleştirenler arasında mitingin yasaklanması gerektiğini savunanlar da oldu. Bu talebi de anlamlı bulmadığımı belirtmek isterim. Bu düşünce pek çok kişiye itici geliyor olsa da konuya radikal ifade özgürlüğü çerçevesinde yaklaşmak gerektiğini düşünenlerdenim. Büyük Aile Buluşması mitinginin bileşenleri kendinden farklı olanı ‘sapık’ ilan edip sosyal dışlama yapmakla kalmıyor; bu varoluşların suç kapsamına alınması talebiyle hukuki bir dışlanmayı da gündeme getiriyor. Bu, toplumda marjinal bir talep olarak var olabilirdi; buna karşı çıkan gruplar da kendi eylem ve etkinliklerini yapabilirdi. Ancak durum bunun tam tersi.
Buradaki sorun mitingin yapılıp yapılmaması değil, bu miting yapılırken diğer miting ve etkinliklerin yapılamamasındadır. Sorun devletin mitinge izin vermesinde değil, mitingdeki söylemle devletin kurduğu ilişkide, bunun bir süredir devlet politikasına dönüşmüş olmasındadır. Her ne kadar Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, mitingde öne çıkan nefret söylemlerine karşı olduğunu söylese ve devletin tüm vatandaşların haklarını koruma yükümlülüğüne işaret etse de, bunun genel manzarayı değiştirmediği söylenebilir. Evet, devletin tüm vatandaşlara eşit mesafede olması beklenir. Anayasanın eşitlik ilkesi gereği eşitlik sağlanana kadar bu haktan faydalanamayan vatandaşlar için pozitif ayrımcılık politikalarının uygulanması gerekir. Oysa devlet aygıtını elinde tutanlar, kendi siyasetleri doğrultusundaki etkinliklere izin verip bunun dışında kalan faaliyetleri, çeşitli toplumsal eylemleri yasaklıyor; kültür sanat yasaklarında görüldüğü gibi, sanat faaliyetlerini güçleri yettiğince engellemeye çalışarak seküler alanı daraltıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğü, Anayasa’nın eşit vatandaşlık ve laiklik ilkesi, bizzat devlet tarafından ihlal ediliyor.
Bu siyasi iklimde olayı yaşam tarzına çekmek konuyu hak temelli bir çerçeveden uzaklaştırır. Mitingi yasaklama talebinde bulunmak ise iktidarın var olan yasakçı politikalarını daha da güçlendirerek bu yasakların nüfuz alanını genişletir. Bugün ülkemizdeki toplumsal ve siyasal iklim 2000’li yılların başındakinden çok farklı. Özgürlük ve demokrasi talep edenlerin bugün nasıl bir ortamda siyaset ürettiğini rasyonel bir şekilde analiz edebilmesi ve topluma etki edecek, toplumsal sorunları çözebilecek gerçekçi ve uzun erimli, hak temelli politikalar geliştirebilmesi gerekiyor. İktidar karşıtı yüksek siyaset; lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks varoluşların günah keçisi, suç unsuru haline getirilmesine karşı ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilemiyor. Meseleyi siyasi kutuplaşmanın dışına çıkararak topluma temel hak ve özgürlükler konusunda alan açamıyor. Cinsel haklar ve cinsiyet hakları meselesini gündeme alanlar ise bu konuda ağırlıklı olarak tepki odaklı söylemler geliştiriyor. Siyasi partileri Büyük Aile Buluşması mitingini kınamaya çağırırken bunun pratikte mümkün olamayacağını göremiyor. Sivil toplum alanını genişleterek hak temelli siyasetin toplum tabanında karşılık bulmasını sağlayacak politikalar üretilmediği sürece yüksek siyasete yön vermek de mümkün olmayacaktır. Bugün etki alanı sınırlı olsa da, devlet iktidarını arkasına aldığı müddetçe LGBTİ+ karşıtı örgütlü oluşumların giderek güçlenmesine şaşırmamak gerekir.