Yeni Modeller Yaratmak: Çatışma Kültürüyle Nasıl Başa Çıkılır?

Neşe Yaşın

Çeviren: Deniz Aydın

Birkaç yıl önce, çatışma öncesi durum ve çatışmayı önleme konulu bir panelde konuşma teklifi aldım. Başlığa bakıp konuşmamı oluşturmaya çalışırken, çatışma öncesi durumla gerçekten ne kastedildiğini ve konunun çatışmaları önlemek mi yoksa çatışmalara barışçıl çözümler bulmak mı olduğunu sorgulamaya başladım. Anladığım, çatışma öncesi ile kastettiğimizin savaşın ve fiziksel şiddetin yokluğu olabileceğiydi. Çatışmanın daha genel bir tanımına bakmak istedim. Bir çatışmayı düşündüğümde ilk aklıma gelen, bir konu üzerinde uzlaşmanın olmayışı ya da taraflardan birinin kendisine adilane davranılmadığını veya mağdur olduğunu hissetmesi; bu durum sonucunda bir kavgaya girişmesi ve muhtemelen şiddet kullanması oluyor. Şiddetin tanımı üzerine de yeniden düşünmek gerektiği fikrindeyim. Şiddet yalnızca fiziksel midir? Peki ya sözlü, psikolojik şiddet ya da şiddetin diğer biçimleri? Eğer çatışmayı savaşın varlığı olarak tanımlarsak, örneğin Kıbrıs vakasını çatışma olarak sınıflandıramayabiliriz. Her ne kadar Kıbrıs’taki bir ateşkes durumu olsa ve tam olarak savaşın sonu gelmese de şu an için cinayetler devam etmiyor. Farklı çatışma durumlarında bulunan insanların Kıbrıs’a bakıp “Ülkenizi bölmüşsünüz ve çatışmanızı çözüme kavuşturmuşsunuz” dediklerini defalarca duydum. Peki ya Kıbrıs’ın iki halkı arasındaki üç orduya ne demeli? Ya hala yerli yerinde duran bu bölünmüşlükten kaynaklanan sözlü şiddete, adaletsizlik hissine ve acılara ne demeli? Günlük yaşantımızda, hatta manzaramızda hala kavga yok mu? Peki ya hala süregelen bir durum olarak gelecekteki savaş tehtidine ve ülkenin geleceğine dair güvensizliğe ne demeli?

Çatışmaları önlemek için araçlarımız var mı yoksa çatışmaların varlığı doğal bir olgu mu? Ben çatışmaların daima var olacağını ve gerçek sorunumuzun çatışmaları çözüme kavuşturmak üzere, şiddet kullanımını ve askeri müdahaleleri reddeden barışçıl yollar bulmak olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl yapabiliriz?

Her şeyden önce, bir etnik çatışma durumunu genel olarak çözümleyelim. Bir çatışma durumunda iki ya da daha fazla taraf vardır. Bu taraflar bir şey üzerinde anlaşmazlık yaşıyor olabilirler ancak çatışma, kendi ivmesini oluşturmaya başladığında çok daha karmaşık hale gelebilir. Sarfedilen kelimelerle uygulanan şiddet ve değişik davranışlar çatışmanın büyümesine ve derinlere kök salmasına sebep olabilir. Eğer çatışmalar uzun süre çözümsüz kalırsa, çözüme ulaştırılmaları daha da zor hale gelir. Çatışma kültüründeki bazı öğelerden bahsetmek ve bunlarla başa çıkma yollarını tartışmak istiyorum. Bir çatışma durumundaki ana engellerden birisi tekelcilik, ötekinin varlığını ve kimliğini reddetmektir. Ötekini değersizleştirme; ötekini insanlıktan çıkarma ve ötekine karşı şovenizmi besleyen güçlü bir etnik merkezcilikle kol koladır.

Bu durum, ötekinin güçlü tarafça mağdur edilmesini beraberinde getirir. Çoğunluk azınlık ilişkileri bağlamında, iki büyük araz eş zamanlı olarak varolur. Bir taraf baskın çıkmak ve diğerini idare etmek ister, buna bağlı olarak diğer taraf da ondan ayrılmak ve bağımsızlığını kazanmak ister.

Zayıf taraf güçlüden ayrılmak istediğinde, şiddet her iki tarafın da tercih edeceği bir araçtır. Birininki daha “baskıcı bir şiddet”tir ve diğerinin ki ise “savunmacı”dır ama son kertede her ikisi de şiddetttir ve bir insan vurulduğunda diğer insandan farklı bir şekilde ölmez. Şiddet, intikam almanın asla sona ermediği bir kapalı devreyi beraberinde getirir.

Bir zamanlar, gerillalara, ülkeleri için kendilerini feda etmeye gönüllü insanlara hayranlık duyduğumu hatırlıyorum. Baskı altındakilerin kullandığı şiddete karşı gizli bir sempati duyuyordum.

Fakat bugün şunun farkına varıyorum: eğer kendi canınızı feda etmeye hazırsanız, başkalarının canını almaya da hazırsınızdır. Bu yaklaşım çerçevesinde hayat o kadar da kıymetli bir şey değildir ve kolayca feda edilebilir. Burada Andre Malreaux’un sözlerini, İspanyol faşist Diktatör Franco’nun “Bir insan hayatı hiçbir şeydir” şeklindeki sözlerine bir cevap olarak alıntılamak istiyorum. Malreaux bu sözcüklerle oynamış ve cümleyi şu şekilde değiştirmiştir: “Hiçbir şey bir insan hayatı değildir.”

Şehitliğe dair kuvvetli bir sorunumuz olduğunu düşünüyorum. Çatışmanın tüm tarafları şehitleriyle, yaşamlarını feda edenlerle gurur duyar. Ve tüm o mezarlıklara bakarsanız, şehitlerin büyük çoğunluğunun çok genç adamlar, hatta onlu yaşlarındaki gençler olduğunu görürsünüz. İnsanların ölülerini gömebilmek için şehrin içinde bir alan yaratmak zorunda kaldıkları Saraybosna’daki mezarlıkları asla unutamam. Benzer bir sahne Belfast’da da vardı. Ölülere karşı büyük bir saygı duymak ve onlara olan sevgiyi daima canlı tutmak çok doğal ve insancadır, ancak ben tüm o mezarları gördüğümde bu ölüler hakkında düşündüğüm, onların gerçekte şehit değil kurban olduklarıdır. Şehitlik söylemini değiştirmek ve çarpışmalar sırasında kaybettiğimiz yaşamlardan söz etmek, onların hatıralarını canlı tutmanın en iyi yolunun savaşı asla tekrarlamamak olduğunu iddia etmek ve topraklarımıza barış getirmek, pek çok kişinin çatışma paradigmasının dışına çıkmasına yardımcı olacaktır.

Etnik çatışmanın olduğu bir ülkede yaşamak, belirli kurallara uymanız gerektiği anlamına gelir. Bu kurallardan birisi, çatışmada taraf olmak zorunda olmanızdır. Çatışma, sınıflandırmalar bağlamında düşünmeyi dikte eder. Çatışma, ‘bize karşı düşman, öteki’ gibi ikilikler üzerinden düşünme sayesinde toplumsal olarak desteklenir. Siz, kendiniz, belirli bir sınıflandırma içindesinizdir ve sizden beklenen, bu belirli sınıflandırmanın sınırları içinde davranmanızdır. Bu yaklaşım, aralarında bir seçim yapmak zorunda bırakıldığınız “biz ve onlar” yaklaşımıdır. Gerçekte seçme hakkınız bile yoktur. Dahil olduğunuz sınıflandırma, doğumunuzda belirlenir. Size etnik bir isim verilir ve içine konduğunuz ilgili sınıflandırmaya göre taraf tutmak ve davranmak zorundasınızdır. Ulusal kimliğinize göre toplumsallaştırıldıysanız, ulusal kimliğinizin veçheleriyle gurur duymanız beklenir ve aynı zamanda sizden daha değersiz ve de tarihi düşmanınız olan ‘öteki’ni de öğrenirsiniz. Peki düşmanınıza yaklaşır ve hakikati onun terimleriyle anlamaya çalışırsanız ne olur? İki taraf hakkında da konuşursanız, ötekine empati duyarsanız ve onun acılarını da anlamaya çalışırsanız ne olur? Bu şekilde davranırsanız, çok büyük ihtimalle bir vatan haini, bir casus, düşmanın bir sözcüsü olarak damgalanırsınız.

Bir çatışma ülkesi, aynı zamanda birbirine karşı savaşan farklı simgelerin ülkesidir. Kıbrıs’taki Yeşil Hat’ta beş değişik bayrak görebilirsiniz. Renkler bile taraflarla bağlantılıdır ve renkler hisleri tetikler.

Bu, her iki tarafın da diğeri karşısında galip gelmeye ve diğerini mağlup etmeye uğraştığı bir kazanma kaybetme kavgasıdır. Tarih çok önemli bir etkendir ve taraflar geçmişte sıkışıp kalmıştır. Travma her zaman için mevcuttur ve genelde bu travmanın tedavi edilmesi tercih edilmez. Bunun yerine travma, onu oluşturan sebebe karşı insanların birbirlerine olan bağlılığının güçlendirilmesinde ve ötekine karşı galip gelmekte bir etken olarak kullanılır. Eski mitler baskındır. Şüphe, keder, korku ve umutsuzluk vardır.

Bu düzene girmesi gereken ilk şeyin etkin bir iletişim olduğunu düşünüyorum. Martin Luther King’in bir keresinde dediği gibi: “İnsanlar birbirlerinden nefret ederler çünkü birbirlerinden korkarlar. İnsanlar birbirlerinden korkarlar çünkü birbirlerini tanımazlar. İnsanlar birbirlerini tanımazlar çünkü iletişim kuramazlar.”

Etkin iletişim diğerinin tutum ve davranışlarını değiştirme yönünde bir anahtar olabilir. Ve aynı zamanda çatışan tarafları bölen müstakil sorunlarla baş etmek için bir ön koşuldur. Uzun vadeli çatışmalardaki sorunlardan birisi, her iki tarafın da çatışmadaki konumlarını yansıtan bir kelime dağarcığı geliştirmeleridir. En masum kelimeler bile başka anlamlarla ilişkilendirilmeye başlanır. Kelimeler taraf tutmaya ve öteki tarafı kışkırtmaya başlar. Bir çatışma ülkesi, güzel sözcüklerin çoğunun çatışma tarafından ödünç alındığı bir yerdir. Burası, barış sözcüğünün savaşın adı haline gelebildiği; zaferin, ötekinin haklarının inkarı anlamına geldiği, pek çok masum sözcüğün bazı düşünce kategorileriyle ilişkili hale geldiği bir ülkedir. Burası, buzdağının görünen kısmında kalan sözcüklerin gerçekte görünmeyen kısımda kalan bazı duygular, çıkarlar, değerler ve belli bir tarihle bağlantılı olduğu bir ülkedir. Kelimeler kendi orijinal anlamlarını kaybederler ve hayattaki bazı bölünmelerle özdeşleştirilirler. Pek çok sözcük belli bazı düşünce gruplarıyla ilişkili hale gelir.

Bu dil okulda, medyada, siyasetçilerin ağzıyla aktarılır ve onu reddedilebileceği hiç bir zemin yoktur. Bu dil doğal hale gelir. Her yerdedir.

Sorunumuz, çatışan tarafları diyaloğa sokmaya kalkmaktır; doğal olarak tarafların kullandıkları dil anti-diyalog dilidir, çünkü çatışmaya ait kelime dağarcığı doğası gereği ‘bizim haklı onların haksız’ olduğu tezini taşır. Biz iki taraf için de kabul edilebilir olan ve diğerini kışkırtmayan sözcükler ihtiva eden yeni bir lügat yaratmalıyız. Bu en güç iştir, çünkü söz konusu seviyeye geldiklerinde, taraflar gerçek münakaşalarından ve güç hissinden uzaklaştıkları duygusuna kapılmaya başlayacaklardır. Ve aslında engellemek istediğimiz münakaşa halidir, çünkü taraflar münakaşa haline takılıp kalınca çatışma tırmanır. Diğer yandan, diyalog durumunda taraflar dünyanın sandıklarından daha karmaşık olduğunun farkına varabilirler; bizim güçlü duygu ve görüşlerimiz varsa, ötekilerin de pekala vardır.

Bir çatışma ülkesinde, çatışma gerçekte bir yaşam biçimi ve hatta ülkenin kendisi haline gelir, toplum çatışmanın içinde toplumsallaşmıştır, yeni işler ve gelir kaynakları çatışmanın desteğiyle ya da çatışmadan beslenerek yaratılır. Yani dolayısıyla işimiz daha da zor hale geliyor. Mücadelemizin zemini sivil toplumdur. Sivil toplumun bir çatışma durumunda genellikle zayıf durumda olduğunu düşünürsek sorunumuzun daha da büyük olduğunu görürüz. Çünkü bir çatışma durumunda, ülke ya da toplum askeri bir tehdidi tecrübe etmekte olduğundan topyekün demokrasiyi tecrübe etmek de ha keza zordur. Bu durum sıklıkla, karar mercilerinin olağanüstü tedbirler alması ve normal bir durumun aksine, ordu gibi bazı kurumların çok daha fazla güç kazanması ve müdahale hakkını elde etmesi için bir bahanedir.

Ben aydınlar tarafından yaratılan münferit vakaların, modellerin ve taban hareketlerinin gücüne inanıyorum. Aydınların, bir dönüşüm yaratılmasına katkıda bulunabilecekleri pek çok vaka var. Yani seçkin aydınlar arasında bu diyaloğu başlatmak ve diğer yandan taban hareketlerinin potansiyelini harekete geçirmek, yapılabilecek en önemli işlerden sadece bazılarıdır. Aydınlar münakaşa halinin dönüşmesine yardımcı olabilir ve çatışmanın getirdiğinden farklı, yeni bir kavramsallaştırma getirebilir.

Güçlü bir sivil toplum hareketi sadece iki taraf arasında bağlantılar kurmaya değil, aynı zamanda çatışmanın yaşam standardını nasıl etkilediği ve demilitarizasyonun faydaları gibi iddialar ortaya koyarak çözüme ulaşılmasına da yardımcı olabilir. Vatandaşların diplomasisi, genellikle büyük bir güçlükle, çok yavaş hareket eden ve bazen çıkmaz durumlarda esamesi dahi okunmayan geleneksel diplomasiye karşı bir açılım yaratacaktır.