Yoksulluk Kıskacında Kadın Dayanışması Panel Metni

 

Düzenleyen: Selenay Boz
Ülküm Ekşi
Zeynep Erdemir

Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK) bü’de kadın gündemi adlı bülteninin Güz 2022 tarihli 43. sayısında yayımlanmıştır.

Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapsamında düzenlediğimiz etkinliklerimizden biri de Yoksulluk Kıskacında Kadın Dayanışması adlı paneldi. Bu panelde etkisini giderek daha fazla hissettiğimiz ekonomik krizin, artan yoksullaşmanın kadınları nasıl etkilediğini ve kadın dayanışmasının ekonomik kriz ortamındaki önemini konuştuk. Panelimizde Derin Yoksulluk Ağı’ndan Selen Yüksel, Birleşik Metal-İş Sendikası’ndan Nuran Gülenç, grevdeki Farplas işçilerinden Betül Oral ve Avukat Şükran Eroğlu konuşmacıydı. Panelin metnini sizlerle paylaşıyoruz.

BÜKAK: Hepimizin 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun! Dün birçok şehirde 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’ne izin verilmediğini gördük, müdahalelerle karşılaştık. Ancak bu, mücadelemize olan inancımızdan, coşkumuzdan hiçbir şey eksiltmedi. Diğer yandan, bu sene 8 Mart’ı küresel bir savaş gündeminin ortasında karşıladık. Bu yüzden bu 8 Mart’ta, kadınların barış isteğini tekrar vurgulayarak eril, militer ve milliyetçi düzenin yarattığı savaşların bir an önce son bulmasını diliyoruz. Savaşların insanlığa, doğaya ve dünyaya yıkımdan başka bir şey getirmediğini biliyoruz. Eğer barışı hedefliyorsak yalnızca ataerkiyle değil, onunla ilişki içinde bu savaşı ve şiddeti sürdüren milliyetçilik ve militarizmle de mücadele etmemiz gerektiğini biliyoruz. Bu yüzden savaş karşıtı bir feminist politikanın önemine inanıyoruz.

Bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapsamında düzenlediğimiz bü’de kadın şenliği etkinliklerimizden biri olan Yoksulluk Kıskacında Kadın Dayanışması adlı panelimiz için bir araya geldik.

Ekonomik kriz ve yoksulluğun giderek derinleştiği koşullarda yaşıyoruz. Ekonomik krizden, diğer birçok kriz durumunda olduğu gibi, kadınlar çok farklı biçimlerde etkileniyor. Biz de bunu kendi hayatlarımızda deneyimliyoruz. Aynı zamanda pandemi koşullarının ekonomik krizin yarattığı etkileri farklı bir boyuta taşıdığını görüyoruz. Bu sebeple bugün panelimizde ekonomik krizi, yoksullaşmayı ve bunun kadınların hayatına olan etkilerini ele almak istedik. Panelimizde öncelikle, ülkede ekonomik krizin bu noktaya gelme sürecinden ve krizin boyutlarından bahsedeceğiz. Bu bağlamda giderek artan işçi grevlerini, özellikle çalışma koşulları, yapılan ihlâller ve kadın işçilerin deneyimleri üzerinden konuşacağız. Panelimizde son olarak, Medeni Kanunda yapılması planlanan değişiklikleri ve bunların olası sonuçlarını ele alacağız. Özellikle nafaka hakkıyla ilgili yapılmak istenen düzenlemeleri ekonomik şiddet boyutu üzerinden tartışacağız.

Ekonomik krizin kadınların hayatına etkileri ev içi emek, bakım emeği, istihdam, eğitim ve sağlık gibi pek çok alanda ele alınabilir. Kriz dönemlerinde pek çok çelişkili durum karşımıza çıkıyor. Örneğin bazı sektörlerde işten ilk çıkarılanlar kadınlar oluyor. Ancak bu dönemlerde kadın istihdamında da bir artış olduğunu görüyoruz çünkü kadının çalışması ev ekonomisine destekten çok bir zorunluluğa dönüşüyor ve ucuz, güvencesiz işçi olarak çalıştırılabiliyorlar. Düşük ücretler ve güvencesiz çalıştırılmanın yanı sıra kötü çalışma koşulları da kadın işçiler için şiddete ve sömürüye oldukça açık alanlar yaratıyor. Bunun yanında, aileler masraflarını kısmak için çocuklarını okula göndermemeyi tercih edebiliyorlar ve bunun özellikle kız çocuklarının eğitiminin önünde bir engel olacağını tahmin etmek zor değil. Şu an ekonomik krizin gıda ve barınma gibi temel haklara erişimi kısıtlayan bir noktaya geldiğini biliyoruz ve ev ekonomisi aile içinde kadına yüklenen bir görev olduğundan dolayı bu durum kadınların ekonomik krizi farklı bir boyutta deneyimlemesine sebep oluyor. Hem gıdaya erişimde yaşanan sorunlar hem de kötü çalışma koşulları sağlık sorunlarının önünü açıyor. Ekonomik krizde ve pandeminin özel koşullarında, düşük ücretler ve sigortasız çalıştırılmanın yanı sıra sağlık hizmetlerine erişim de kısıtlanıyor. Bu dönemlerde sosyal yardım olmadığı koşullarda insanların barınma, beslenme, ısınma ve sağlık hizmetlerine ulaşım gibi birçok temel ihtiyaçlarına erişimleri zorlaşıyor. Hatta pandemide hijyenik pede erişememe oranının oldukça artığını biliyoruz. Ped ve tampon gibi ürünlere erişememek olası sağlık sorunlarının yanında, regl döneminde sosyal yaşama katılamama, okula gidememe gibi sonuçlar yaratıyor. Ekonomik kriz ve yoksulluk, kadına yönelik şiddetle çok çeşitli biçimlerde ilişkili. Kriz dönemlerinde artan fiziksel şiddeti, kadının ücretli ve ücretsiz emeğinin sömürülmesini, zorla çalıştırılma veya ekonomik şiddeti bu bağlamda göz ardı etmemek gerekiyor.

Bizler üniversite öğrencileri olarak ekonomik krizin etkilerini hayatımızın birçok alanında hissediyoruz. En temelde, öğrenciler olarak artan yurt ücretleri ve kiralar sebebiyle bir barınma sorunu yaşıyoruz. Bunun yanında faturalara ve temel gıda ürünlerine gelen zamlarla barınma, ısınma, beslenme gibi en temel ihtiyaçlara erişim giderek daha pahalı hâle geliyor. Bu yüzden öğrenciler olarak bizler bu masrafları kısmaya çalışarak yaşıyoruz. Faturaları azaltmak için ev içinde doğalgaz kullanımını azaltmak, elektrikli aletleri daha az çalıştırmak veya gıda alışverişlerinde ucuz yerleri tercih etmek bu tedbirlere örnek verilebilir.

Bu konuyu kulüp içinde tartışırken yalnızca kampüs içinde hareket eden bir Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin ortalama aylık masrafını hesaplamaya çalıştık. Yurt ücreti, her gün üç öğün yemekhaneden yemek yendiği, günde bir kahve içildiği ve aylık öğrenci akbili düşünüldüğünde en az 1200-1300 TL gibi bir masraf çıkıyor. Bu hesaba ulaşım ücretini ekledik ancak bu hesap kampüs dışında yapılabilecek hiçbir harcamayı içermiyor. Herhangi bir sosyalleşme, tiyatroya ya da sinemaya gitme, defter, kitap alışverişi ve daha birçok şey bahsettiğimiz gidere dahil değil. Şu an Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) bursu ise 850 TL. Bu durumda bir öğrencinin devletten aldığı burs, barınma ve beslenme gibi en temel ihtiyaçlara bile yetmiyor. Yurt yerine evlerde yaşamayı tercih edenlerimiz içinse bahsettiğimiz bu masraflar neredeyse ikiye katlanıyor. Ayrıca, özellikle pandemiyle birlikte yurt koşulları öğrenciler için oldukça zorlayıcı olmaya başladı. Örneğin, halihazırda kalabalık yaşamak gereken yurtlarda karantina odaları yeterli sayıda olmadığı için öğrenciler oldukça sağlıksız koşullarda yaşamak durumunda kalabiliyor.

Böyle bir tabloda öğrencilerin sosyalleşmek için yapabilecekleri ekstra aktivitelere veya kültür sanat faaliyetlerine bütçe ayırabilmeleri mümkün olmuyor. Bu koşullarda aslında birçoğumuz öğrencilik sürecinde bir yandan çalışmaya yöneliyoruz. Örneğin okulda öğrencilere sunulan iş imkânları haftada maksimum 15 saat çalışmayla ve yeni zam gelmiş
hâliyle saatlik 17 TL gibi bir ücret sağlayabiliyor. Okul dışındaki işlerde genel olarak asgari ücretin altında ücretler veriliyor. Dolayısıyla yarı zamanlı işler de öğrencilerin masraflarını karşılamaları için yeterli olmuyor. Aynı zamanda bu işlerde yoğun bir öğrenci emeği sömürüsü olduğunu da görüyoruz.

Tüm bunların yanında, öğrenciler için lüks deneyimler olmaması gereken Erasmus+ Programı ya da yurt dışında eğitim gibi opsiyonlar, döviz kurlarındaki artış ve hayat pahalılığı ile birlikte değerlendirilemeyen imkânlar hâline geliyor. Kısacası, şu an öğrenciler olarak ekonomik kriz en önemli gündemlerimizden birini oluşturuyor ve bu koşullar hepimiz için gelecek kaygısını, geçim kaygısını artırıyor. Bu ise bize kadın dayanışmasının, aramızda dayanışma ekonomisi kurmanın önemini tekrar hatırlatıyor. Kadınlar olarak, öğrenciler olarak bu dayanışma ilişkilerini nasıl kurabileceğimizi, yaşadığımız sorunlara nasıl çözümler üretebileceğimizi daha fazla konuşmamız gerekiyor.

Bugün panelimizde ekonomik kriz, yoksullaşma ve bunun kadınların hayatına olan etkilerini farklı boyutlarıyla ele almak üzere dört konuşmacımızla birlikteyiz. Öncelikle Derin Yoksulluk Ağı’ndan Selen Yüksel bizlere ekonomik krizin, yoksullaşmanın nedenleri; pandeminin buna etkisi ve yoksulluk durumunun kadınların hayatlarını nasıl etkilediği üzerine bir çerçeve sunacak. Ekonomik krizin yükü, çalışma yaşamında emekçilerin üzerine bırakılıyor. Bildiğiniz üzere geçtiğimiz aylarda pek çok iş kolunda grevler başladı. Bu grevlerde kadın işçiler de aktif bir biçimde yer alıyor. Birleşik Metal-İş Sendikası’ndan Nuran Gülenç ve grevdeki Farplas işçilerinden Betül Oral, kadın işçilerin çalışma koşulları, yaşanan hak ihlâlleri ve Farplas grevinin talepleri üzerine konuşma yapacaklar. Son olarak Avukat Şükran Eroğlu, Medeni Kanunda yapılmak istenen değişiklikleri, 6. Yargı Paketi ile yeniden gündeme gelen nafaka düzenlemesini ekonomik şiddet boyutuyla birlikte değerlendirecek.

Başta da söz ettiğimiz gibi bu 8 Mart’ı savaşın gölgesinde geçiriyoruz. Eğer savaşa ayrılan bütçe kadınlara, çocuklara, eğitime ayrılsa çok farklı koşullarda yaşıyor olabileceğimizi ve savaş ekonomisinin yoksullukla ilişkili olduğunu biliyoruz. Bu yüzden barış talebimizi tekrar yükseltiyor, dayanışma dolu bir hafta diliyorum.

Selen Yüksel: Merhaba herkese, ben Selen. Derin Yoksulluk Ağı’nda çalışıyorum. Öncelikle kısaca Derin Yoksulluk Ağı’ndan bahsedeyim, sonrasında yoksulluğun kadınlara etkisini, Derin Yoksulluk Ağı’nın bu konuda nasıl çalıştığını ve çalışmalarımızın çıktılarını anlatacağım. Derin Yoksulluk Ağı 2019 yılının Aralık ayında Hacer Foggo’nun çağrısıyla kuruldu. Henüz pandemi ortada yoktu ama Türkiye’de yoksulluk derinleşmeye başlamıştı. Bir ekonomik krizin başındaydık. Derin Yoksulluk Ağı’nın kurucu ekibiyle ağırlıklı olarak çocuk ve kadınlarla çalışan gönüllülerden oluşan bir gruptuk. Çocuklar ve kadınlarla çalışırken fark ettik ki yoksulluk, çocukların ve kadınların hayatında büyük bir etki yaratmaya başladı. Biz atölyelerde kadın hakları ve çocuk hakları çalışıyorduk. Güvenli bir alan yaratmaya çalışıyorduk ama bir yandan da çalıştığımız kişilerin ve bizlerin hayatında ekonomi giderek daha önemli bir yere geliyordu. Çalıştığımız kişiler önceliklerinin hayatta kalmak olduğunu söylemeye başladılar. Biz, Derin Yoksulluk Ağı olarak, #EvdenDeğiştir1 adlı bir dayanışma kampanyası başlattık. O zamandan beri hem destekçilerin doğrudan yoksulluk koşullarında yaşayan kişilerin temel hak ve ihtiyaçlarına erişimlerine destek olduğu bir dayanışma kampanyası yürütüyoruz hem de yoksulluk kavramını insan hakları bağlamında tartışmaya açarak savunu ve araştırma faaliyetleri yürütüyoruz.

Derin yoksulluğun ne olduğundan bahsedeyim. Aslında derin yoksulluk sadece bir ekonomik yoksunluk hâli değil, bir sosyal dışlanma durumu ve birçok hakkın ihlâl edilmesinin sebebi. Aynı zamanda belli hak ihlâllerinin de sonucu. Derin yoksulluk yaşayan kişiler derken bahsettiğimiz kişiler gelirlerini günlük kazanan, dolayısıyla günlük ihtiyaçlarını o gün karşılayabilen, herhangi bir birikim yapması mümkün olmayan ve herhangi bir sosyal güvenlik sisteminden faydalanamayan kişiler. Pandemiyle birlikte sokağa çıkma yasakları başladığında kâğıt toplayıcılar, çiçekçiler, seyyar satıcılar evde kalmak zorunda kaldı. Herhangi bir işsizlik desteğinden faydalanamadılar çünkü halihazırda bir sigorta sistemine dahil değillerdi. Dolayısıyla günlük kazançlarını kaybettikleri için temel ihtiyaçlarına erişmelerini sağlayacak bir gelirleri kalmadı. Bir birikimleri de olmadığı için hem açlıkla hem de evlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldılar.

Kadın yoksulluğu nasıl karşımıza çıkıyor, nasıl görünüyor? Biraz bunlara değineceğim. Önce dünyadan verilerden, sonra Derin Yoksulluk Ağı’nın topladığı verilerden bahsedeceğim. Evsizlik sorunu yaşayan kadınların dörtte biri ev içi şiddet sebebiyle evsiz kalıyor. Son zamanlarda çok konuşulan sığınma evlerinin, çocuklarıyla birlikte barınmaya ihtiyaç duyan kadınlar için işlevsel olamadığını vurgulamak gerekiyor burada. Kadınların yoksulluğa düşme riski erkeklere göre %35 daha fazla. Dünyadan verilere göre aynı iş için kadınlar erkeklerden %24 daha az ücret alıyor. Çok boyutlu yoksulluk yaşayan hanelerin üçte ikisinde temel eğitim yani altı senelik ilkokul eğitimini tamamlamamış en az bir kadın veya bir kız çocuğu bulunuyor. Kadınlar ev içinde ücretsiz bakım işini erkeklerden en az iki kat daha fazla üstleniyorlar. Bir hesaplamaya göre, bir senede kadınların toplam ücretsiz bakım yükünün ortalama maliyeti 10,8 trilyon dolar.2 Hem ücretli işler hem de ücretsiz bakım işi ve ev içi emek hesaba katıldığında bir kadın hayatı boyunca bir erkeğe göre ortalama 4 sene daha fazla çalışıyor. Çok boyutlu yoksulluk yaşayan hanelerin altıda biri tek ebeveynin kadın olduğu hanelerden oluşuyor.

Şimdi biraz Derin Yoksulluk Ağı’nın verilerinden bahsedeceğim. Bu veriler bizim şu ana kadar 2020 yılının başından beri çalıştığımız hanelerin 2022 yılı verileri. 1500’ü aşkın insanın verilerinden oluşuyor. Bu haneler Derin Yoksulluk Ağı’nın aktif olarak desteklediği ve takip ettiği, yani yoksulluk ya da derin yoksulluk yaşayan haneler. Bu hanelerin %21’ini tek ebeveynin kadın olduğu haneler oluşturuyor. Derin yoksulluk ya da yoksulluk yaşayan kadınların %50’si okuryazar değilken bu oran erkekler için %42. Kadınların %44’ü hiç eğitim almamışken bu oran erkekler için %21. En az ilkokuldan mezun olmuş kadınların oranı %30 iken bu oran erkekler için %39. Bizim çalıştığımız kadınların neredeyse %25’i çalışmıyor, %18’i günlük/güvencesiz işlerde çalışıyor ve sadece %6’sı düzenli bir işe sahip. Erkeklerin ise %33’ü çalışmıyor, %23’ü günlük işlerde çalışıyor, %13’ü düzenli işlerde çalışıyor. Kadınların %52’sinin çalışmama sebebi çocuk bakımı ve ev içi bakım yükü. Bu oran erkekler için %1. Bu %1, 1500’ü aşkın verinin içinden iki kişiye tekabül ediyor. Yoksullukla mücadele eden kadınlarla her gün çalışıyoruz ve yoksulluk sonucu en fazla maruz kaldıkları durumlar çok çeşitli. Öncelikle çocuk yaşta ekonomik sebeplerle evleniyorlar. Eğitim haklarına erişemiyorlar ve aile içinde eğitimden ilk kopan genelde evdeki kız çocukları oluyor. Kadınlar, bakım yükü sebebiyle çalışamıyorlar. Veriler de bunu gösteriyor. Sağlık hizmetlerine, doğum kontrol araçlarına ve menstrual ürünlere erişemiyorlar. Bizim çalıştığımız hanelerdeki kadınlara menstrual ürünlere erişip erişemediklerini sorduğumuzda üçte ikisi erişemediklerini söyledi. Bu durumda hijyenik ped veya tampon yerine çocuk bezini keserek kullanmak ya da bez parçası kullanmak gibi yolları tercih ediyorlar. Şiddete maruz bırakıldıklarında adalete erişemiyorlar. Herhangi bir hukuki ya da psikolojik desteğe erişemiyorlar.

Biraz Hikayenin Yok Hali3 kitabımızdan alıntılarla kadınların kendi sesinden, kendi cümlelerinden bahsedelim istiyorum. Hikayenin Yok Hali kitabı yoksulluk yaşayan kişilerin kendi sesleriyle kendi hikayelerini anlatmaları için yeni çıkardığımız bir kitap. Bu alıntı, takip ettiğimiz tek ebeveyn olan ve otizmli çocuğuna tek başına bakım veren bir kadından:

Hani “güçlü kadın” diye tanımlanıyor ya bazı insanlar, bana da böyle diyorlar. Hakkını almak için aşırı çaba gösterdiğin için ‘güçlü kadın’sın. Güçlü kadın olmak güzel değil, normal olmak en güzeli; niye o kadar yükü, sorumluluğu almalı? Ben bu sorumluluğu alıyorum çünkü Güneş’e, “Ben sana faydalı anne olacağım” diye söz verdim. Onun benden başka bir insanı yok.4

Aşağıdaki alıntı yine Derin Yoksulluk Ağı’nın destek olduğu ve dayanışma ağının parçası olan bir trans kadından:

Cinsel kimliğimi kavramaya başladığım ilk zamanlarda, ailem bunu anlayacak bir yapıda değildi… Bir gün arkadaşlarımlaydım, babamla karşılaştık. Babam beni makyajlı şekilde gördü… Sonra beni İstanbul’a yolladı, havam değişsin diye… O günden sonra bir daha da görüşmedik. Bütün hayatım birdenbire değişti. Hiç kimsem, bir desteğim yoktu. Uslu, sakin, muhallebi çocuğu derler ya argoda, öyle bir çocuktum ben. Aniden bambaşka bir dünyaya girdim, sokak çocuğu oldum.5

Yine yalnız ebeveyn olan bir annenin sözleri:

Siz akrepler ne zaman ürer biliyor musunuz? Ben biliyorum. Evimdeki her şeyin tabanının yüksekte olduğunu gördünüz mü? Yüksekte, çünkü akrepler ürediğinde çocuğuma zarar vermemeleri için onları avlamam gerekiyor. Ben ve kızım akrep korkusundan uyuyamıyoruz. En büyük hayalim kendimi ve kızımı düşünmeden rahatça uyumak.6

Benim anlatacaklarım bu kadar. Teşekkür ederim.

BÜKAK: Biz de çok teşekkür ederiz. Betül Oral’la devam edebiliriz.

Betül Oral: Ben Farplas direnişindeki işçilerden Betül, buraya arkadaşlarımı temsilen geliyorum. Hepsi kapının önünde direniyorlar, ben de işten çıkarılan işçilerden biriyim. Ben hem direniş sürecinden hem de neden en önde kadınların olduğundan biraz bahsedeceğim. Biz 19 Ocak 2022’den beri direniyoruz. Biz en öndeyiz çünkü en çok sömürülen kadınlar, en çok emeği yenen kadınlar. Aynı zamanda bizim patronumuz bir kadın. En önde olmamızın en büyük sebeplerinden biri de bu. Kadının kadına yaptığı bir zulüm var içeride. Sefalet zamları açıklandığında içeride büyük bir sömürüye maruz kaldığımız, eşit işe eşit ücret alamadığımız ve çok uzun saatler çalıştığımız hâlde emeğimizin karşılığını alamadığımız için direnişe başladık. Önce ücret içindi ama daha sonra başka haklarımız için de direnmeye başladık ve bu süreçte sendikalaşarak kendimizi korumamız gerektiğini fark ettik. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ile beraber bir yola çıktık.

Ben direniş başladıktan sonra ilk atılan işçilerden biriyim. 25 Ocak’ta tebligatlarla, ben ve birçok arkadaşım izindeyken işlerimize son verildi. Sadece iş durdurduğumuz için 20 bin liraya yakın tazminat ödeyebileceğimizi söyleyen tebligatlarla işten kovulduk. İlk kovulanlardan olduğumuz için hakkımızı aramaya gittiğimizde fabrikanın içine kendimizi kapattık ve fabrikayı işgal etmiş gibi görünüyorduk. Ancak öyle değildi çünkü işi durdurduğumuz sürede CEO’muzdan işi durdurma sebebiyle kimsenin işten atılmayacağına, sendikalarımızla masaya oturarak haklarımızı tanıyacaklarına dair bir söz almıştık. Biz bu sözün karşılığını almaya gittiğimizde polislerle karşı karşıya kaldık. 100 kişiydik ve 6 araba çevik kuvvet karşımızdaydı. O güne kadar polisle karşı karşıya kalmış çok az arkadaşımız vardı ve ben de ilk defa o gün karakol yüzü görmüştüm. O yüzden biz CEO’muz gelene kadar çıkmayacağımızı söyleyerek çatıya saklandık. CEO’muz gelip bize, bizi tekrar işe alabileceğini ama taşeron olarak alabileceğini söyledi. Zaten fabrikada 8 iş kolu taşeron statüsünde ve bu yüzden sendikalaşmak çok zor oldu. Biz yetkiyi aldıktan sonra atıldığımız için sendikal süreçten de atılmış gözüküyorduk. CEO’muz yetki belgemiz elimizde olduğu hâlde sendikayı da tanımayacağını ve çatıdan inmezsek hiçbir şekilde işe geri alınmayacağımızı söyledi. Biz inmeyeceğimizi söylediğimiz için polisle karşı karşıya kaldık. En önde kadınlar olmasına rağmen ciddi bir polis şiddetine maruz bırakıldık ve dövülerek indirildik çatıdan. İnerken “İsterseniz çatıdan atlayın, çok önemli değilsiniz. 10 kişi de kalsanız biz sizi alacağız.” gibi sözler işittik. Karakolda geçen 8 saatin sonunda serbest bırakıldık. Sonrasında baktık ki böyle olmuyor. Kapı önünde direnmek zorunda olduğumuzu fark ettik. 2 Şubat’ta kapı önünde direnişimiz başladı ve bugün 9 Mart, biz hâlâ kapı önündeyiz. Aramızda yoksulluk ve borçlardan dolayı işe başlamak zorunda kalanlar oldu tabii, 150 kişi direnemiyoruz. Yağmur, çamur, kar demeden 60’a yakın kişi her gün kapının önündeyiz. Dün 8 Mart’ı kapı önünde kutladık ve yağmura rağmen biz halay çekiyorduk. Kadın olarak en önde olmak çok gurur verici çünkü bize verilen desteği hissedebiliyoruz, sesimizi ne kadar duyurabildiğimizi görebiliyoruz.

Fabrikada sömürüye maruz bırakıldığımız dönemlerde hakkımızı alamadığımızı şimdilerde fark ediyoruz. İçeride ciddi bir baskı ve mobbing var. Patronumuz kadınları iyi yerlere getirmeye çalıştığından, kadın istihdamına ve kadınlara verdiği destekten çokça bahseder. Bu gibi söylemlerle “Yılın En İyi İş Meleği” ödülü almış bir patronumuz var.7 İçerde böyle bir desteğin olmadığını çok net söyleyebiliyorum çünkü ben takım liderliği yapıyordum. Bana yapılan baskının aynısını benim de elemanlarıma yapmam gerektiği söyleniyordu ve biz bunu yapmadığımız için kovulduk.

Bu yolda DİSK’le yürüdüğümüz için çok memnunuz, her koşulda arkamızdalar. Sesimizi duyurmamıza çok yardım ediyorlar. Kadın örgütlerine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Her gün farklı bir kadın örgütü bizi ziyarete geliyor. Dün yapılan 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde bizim adımıza açılan pankartları görünce çok mutlu olduk. O yüzden söylüyorum: Kadınlar hiçbir koşulda susmasınlar, korkmasınlar! Biz sadece anayasal hakkımızı kullandığımız için işten atıldık. İşsiz kaldık, parasızız, işsizlik sigortası alamıyoruz, tazminatlarımızı alamadık. Ancak bunlar bizi yıldırmıyor ve daha güçlü direniyoruz. Emeğimizin içeride kaldığını bilmemiz bizi daha da kamçılıyor. Biz emeğimizin karşılığını almak için uğraşıyoruz ve arkadaşlarımızın daha iyi şartlarda çalışmasını istiyoruz. Bu süreçte hâlâ fabrikada çalışan arkadaşlarımızın ne kadar korktuğunu ve sindiğini görüyoruz. Farplas arabalara plastik parçalar üreten bir firma ve çalışan kadınların çoğu ince işlerde çalıştırılıyor. 20 senedir çalışan kadın çalışanlar var ve senelerce günde 12 saat çalışmışlar. Hem evinde hem de işinde ayrı çalışan bu kadınlar en son zamlarda yine asgari ücret bandında kaldılar. Hem de hiçbir kıdem farkı olmadan.

Kadınlar olarak en önde olmak istiyoruz çünkü en çok bizim sesimiz çıkıyor ve en çok korktukları da biziz. Kadın bir patronumuz var ve en çok korktuğu insanlar da kadınlar çünkü itibarını zedeleyebiliyoruz. Ben o yüzden en başından beri aynı şeyi söylüyorum: Patronumuz bizi unutmuyor, biz de onu unutmuyoruz! 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle buradan bütün kadınlara tekrar tekrar söylüyorum: Korkmasınlar, sinmesinler ve susmasınlar! Biz susmadık, susmayacağız ve Farplas işçileri adına susmayanların da arkasında duracağımızın sözünü veriyorum. Direne direne kazanacağız ve direnmeye devam ediyoruz. Benim söyleyeceklerim bu kadar, teşekkür ederim.

BÜKAK: Çok teşekkür ederiz konuşmanız için. Nuran Gülenç’le devam edebiliriz.

Nuran Gülenç: Merhabalar, ismim Nuran Gülenç. Birleşik Metal-İş Sendikası’nda kadın çalışmalarını yürütüyorum. Sendikada kadın ve erkek işçilere toplumsal cinsiyet eşitliği, şiddet ve taciz eğitimleri veriyorum. Hem Selen’in hem de Betül’ün söyledikleri çok açık ve net bir şekilde kadınların bu kriz döneminde yoksulluğu nasıl deneyimlediğini gösteriyor çünkü var olan eşitsizlikler nedeniyle kadınlar krizlerden daha çok etkileniyor. Bu yüzden kadınlar kriz dönemlerini iki kat daha yoğun yaşıyorlar. Sadece somut bir para yokluğu değil bu yoksunluk. Bunun psikolojik yükü var, çocukların yükü var, aileyi geçindirememenin yükü var. Ben biraz Farplas işçisi arkadaşımın söylediklerinden yola çıkarak fabrikadaki arkadaşların direnişlerinin kısa sürede kadın hareketinin dikkatini çekmesinin nedenleri üzerinde duracağım.

Betül’ün söylediği gibi Farplas, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarını öne çıkararak kendine prim yapan, bunu çok iyi kullanan firmalardan bir tanesi. Normalde metal sektörü erkek egemen bir sektörken iki bin üç yüz kişinin çalıştığı bu fabrikada binin üzerinde kadın çalışıyor. Bunun üzerinden kendilerine prim yapıp uluslararası alanda çok ciddi müşteri kazanmış durumdalar ve firma son on yılda bu imajla çok hızlı büyüyen bir firma hâline gelmiş. Ancak sermayenin toplumsal cinsiyet eşitliğinden ne anladığını Farplas direnişinden görüyoruz. Gerçek anlamıyla eşitlik, kadınların örgütlü mücadelesi ile hakları verildiği zaman yaşanacak ve bu eşitlik de sendikal örgütlenmeyle mümkün. Yoksa patronlar, bir taraftan toplumsal cinsiyet eşitliği reklamı yaparak kendi kazançlarını artırıyorlar, diğer taraftan kadın emeğini sömürüp şiddet ve tacize maruz kaldıkları çalışma ortamında çalışmalarına göz yumuyorlar. Sendikal örgütlenme kadın işçiler için çalışma hayatındaki öz güvenlerini kazanmalarında ve hakları için mücadele etmelerinde çok kritik bir yerde duruyor. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın yaklaşık 30 bin üyesi bulunuyor. Bu üyelerin de %93’ünü erkekler oluşturuyor. Sendika 2016 yılından itibaren kendi bünyesinde kadın örgütlenmesini sağlayacak olan kadın komisyonlarını düzenli olarak çalıştırma kararı aldı. Bu karardan sonra kadın politikasını sendikal politikalara yedirme çabası içinde merkez ve şube kadın komisyonları kurduk. Çalışmanın etkisiyle sendikanın dili ve söylemleri yavaş yavaş değişmeye başladı. Fabrikalarda kadın temsilci sayıları hızla arttı. Örgütlenen yerlerde veya iş yerinde mücadele eden kadınlar varsa ilk temsilci atamalarında mutlaka kadın işçiler atanıyor. Ki genelde direnenler kadınlar olur ancak işler yolunda gidip örgütlenme olduktan sonra sendikalar kadınları tercih etmezler ve sonrasında kadınlar hızla toplumsal cinsiyet rollerine dönerken erkekler işin temsiliyetini yapmaya başlarlar. Bu işleyişi değiştirmiş durumdayız. Farplas’ın Birleşik Metal-İş için önemi, bizim neredeyse altı yıldır hayata geçirmeye çalıştığımız kadın çalışmasının Farplas’ta deneyimlenmiş olmasıdır. Sendikanın ilk defa kadın hareketiyle ve feminist hareketle yan yana geldiğini söyleyebiliriz. Bugüne kadarki deneyimlerimizden de biliyoruz ki feminist hareketle işçi hareketinin yan yana gelmesi çok önemlidir. Birleşik Metal-İş sendikasında neredeyse yedi yıldır toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın çalışmaları, kadın komisyonları, kadın temsiliyeti gibi kavramları konuşup toplu sözleşmelerde kadın maddelerinin konulmasının, iş güvenliği alanında bir kadın politikası geliştirilmesinin mücadelesini yürüttük. Farplas direnişiyle, kamusal alanda feminist hareketle ve kadın hareketiyle Farplas işçisi kadınlar yan yana geldiler. Direniş alanında Farplas işçisi olan yaklaşık 20 kadın varken neredeyse 35 tane erkek işçi var. Sayısal olarak erkek işçiler çoğunluktayken bir anda direnişi kadın direnişine dönüştürdüğümüz ve kadınların öne çıktığı bir mücadele oldu. Hem içerideki çalışma hem de dışarıdaki kuşatma olmasaydı belki çok daha zorlu bir mücadelede kadınların yaşadıklarının görünür olmadığı bir direniş süreci olurdu ya da sıradan direnişlerden biri hâline gelebilirdi. Ancak toplumsal cinsiyet çalışmaları burada kadınların yaşadığı sorunları ön plana çıkardı ve çok hızlı bir kadın dayanışması örüldü.

Mücadele devam ediyor. En büyük sıkıntılarımızdan biri şu an içeride Türk Metal Sendikası’nın örgütlenmesi. Metal sektöründe iki sendika var. Türk Metal Sendikası işverenlerin eliyle örgütlenen bir sendika. Bir de Birleşik Metal-İş Sendikası var. Genelde biz örgütlenmeye çalıştığımızda patronlar Birleşik Metal-İş Sendikası’nın önünü kesebilmek için Türk Metal Sendikası’nı örgütlüyorlar ve Türk Metal Sendikası yetki aldıktan sonra mevcut sendikal kanunlar çerçevesinde bir şey söyleme şansınız kalmıyor çünkü çok sınırlı bir kanun var. Benim söyleyeceklerim bu kadar.

Şürkan Eroğlu: Merhaba, ben Avukat Şükran Eroğlu. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi başkanıyım. Meslekte de kırk yılımı tamamladım, oldukça eski bir avukatım. Kadın yoksulluğu giderek artıyor ve özellikle pandemi döneminde yükseldiğini hepimiz biliyoruz. Evi idare etmek ve eğer kadın çalışmıyorsa erkeğin bıraktığı parayla o evin bütün ekonomisini çekip çevirmek kadınların sırtında. Biraz önce Selen de kadınların adalete erişemediğinden bahsetti. Sanıyorum ki adalete erişim yollarını bilmediklerinden adalete erişemiyorlar. İstanbul Barosu’nun yedi tane adli yardım bürosu var. Bir tanesi Çağlayan Adliyesi’nin içerisinde. Eğer şiddet söz konusuysa biz bir telefonla hemen bir avukat ataması yapıyoruz ve o avukat hiçbir ücret almadan o kişinin -daha doğrusu çoğunlukla kadınların- bütün davalarını takip ediyor. Bunu bütün örgütlerin bilmelerinde ve ilgili kişileri baroya yönlendirmelerinde fayda var. İstanbul Barosu adli yardım konusunda en iyi adli yardım veren kurum olarak seçildi.

Şimdi biz adli yardım dosyalarımıza baktığımız zaman 2019 yılında 13.795 başvuru var, bunların 12.101’i kadın. 2020 yılında 11.223 başvuru var, bunların 9.394’ü kadın. Pandemi döneminde kadınlar evden çıkamadıkları için, maalesef ki adalete erişimde çok ciddi problem yaşadılar. 2021 yılında 13.528 başvuru var, bunların 12.416’sı kadın. Bu durum da kadınların ekonomik güçlerinin ne kadar zayıf olduğunu ortaya koyan bir veri.

Biraz önce Medeni Kanun’dan bahsettiniz. Evet, kadınların ekonomik olarak güçlenmesi istenmiyor ve bu anlamda da durmaksızın kadınların ekonomik durumunun nasıl daha güçsüz hâle getirileceğinin hesapları yapılarak adımlar atılıyor. Aslında bu saldırılar doğrudan laik ve demokratik cumhuriyete yapılan saldırılar. Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da kabul edildiğinde bir devrimin yasası niteliğinde ve ülkede hukuk birliğini sağlamış bir yasa. Çünkü o tarihe kadar bu ülkede yaşayan her grubun, yani Müslümanların ve azınlıkların, kendilerine ait hukukları var. Lozan Anlaşması’nda da azınlıklara kapitülasyonlar tanınıyor. Fakat Medeni Kanun kabul edildikten sonra Museviler ve Hristiyanlar, Adalet Bakanlığı’na dilekçe vererek Medeni Kanun’u tanıdıklarını ve artık bu imtiyazları kullanmayacaklarını beyan ediyorlar. Onların da bu kanuna tabi olmasıyla ülkede bir hukuk birliği sağlanıyor.

Medeni Kanun hukuk birliğini sağlamış olmasının yanı sıra kadını bir birey olarak kabul ederek kanunda yer vermesinden dolayı özellikle kadınlar açısından bir devrim yasası. 1844 yılına kadar nüfus sayımlarında kadınlar sayılmıyor, kadın nüfusu diye bir şey yok Türkiye’de. 1844’te ilk defa kadınlar nüfus sayımında sayılıyorlar. Hani Kadının Adı Yok diyor ya sevgili Duygu Asena, evet kadının adı yoktu bu ülkede. Medeni Kanun aslında kadınların var olduğunu, onlardan “Boş ol!” demekle boşanılamayacağını, miras hakkında erkekler tam hak alırken kadınların yarım hak almamaları gerektiğini vurgulayan ve bu konuda hükümler getiren bir yasadır. Türkiye 1980 yılında Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi’ni (CEDAW) imzaladığında ayrımcı yasalardaki ayrımcılık yaratan maddeleri ayıklamak konusunda taahhütte bulunduğu içindir ki Medeni Kanun’un aile hukukuyla ilgili bölümü tamamıyla değişmiştir. Bununla beraber daha önce bir yılla sınırlı olan yoksulluk nafakası süresiz hâle getirilmiştir.

Nüfus kanununda değişiklik yaparak resmi nikah kıyma yetkisini müftülere de verdiler. İlk defa Diyarbakır’da, Diyarbakır müftüsü 30 çiftin toplu nikahını kıydı.8 Sonrasında da Adalet Bakanlığı kanunun henüz yürürlüğe girmediğine dair bir açıklama yaptı. Yani kanun yürürlüğe girmeden bir işlem yapıldı ve daha sonra o 30 çift ne oldu onu bilmiyoruz, akıbetleri meçhul. Biz müftülerin nasıl nikah kıydığını, nikah kıyma merasiminin usulüne uyup uymadıklarını bakanlığa soruyoruz ancak hiçbir cevap alamıyoruz. Buradan başladılar ve sonra şiddet konusunda yol haritası çizen dünyadaki ilk ve tek sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’ne saldırdılar. İstanbul Sözleşmesi taraf devletlere çok ciddi yükümlülükler yüklemiştir. Şiddetin önlenmesi, destek politikaları oluşturulması, koordinasyon sağlanması, farkındalık yaratılması, eğitim verilmesi, şiddet mağdurunun korunması, şiddet failinin cezalandırılması hususlarında baştan sona düzenlemeler yapan bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye dayanarak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkarılmıştır ve kanunun ikinci maddesinde İstanbul Sözleşmesi’nin bu yasanın temeli olduğu belirtilmesine rağmen o temel yıkılmıştır. Şimdi biz hukukçular olarak diyoruz ki bu bina duruyor ama temelsiz. Yarın öbür gün bir gece yarısı meclisin toplanıp 6284’ü lağvetmeyeceği konusunda kimse bize bir güvence veremez. Dolayısıyla büyük bir endişe içerisindeyiz.

Şimdi sıra nafakaya geldi. Neden nafakaya geldi? Efendim, erkeklerin hayatına ipotek koyuyormuş nafaka, perişan oluyorlarmış, ödeyemiyorlarmış, ikinci eşleri çalışıyormuş eski eşlerinin paralarını ödüyorlarmış… Ben buna La Fontaine’den masallar diyorum çünkü yine bu dosyalara baktığımızda verilen nafakaların 325 lirayla 500 lira arasında olduğunu görüyoruz. Eğer çocuk varsa arada bir 750 liraya çıkmış. Bunların %66’sı hiç ödenmemiş, ödenmiyor. Bir kısmı da kısmî ödeniyor. Yani kanun diyor ki eğer üç ay üst üste nafaka ödemezse ceza verilebilir. Dolayısıyla bir ay ödeniyor, iki ay ödenmiyor sonra tekrar bir ay ödeniyor. Böylece kanunu da çok güzel kullanıyorlar. Kadınların çoğu bu nafakaları icraya dahi koymuyorlar çünkü korkuyorlar. Bu ülkede 2021 yılında 280 kadın öldürüldü. Kadına yönelik şiddet, inanılmaz derecede arttı, her geçen gün de artıyor. Yine biz dosyalarda yaptığımız incelemede şiddetin %92 oranında evlerde eşler tarafından uygulandığını gördük. Ve bunun da büyük bir oranda psikolojik ve ekonomik şiddet olduğunu tespit ettik.

Şimdi nafakaya yeni bir düzenleme getireceklerini söylüyorlar; bir yıllık evliliklere beş yıl, beş yıllık evliliklere on yıl süreli olacak, şeklinde. Yoksulluk nafakası kanunda çok net ve açık bir şekilde düzenlenmiş. Kanun, boşanmakla yoksulluğa düşecek olan taraf, diyor.9 Dikkatinizi çekerim, erkek ya da kadın demiyor çünkü kanunlarda erkek kadın ayrımı yok. Anayasanın onuncu maddesine göre herkes hiçbir ayrım yapılmaksızın kanunlar önünde eşit.10 Dolayısıyla erkek de kadından nafaka isteyebilir. Bunun şartları nedir? Birincisi boşanmakla yoksulluğa düşecek, ikincisi kusuru daha ağır olmayacak, üçüncüsü de nafaka diğer tarafın mali gücü oranında verilecek. Yani diğer tarafın mali gücü nafaka ödemeye ne kadar müsaitse o kadar verilecek. Toptan veya aylık şeklinde verilebilir. Bu noktada hâkime yetki verilmiş. Dolayısıyla vaveyla koparılıyor ya, dediğim gibi hepsi masal.

Bir sonraki maddede de diyor ki: Alacaklı tarafın evlenmesi ya da maddi durumunun iyileşmesi hâlinde nafaka kendiliğinden ortadan kalkar.11 Şayet evlenmediği hâlde biriyle yaşarsa ya da “haysiyetsiz” bir hayat sürerse veya nafaka ödeyenin mali durumunda bir değişiklik meydana gelirse ya da hakkaniyet gereği bir düzenleme yapmak gerekirse o zaman hâkim tekrar bu nafakanın kaldırılmasına, arttırılmasına veya eksilmesine karar verebilir, diyor. Dolayısıyla tartışacak hiçbir şey yok. Kanun yeterince açık. Üstelik bu nafaka konusunda iki defa anayasa mahkemesine başvuruldu ve anayasa mahkemesi yoksulluk nafakasının sosyal adalet ilkesine uygun olduğunu, boşanmadan sonra diğer tarafın maddi durumunun da sosyal adalet ilkesi çerçevesinde desteklenmesi gerektiğini söyleyerek bu başvuruları reddetti. Yani dolayısıyla koparılan feryatların hepsi son derece desteksiz, hiçbir haklı gerekçesi yok ve böyle bir düzenleme yapıldığı takdirde kadınlar hiçbir koşulda boşanamayacaklar. Zaten şu anda birçok kadın boşanmanın eşiğinde olduğu hâlde maalesef ki gidecek yeri ve ekonomik gücü olmadığından veya bazı toplumsal algılardan dolayı boşanma davasını açmaya zaten cesaret edemiyor. O evdeki ekonomik, psikolojik, cinsel ya da fiziksel her tür şiddete katlanmak zorunda kalıyorlar. Ta ki artık hayatlarına kastedildikleri ve gerçekten ölüm raddesine geldikleri zamana kadar. Onun için de yoksulluk nafakası konusunda koparılan o feryatlara hiç kulak asmayın. Kanunda yeterince düzenleme var ve bu düzenleme çerçevesinde hareket edildiği takdirde hâkimlerin zaten dediğim gibi takdir yetkileri var. Dolayısıyla hâkimler bunu çok rahatlıkla halledebilirler, asla yeni bir düzenleme yapmaya gerek yok. Çünkü kadınlar zaten yeterince ekonomik şiddet altındalar.

Peki erkekler ne yapıyorlar? Eve belli bir oranda para -kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir para çünkü onlar asla bu paranın ortak bir para olduğunu düşünmüyorlar- bırakıyorlar ve kadınların bununla her şeyi yapmalarını bekliyorlar ya da hiç para bırakmıyorlar. Ben boşanma davalarında hep şöyle bir söylemle karşılaşıyorum: “Ben çalıştım, o evde oturdu. Ben ona bir kuruş vermem.” Sanki o evde hiç çalışmadı, ev içinde hiç emeği yok. Halbuki Medeni Kanun’da son düzenlemeyle kadının ev içindeki ücretsiz emeğinin karşılığı erkeğin dışarıda çalışmasıyla eşit hâle getirildi. Bir boşanma davası söz konusu olduğunda kadının çalışıp çalışmadığına bakılmıyor. Yine bir mal varsa o mal paylaşıldığında kadın çalışıyor mu çalışmıyor mu, ne katkıda bulunmuş diye bakılmıyor. Erkeğin dışarıdan getirdiği çalışma karşılığının ücretiyle kadının ev içindeki ücretsiz emeği eşdeğer kabul ediliyor. Biz yüzyıllardır, kadınlar olarak ne için mücadele ediyoruz? Eşitlik için, değil mi? Sadece eşitliği sağlamak için mücadele ediyoruz. Sendikal alanda, hukuk alanında… Diğer taraftan yoksullukla baş edebilmek için de sürekli bir mücadele içerisindeyiz. Ama bu mücadelede beni en mutlu eden şey kadınlar olarak gerçekten çok güzel bir dayanışma ve örgütlenme sergiliyor oluşumuz. Biz bir araya gelmeyi başarıyoruz, bundan sonra da bir araya gelmeyi başaracağız. Hep birlikte direne direne kazanacağız.

BÜKAK: Teşekkür ederiz konuşmalarınız için.

Soru: BÜKAK’ta yoksullukla ilgili okumalarımızda sizin raporlarınıza bakıp tartışırken de yevmiyeyle çalışan insanların pandemiyle beraber tamamen yoksulluğa düştükleri ve hiçbir gelirlerinin kalmadığı üzerine konuştuk. Bu durumda evsiz kalma meselesinden bahsettik. Türkiye’de birçok insan ev kirasını ödeyemiyor. Sonuç olarak biraz da aile bağlarındaki yakınlık sebebiyle, ailelerinin yanına geçiyorlar. Bunun bir kavramsallaştırması var mı bilmiyorum ama kendine ait bir evde yaşamayı karşılayamama hâlinde birtakım geleneksel ağların etkisiyle ailenin yanına geçerek hayatta kalma mekanizmaları devreye girebiliyor. Bu duruma dair veri var mı ya da bir araştırma yapabiliyor musunuz?

Selen Yüksel: Şu an bizim buna dair “Şu kadar aile tekrar aynı evde birleşti.” gibi bir verimiz yok ancak yapılan çalışmalar buna işaret ediyor. Pandemi döneminde özellikle birkaç ailenin aynı evde toplandığı çok fazla durum oldu. Bizim de takip ettiğimiz ailelerde şununla çok karşılaştık: Bir gecekondu var ve evini kaybeden kişi ailesinin gecekondusunun bahçesinde çadır kuruyor ya da baraka yapıyor, orada yaşamaya başlıyor. Bu her zaman çadırla baraka olmak zorunda da değil. Pandemi döneminde ev nüfuslarının giderek kalabalıklaştığına dair veriler var. Burada aileler birleşiyor aslında. Dört kişi yaşayan bir ailenin yanına, bir kardeş evsiz kaldığı için çocuklarıyla birlikte yerleşiyor ve yedi sekiz kişilik aileler oluşuyor. Bir taraftan evsiz kalan kişiler de var, ailelerinin yanına taşınmak zorundalar. Ama o evlerde aslında şiddet de olabiliyor ve bizim bu dönemde pek çok kadından aldığımız şikayetlerden biri de şuydu: Ailemin yanına döndüm ama burada rahat değilim, burada yaşayamıyorum. Yanında kaldığı kişinin çocuklarına şiddet uygulaması ya da kendisine psikolojik şiddet uygulaması sebebiyle kadınların o evlerde rahat etmediği için özellikle kira desteği konusunda birçok başvuru aldık. Ailelerin bir araya gelmesinin bir dayanışma tarafı olsa da her zaman o ev içinde bir yaşam alanına sahip olabilecekleri anlamına gelmiyor.

Soru: Yoksulluk ve derin yoksulluğun tam olarak ayrımı nedir? Sadece niceliksel bir ayrım mı yoksa daha ayrıntılı bir açıklaması var mı?

Selen Yüksel: Yoksulluk geleneksel olarak ekonomik ölçeklerle belirlenen bir durum. Yoksulluk dediğimizde genellikle ekonomik yoksunluktan bahsediyoruz. Dünyada deep poverty ve extreme poverty olarak kullanılan kavramları biz Türkçeye derin yoksulluk veya çok boyutlu yoksulluk olarak çeviriyoruz. Bu kavramlar bir yanıyla ekonomik yoksunluk durumunu, diğer yanıyla da sosyal olarak dışlanma durumunu ifade ediyor. Derin yoksulluk aynı zamanda ekonomik yoksunlukla birlikte gelen imkânsızlığı ve araçlara sahip olmamayı belirtiyor. Yalnızca ekonomik değil, sosyal durumdan da bahsetmiş oluyoruz. Derin yoksulluk veya çok boyutlu yoksulluk belirlenirken kullanılan ölçekler, temel ekonomik yoksunluğun yanında yoksulluğun psikolojik ve sosyal boyutunu da içeriyor. Derin yoksulluğun en önemli boyutlarından biri de nesilden nesile aktarılan, içinden çıkılması mümkün olmayan bir yoksulluk olması.

Soru: Farplas grevinde grevin işveren üzerinde ne etkisi oldu? Diğer iş kollarındaki grevler ile bir ilişkiniz var mı? Bir de şu konudaki fikrinizi merak ediyorum: Grevlerde işçinin üretimi kesmesi ile işveren üzerinde bir baskı oluşmasını bekleriz. Son dönemlerde gözlemlediğim kadarıyla tüketicinin tepkisi de işverenin fikrini değiştirebiliyor. Mesela Migros’ta dikkatimi çeken şeylerden birisi, tüketici Migros’tan alışveriş yapmayı bırakınca bu Migros’un markasına negatif bir intiba oluşturuyor. Müşteri kaybediyoruz endişesi geri adım atılmasına neden oldu diye düşünüyorum. Bu durum şu açıdan önemli: İşçi sınıfının mücadelesinde üretenin üretimi kesmesi işverene zarar veren bir durumken işin içine bir de tüketici faktörü giriyor. Bu benim dikkatimi çeken bir durum. Bu konudaki görüşünüzü merak ettim. Migros ürünlerinin tüketimi bizim için daha erişilebilir ancak Farplas’ta durum bu değil. Bu noktada tüketici tepkisi işvereni nasıl etkiler?

Betül Oral: Dediğiniz gibi Migros’un çok geniş bir açısı vardı ve ayaklanmaya da uygundu çünkü tüketicisi çok fazlaydı. Bizim öyle bir durumumuz söz konusu değil çünkü biz dünya devlerine parça üretiyoruz; Renault, Toyota, Tofaş, Fiat, Mercedes’e kadar. Baktığınızda büyük şirketlere üretiyoruz ama onların bile kapısına gittiğinizde içeri sesinizi duyurmanız bayağı zor oluyor. Biz Toyota’nın kapısına gittik, bayağı ses getirdik. Aynı şekilde Toyota’nın işverene ciddi bir baskısı oldu, bunu da biliyoruz. Ama dediğimiz gibi bizim şirketimiz Türkiye’nin arabasına da parça üretiyor, Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu’na (TOGG) da. TOGG’un araştırmaları genelde bizim fabrikalarımızda, Ar-Ge merkezlerimizde yapılıyor. Bu yüzden ciddi bir destek almış durumdalar. Yani onları yıkmamız hükümet de arkalarında olduğundan Migros’taki kadar kolay olmuyor maalesef ve biz de bunun farkındayız. Dediğim gibi Toyota’ya gittik ama Toyota çok geniş bir havzada olduğu için biz sadece kapısında durabildik, içeri giremedik. İleriki süreçte belki Renault’ya gideceğiz, bilmiyoruz. Aslında yurt dışına da çok fazla üretim yapıyoruz. O alandan da sıkıştırmaya çalışıyoruz, yani yurt dışındaki tedarikçilerle görüşerek onların da bir baskı yaratmalarını sağlamak açısından. Türk Metal Sendikası’nın şu anda içeride örgütlenmeye çalışması bizim işimizi daha da zorlaştırıyor. Bu yüzden işveren bizimle bizzat iletişime geçmiyor ve sendikayla iletişime geçmediğini de biliyoruz. Valilerle, hükümetle çaylar içilip sohbetler ediliyor; onun da haberleri geliyor. Ancak işveren bizimle hiçbir şekilde bire bir konuşmuyor ve polisi kapısında bekletiyor, polis bizimle muhatap oluyor.

Direnişteki diğer arkadaşlarla sürekli iletişim hâlindeyiz. Onlardan videolar, destekler geliyor; bizden de aynı şekilde. Dediğim gibi Migros çok iyi bir örnek; Yemek Sepeti şu anda hâlâ direniyor, çok fazla kullanıcısı var ve ulaşabilecekleri insanlar çok fazla. Bu yüzden ben şu süreçte onların da kazanabileceğini düşünüyorum. Trendyol da aynı şekilde çok ciddi bir kazanım elde etti, onun da kullanıcısı çok fazla. Bildiğiniz gibi Migros’tan alışveriş yapmayacak bir kesim oluşabiliyor ama Farplas’ta maalesef öyle bir durum yok. Evet baskılar sürüyor, cezalar kesiliyor. Farplas ciddi paralar ödüyor büyük şirketlere ama bu da onları durdurmuyor maalesef. Dediğim gibi fazla güçlüler ama biz yine de mücadele edeceğiz ve asla yılmayı da düşünmüyoruz.

Nuran Gülenç: Ben bir ekleme yapayım. Özellikle işçi eylemlerinde tüketici boyutunun devreye girmesi 1970’li ve 1980’li yıllarda çok yaygın olarak dünyada kullanıldı. “Bu ürünleri tüketmiyoruz.” meselesi özellikle tekstil sektöründe başladı. Çeşitli firmalarda -örneğin- çocuk işçiliğinin kullanıldığını müşterilerin fark etmesiyle Avrupa düzeyinde birçok eylem örgütlendi. Hatta hâlâ böyle tüketici örgütleri bile var. Ben bir dönem Clean Clothes Campaign (Temiz Giysi Kampanyası) diye bir kampanyanın Türkiye kurucularındandım. O zaman da tekstil sektörü üzerinden tüketicilerin gücünü kullanarak, markaların imajına oynayarak bir baskı oluşturmak çok etkili olmuştu. Bundan önce Deri-İş Sendikası’nda örgütlenme uzmanı olarak çalışıyordum, o zamanlar bunun üzerinden örgütlenme çalışmaları ve kampanyalar yapmaya çalıştık. Uluslararası kampanyalar hazırladık. Türkiye’de uluslararası tedarikçilik yapan firmalarla sınırlı kalmayıp tedarikçisi oldukları firmalara karşı da kampanyalar örgütledik. Bu çok etkili bir yöntem ama her sektör bu kadar şanslı değil. Migros’un da benzer bir şansı var çünkü Migros adıyla birebir tüketiciyle temas ediyor. Onun için iyi örgütlenmiş bir müşteri baskısının işveren üzerinde önemli bir etkisi var. Migros işçilerinin özellikle eyleme başladıkları dönem içerisinde, ülkenin birçok yerindeki Migros fabrikası birçok destekçi grup tarafından basıldı. Protestolara neden oldu ve bunun üzerinden bir sürü eylem örgütlendi. Bu da Migros’un itibarını korkunç derecede zedeleyen bir durumdu. Böyle eylemlerden sonra, özellikle de 80’li yıllardan sonra uluslararası markalar müşterilerinin güvenini tekrar kazanabilmek için çok ciddi paralar harcamak zorunda kaldı ve burada “denetim” denen bir mantık oluştu. Denetçi, sosyal uygunluk gibi kavramlar gündeme geldi. Bu firmalar kendilerini denetleyip, onay alıp müşterilerinin karşısına “Bakın biz ne kadar temiz üretiyoruz.”, “Bizim işçilerimiz hiçbir hak ihlâli ile karşılaşmıyor.” ve “Biz şu firmanın, bu firmanın üyesiyiz” diyerek çıktılar. Kendi itibarlarını toplayabilmek için kimi üçüncü taraf kuruluşlara üye olmaya başladılar. Ama metal sektörü bu tedarik zinciri parçalandığı ve bunların müşterisi de çoğu zaman araba müşterisi olduğu için bu anlamda biraz şanssız. Araba sürekli tüketilen ve alınabilen bir şey değil. “Bilmem ne” markasının arabasının “bilmem neresindeki” enjeksiyon parçasını yapan bir firma. Şimdi bunun üzerinden nasıl bir tüketici örgütlenmesi olabilir? Bununla ilgili henüz uluslararası alanda da bir örgütlenme tipi bulunabilmiş değil. Başka ülkelerde örgütlülük varsa sendikalar üzerinden dayanışmalar söz konusu olabilir. Biz çok araştırdık. Tekstil sektöründe bu çok yaygın, kimi sektörlerde çok iyi işliyor ama araba ya da metal sektöründe olmuyor.

Soru: Şükran Eroğlu’ya bir soru sormak istiyorum. Bahsettiğiniz Medeni Kanun’un parça parça geri alınmasında Boşanma Komisyonu Raporu’nun yol haritası olduğunu konuşuyoruz. Bu rapor boşanmaların artmasını engellemek amacıyla çıkan bir rapordu. 6. Yargı Paketi’ndeki12 konulardan biri de boşanmaların kolaylaştırılması, bu konuyu nasıl yorumlarsınız? Çok çelişkili bir durum olarak görünüyor. Boşanmanın bir an önce sonlanması için nafaka gibi süreci uzatan konuların sonradan görülmek üzere ayrıştırılması söz konusu. Boşanmayı engelleme amacını taşıyan bir çabanın erkekler açısından boşanmayı kolaylaştırma gibi bir noktaya gelmesi hakikaten komik bir durum. Bu konu hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum.

Şükran Eroğlu: “Boşanmalar kolaylaştırılıyor ve bir yandan da aile korunuyor. Bu çelişkili değil mi?” Hiç çelişkili değil. Aslında bunun altında yatan amaç yine aileyi tamamen egemen kılmak ve kadını hareketsiz hâle getirmek. Boşanma davaları eğer çok çabuk sonuçlanırsa kadınlar yine ekonomik olarak çok zor durumda kalacak. Çünkü biz boşanma davası açtığımızda öncelikle bir tedbir nafakası istiyoruz. Yani dava bitene kadar önden bir nafakaya hükmedin ki kadın hayatını idame ettirebilsin. Boşanma kolaylaştırılırsa tedbir nafakası verilmeyecek. Dolayısıyla kadınlar hiçbir şey alamadan boşanıp sonra tazminat ya da nafaka gibi hakları için yıllarca mücadele etmek zorunda kalacaklar ve bu birçok kadının göze alamayacağı bir şey olacak. İstediklerini tam da bu yolla sağlayacaklar. Kadınlar boşanma davası açıp hiçbir şey alamayıp senelerce alıp alamayacakları belli olmayan nafaka için uğraşmak zorunda kalacaklar. Erkekler işten çıkıyorlar, sigortasız çalışıyorlar, mallarını üçüncü kişilere devrediyorlar. Bu sırada eğer mal rejiminin tasfiyesi açılmamışsa mahkeme o mallara tedbir koymuyor. Mal rejiminin tasfiyesinin açılması için harç yatırmak zorunlu, kadınların böyle bir gücü olmuyor. Dolayısıyla kadınlar boşanma davası açmaya cesaret edemeyecekler.

Soru: Benim Şükran Eroğlu’na bir sorum olacaktı. Az önce konuşmanızda Medeni Kanun’un yoksulluk nafakasına dair düzenlemelerinin oldukça açık ve net olduğundan, buna ek olarak hâkimin takdir yetkisinin de bulunduğundan bahsettiniz. Özellikle aile mahkemesinin görev alanına giren davalarda hâkimin takdir yetkisinin ön planda olduğunu görüyoruz. Bir yandan da aile konuları, toplumsal örf ve âdetlerle çok iç içe geçen bir alan. Sormak istediğim şu: Aile mahkemesinin verdiği kararlarda bu hâkimin takdir yetkisinin eğilimleri ne yönde oluyor? Daha çok toplumsal örf ve âdete kayma gibi bir durum mu oluyor yoksa daha mı farklı? Yani kararlarda nasıl bir eğilim var? Çünkü adaletin ideal düzlemde uygulandığını varsaydığımızda böyle bir boşluğun bırakılması bir yandan olumlu bir şey.

Şükran Eroğlu: Tabii hâkimin takdir yetkisi var ama kanunun da öngördüğü şartlar var. Yani takdir ederken o şartları incelemek ve her olayı da kendi içerisinde, kendi alanında değerlendirmek zorunda. Böyle olunca bir dosya diğeriyle eşit olmayabiliyor, aynı kararlar verilmeyebiliyor. Yani hâkim, takdir yetkisini kullanırken yasaların sınırları içerisinde kalmak zorunda. Kendisi orada tamamen tarafsız olmak zorunda; siyasi fikri, inanışı, dinî eğilimi gibi faktörlerin hiçbiri onun kararında etkili olmayacak. Bugüne kadar çok etkili olduğunu görmedik. Yalnız şöyle bir sıkıntı yaşıyoruz: Maalesef ki FETÖ operasyonlarından sonra çok yeni, konuya vâkıf olmayan hâkimler göreve başladı. Aile mahkemeleri kanunu ilk çıkarıldığı zaman aile mahkemesi hâkimleri için belli standartlar getirilmişti. Bu standartlara göre yetkili hâkimler evli, çocuklu, bu konuda ihtisas ve belli bir yıl hâkimlik yapmış olmalıydı. Şimdi maalesef onların hepsi bir kenara bırakıldı ve bizim baro başkanımızın dediği gibi, “çocuk gelinler gibi şimdi de çocuk hâkimlerle” uğraşıyoruz. Hukuk bilmeyen ve bazen de kendi iradesiyle bir şeyler yapmaya çalışan hâkimler… Tabii onlara karşı da bir hukuk savaşı veriyoruz. Şu ana kadar çok zorlandığımız bir şey olmadı. Umarız ki bundan sonra da olmaz. Diğer taraftan yasa düzenleyicilerin sürekli olarak ivmeyi kaydırmaya çalışmaları çok tehlikeli. Ceza hukukunda bunu yapıyorlar mesela. Son derece hukuksuz işlemler, hukuksuz tutuklamalar ve yargılamalar yapılıyor. İnsanlar yıllarca cezaevlerinde yatıyorlar ve savcılar iddianame düzenlemiyor. Orada çok ciddi hukuk ihlalleri var. Henüz hukuk davalarında bu çok bariz olarak göze çarpmıyor, umarız ki çarpmaz. Ama böyle düzenlemelerle boşanma kolaylaştırılması ve yoksulluk nafakasının süreli olması gibi birtakım uygulamalar getirilirse bu alanda da çok ciddi mağduriyetler ve çok ciddi problemler olacaktır.

Soru: Ben öncelikle Şükran Eroğlu’na tam olarak anlayamadığım bir nokta hakkında bir soru sormak istiyorum. Aile kurumu devlet tarafından neden bu kadar korunuyor? İkinci sorumu aslında hepinize soruyorum çünkü hepiniz anlattığınız bu sorunlar hakkında aktif bir şekilde çözüm bulmaya çalışan insanlarsınız. Ben bu konular hakkında sadece kitap okuyorum ve size kafamı yastığa koyduğumda huzursuz geçirdiğim akşamları anlatamam. Bir birey tek başına bu sorunlar karşısında neler yapabilir?

Şükran Eroğlu: Aileye devletin bu kadar karışmasının sebebi bizim gibi ülkelerde devletin her şeye karışıyor olması. Yani sadece aileye değil; bizim bedenimize, kaç çocuk doğuracağımıza, nerede güleceğimize, nerede konuşacağımıza karar veriyor. Bu son derece faşizan bir sistem ancak maalesef ki hukuk sistemimiz de buna izin veriyor. Aile korunması gereken toplumun en küçük üyesi ama ailenin de kendi içinde özgürlüğünün olması gerekiyor. Bu ülkede maalesef ki özgürlükten çok bahsedemeyeceğimiz için -devlet de her alana burnunu soktuğu için- aileyi de tasarlamaya çalışıyor. Her gelen iktidar bunu kendi siyasi görüşü doğrultusunda yapmaya çalışıyor, kötü olan taraflarından biri de bu. Hayatın her alanında sürekli bir siyasi müdahale görüyoruz. Kimsenin kendi bedeni, hayatı, ilişkileri konusunda özgür olmasına izin verilmiyor. Dün, 8 Mart’ta kadınların yürüyüş yapması engellendi ama Anayasa’da hâlâ yürüyüş hakkı var. Anayasa’da tabii cumhurbaşkanının tarafsız olması gerektiği de var. Anayasa sadece bir isim olarak kaldı ne yazık ki. Hiç umutsuzluğa kapılmayın. Bunlar değişecek. Bunları hep birlikte mücadele ederek, el ele vererek, direnerek değiştireceğiz çünkü ben bu ülkedeki ve tüm dünyadaki kadınların çok güçlü olduğuna inanıyorum. Bu hukuku böyle yaptırmayı biz başardıysak bundan sonra bunu değiştirmeyi de biz başaracağız. Hiç umutsuz olmayın.

Selen Yüksel: Ben belki ikinci soruya bir cevap verebilirim. Ben 8 senedir Boğaziçi’nde okuyorum. Yüksek lisanstayım, lisansımı da burada yapmıştım. Mezun olmak üzereyim. Derin Yoksulluk Ağı’nın kurucu ekibinde Hacer Foggo var. Okumaları yaparken de haberdar olmuşsunuzdur ondan. Onun dışında hepimiz BUSOS’ta birbirini tanıyan gönüllü bir ekiptik. Oradan kurulan bir dayanışma ile Derin Yoksulluk Ağı’nı kurduk. Ekip kendini yenilemeye de böyle devam ediyor, aramıza eklenenlerin çoğu BUSOS’tan ve oradaki dayanışmanın içinden çıkıp gelen insanlar oluyor. Evet, bazen okumak ve bunların hepsinin farkında olmak ama hiçbir şey yapamamak çok büyük bir mutsuzluk döngüsünün içine sürüklüyor. Benim önerim şu: Boğaziçi bunun için çok açık bir yer. Burada BÜKAK’ta örgütlü kadınlar var, BUSOS gibi kulüpler de var. Dolayısıyla buradan başlayarak küçük de olsa yapılabilecek birçok şey var ve birçok şeyi kendimiz için o umudu sürdürebilmek için de yapıyoruz. Bu da okulun içinden minik bir tavsiye.

Şükran Eroğlu: Şunu da söylemek isterim. Birçok kadın örgütü var. Kadın örgütleri çok güçlü. Sizler hepiniz mutlaka oralarda çalışmalısınız. Sadece okumakla kalmamalısınız tabii…

Nuran Gülenç: Ben de üniversite yıllarımda bir aktivist olarak başladım bu işlere. Eğer gerçekten insanların hayatlarına dokunmak gibi bir niyetiniz varsa zaten o rahatsızlık sizi atacaktır dışarı çünkü o arayış öyle başlıyor. Ben de çok okuyarak başladım, hatta annemle de çok kavga ettim lise yıllarında üniversite yıllarında… “Yeter artık ya! Rengin soldu evin içinde, çık da yüzüne bir güneş vursun!” dediği zamanlar oldu. Dediğiniz gibi içinizdeki o huzursuzluk, o rahatsızlık sizi bir yerlere ulaştırıyor zaten. Benim de öyle oldu; sonra sendikalarla buluştum, siyasi bir yaşamım da oldu. Daha sonra sendikalarda devam ettim, feminist hareketle tanıştım. Bu tanışma ile kendime ilişkin birçok sorunun da çözümünü bulduğum süreç oldu. Mücadelemi orada sürdürmeye başladım. Sonra sendikanın içindeki işçi mücadelesi ve kadın mücadelesini gücüm yettiğince buluşturdum, insanların hayatlarına dokunmaya başladım. Yaptığım işten korkunç derecede tatmin oluyorum. Elbette, bir yandan hayatımı sürdürmek zorundayım ama burada çalışmak manevi yönden çok tatmin edici bir şey çünkü insanların hayatına dokunabildiğimi hissediyorum, bu çok güçlü bir duygu. Çok basit bir örnek veriyorum: Bir işçi kadın, şu anda sendikada “Hocam, boşanmak istiyorum ama nereye başvuracağımı bilmiyorum.” ya da “Kocam başıma bela olur.” dediğinde ben sendikanın organlarını harekete geçirebiliyorum. Bu şekilde evliliklerin içerisinden sorunsuz bir şekilde çıkardığımız arkadaşlarımız var. Ya da tacize uğradığını söylüyor kadınlar, üç dört yıldır çok aktif bir şekilde tacizle ilgili çalışmalarımız var sendikada. Bunu kadını koruyan bir yerden kuruyoruz. Onların beyanlarını esas alıp süreci hızlıca çözüyoruz. Kadınlar gelip rahat rahat tacize uğradıklarını söyleyip yardım istediklerinde onları oradaki dayanışma ve yönlendirmeyle o beladan kurtarabildiğimizi görmek bizim için en önemli şeylerden bir tanesi. Tabii gerçekten bir kadın politikası varsa bu sendikal örgütlülük böyle işliyor. Kolay değil bu işler onu hemen söyleyeyim. Böyle anlatınca sanki kolaymış gibi, birileri çıkıp da “Hadi yapın.” demiyor elbette ama o sonuçları gördükçe ve insanların hayatlarına dokunduğunuzu hissettikçe zorluğun hiçbir önemi kalmıyor. Zaten başka varlık nedenimiz yok, benim için öyle. Benim amacım işçi kadınların hayatlarını bulundukları yerlerde kolaylaştırmak, sendika kademelerinin içerisinde varlıklarını sağlamak ve temsiliyetlerini arttırmak. Bu temsiliyet ve bu politika dışında sendikanın kadınlar için yapacağı başka nedir ki zaten? Bütün sendikalar toplu sözleşme sendikacılığı yapıyor Türkiye’de, ücretler bir şekilde alınıyor. Öteki türlü kadınları sendikaya çekecek, onların özgün sorunlarını gündemine alacak bir şey yapması gerekiyor. Bu yönde yapabildiğim kadarıyla katkı koymak benim için çok önemli. Siz belki işçi olarak hayatın içine girmeyeceksiniz ama elinizdeki imkânları işçilerin, kadınların çıkarlarını korumak ve büyütmek için kullandığınızda çok büyük bir şey yapmış olacaksınız. Şu an en azından bunun farkındasınız, bu bile büyük bir kazanım. Herkes bunun farkında değil.

Şükran Eroğlu: Biz de İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak sadece akademik çalışma yapmıyoruz. Zaten bu masada oturan kadınlar olarak hepimiz mücadelenin içinden geliyoruz. Ben üniversiteye 1971-1972 döneminde girdim. Üniversitelerin en hareketli zamanlarıydı. Bizim zamanımızda ya sağcı ya solcu olmak zorundaydın. Biz tabii ki dünya görüşümüz nedeniyle solcu olduk. O tarihten bu yana mücadeleyi sürdürüyoruz. Ben düşündüğümde 50 yıldır, 17 yaşımdan beri mücadele ediyorum. Mücadele etmek insana gerçekten büyük bir güç veriyor. Hem kendimize büyük bir katkısı oluyor hem de hayatlara dokunuyoruz. Kadın Hakları Merkezi olarak bütün kadın cinayeti davalarını takip ediyoruz. Orada mutlaka avukatlar olarak bulunuyoruz, müdahale talebimiz oluyor, davalara katılıyoruz, kadına yönelik şiddet davalarında bizden destek istendiğinde o davalara da gidip mutlaka kadınlara destek veriyoruz. Bütün kadın örgütleriyle ortak çalışma yürütüyoruz. Eşitlik İçin Kadın Platformu vardır, çok ciddi bir örgütlenmedir, onun içinde de yine Baro Kadın Hakları Merkezi olarak varız. Kendi iç baromuzda da kendi merkezimizde de eğitimlerimiz var. Sürekli olarak eğitim yapıyoruz. Bunun haricinde aldığımız bütün davalarda kadınların bütün taleplerini karşılıyoruz: Sosyal destek isterlerse ilgili kurumlara gidiyoruz, sığınma evine girmek isterlerse sığınma evine yerleştiriyoruz. Kadının davasını aldığımızda sadece kadının davasını takip etmiyoruz, kadının hayatını da takip ediyoruz. Bu anlamda da özel eğitim veriyoruz. Bu özel eğitimi almayan arkadaşları da görevlendirmiyoruz çünkü kadın dayanışması çok önemli. Ben her zaman özellikle genç arkadaşlara kadın örgütlerinde çalışmalarını salık veriyorum çünkü biz kadınız ve daha yapacağımız çok şey var birlikte.

Soru: Ben Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 190 sayılı sözleşmesi13 hakkında bir soru sormak istiyorum. Az önce de tacize uğrayan kadınlarla toplumsal cinsiyeti ve beyanı esas alarak çalışma yürüttüğünüzden bahsettiniz. ILO 190’ın da en temelinde şiddeti ve tacizi önlemeye yönelik olduğunu biliyoruz ama sanıyorum yalnızca kadını koruyan bir yerden de yaklaşmıyor bu sözleşme. Peki kabul edilmesi, uygulanması durumunda kadın işçilerin hayatında neler değişir, nasıl katkıları olur?

Nuran Gülenç: ILO 190 sayılı sözleşme 2019 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü kongresi tarafından kabul edilen bir sözleşme. Bu sözleşmenin yürürlüğe girebilmesi için en az iki tane ülkenin imzacı olması gerekiyordu ve bu ancak 25 Haziran 2021’de uluslararası bir sözleşme niteliği kazandı. İstanbul Sözleşmesi uluslararası niteliği sınırlı bir sözleşme ama ILO Sözleşmesi, çalışma yaşamında şiddet ve tacizin önlenmesini gündemine alan ilk uluslararası sözleşme. Kimi uluslararası metinlerde bu alanlara girişler oldu ama ILO Sözleşmesi uluslararası olması ve çalışma yaşamına özgü bir standardı olması açısından oldukça önemli. Bunun tabii geçmişinde de #MeToo’dan başlayıp Time’s Up’a kadar yürüyen çok ciddi bir kadın mücadelesi ve feminist mücadele var. Uluslararası sendikaların devreye girmesi, kadın hareketinin baskısı sonucunda ILO bu sözleşmeyi gündemine aldı ve 2019 yılında ilk defa böyle bir sözleşmeyi ortaya çıkardı. Dediğim gibi çalışma yaşamında şiddeti sonlandırmak için var ama toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı şiddete özel bir vurgu var. Sözleşmeye göre kadınların karşı karşıya kaldığı şiddetin kaynağı toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Bunu önlemek için de işverenlere sorumluluk yüklüyor. Çalışma yaşamını da sadece bir işyerinin fiziki sınırlarıyla sınırlı tutmuyor, en önemli özelliği bu. İşle ilgili bütün alanları çalışma yaşamına dahil ediyor. Örneğin, siz bir iş için seyahat dahilinde gittiğiniz bir otelde tacize uğradıysanız sözleşmeye göre bu da işverenlerin sorumluluğunda. Sosyalleşme alanlarında tacize uğramanız ya da herhangi bir şiddet biçimiyle karşı karşıya kalmanız da işverenlerin önlemek için çalışmalar yürütmesi gereken alanlar olarak değerlendiriliyor. En iyi özelliklerinden bir tanesi bu, çünkü sözleşme özellikle kadına yönelik şiddet ve tacizin aynı zamanda bir iş sağlığı ve iş güvenliği sorunu olduğunu belirtiyor. Staj yerinde, kayıt dışı çalışanlara kadar tüm statüyü kapsıyor. Bu alanda politika üreterek farkındalık çalışmaları yürütmekle de işverenleri sorumlu tutuyor. Bu sözleşmenin içeriği, nereden müdahale edebileceğimiz, nasıl farkındalık oluşturabileceğimiz noktasından ön açıcı. Bir diğer özelliği -en iyi özelliklerinden bir tanesi bence- ev içi şiddeti de kapsaması. Bütün şiddet türleri gibi ev içi şiddetin de kadın işçinin istihdama girmesini engelleyen; onun ekonomik gelirini, statüsünü, sağlığını etkileyen bir sorun olduğuna değiniyor. Bunun için ev içi şiddete maruz kalan işçilerin desteklenmesi, ona yönelik politikaların hayata geçirilmesinin işverenin sorumluluğunda olduğu belirtiliyor. Bu anlamıyla oldukça geniş bir yerden bakan ve koruyan bir sözleşme. Ama neresindeyiz? İmzalamadık. Şimdi İstanbul Sözleşmesi’nden bile çıktık. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve LGBTİ+ kavramları, İstanbul Sözleşmesi’nde en çok tartışma yaratan kavramlardandır, burada da geçiyor. Bu yüzden ben bu sözleşmenin aynı hükümet var olduğu sürece imzalanacağını düşünmüyorum. Yani tekrar kadın hareketinin ve sendikaların peşine düşüp uygulanması için baskı yapacağı bir sözleşmenin altına AKP hükümetinin bir daha imza atacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla artık muhalefet partileri üzerinde çalışılıyor. Potansiyel bir tanesi gelirse o hızla hem İstanbul Sözleşmesi’ni yeniden uygulamaya koyabilir hem de bu sözleşmeyi de onaylayabilir diye umut ediyoruz. Onaylandığında iç hukuka yedirilmesi söz konusu ama ben bu hâliyle bile sendikaların bu sözleşmeyi hayata geçirme imkânı olduğunu düşünüyorum çünkü sendikalar illa bir sözleşmeyi hükümetin onaylamasını beklemek zorunda değiller. Öncelikle, toplu sözleşme düzeni içerisindeler ve bu düzen içerisinde uygulayabilirler; bu sayede hayata geçirebilirler. İkincisi, iş sağlığı ve güvenliği alanı. Bunun için de yasa değişikliği gerekmiyor çünkü iş sağlığı ve güvenliği bunun içine yedirilmeye çok müsait. Bu sorun, bir işçi sağlığı veya kadın işçi sağlığı sorunu olarak ele alınıp buradan politika da üretilebilir. Mevzuat buna uygun. Bizim en büyük sorunlarımızdan bir tanesi Türkiye’de toplumsal cinsiyet farkındalığı kadrolarının olmaması. İş sağlığı ve güvenliği alanında çalışan doktor veya uzmanların toplumsal cinsiyet eşitliği veya kadına yönelik ayrımcılık farkındalıkları yok. Bunlar çok ciddi sorunlar çünkü bu eğitimler çok temelden verilen eğitimler değil. Okullarda, eğitimlerin bir parçası hâline getirilmemiş. Ben de sendikamda ya da temas ettiğim iş yerlerinde karşılaştığım uzmanlarda en çok bu eksiği görüyorum, farkındalıkları hiç yok. Biz onlara toplumsal cinsiyete dayalı risk değerlendirmesinin nasıl yapılacağını öğretmek zorunda kalıyoruz. Ya onlara biz anlatmak zorunda kalıyoruz ya da sözleşme maddesi koyuyoruz ki bu yönden de bir politika üretilsin. Dediğim gibi imzalanırsa ülke açısından prestijli ve kadın hareketinin de sahip çıkabileceği, sendikalı sendikasız her yerde peşine düşebileceğimiz bir sözleşmemiz olmuş olacak.

Soru: Benim Betül Hanım’a bir sorum var. Grev alanındaki kadınların deneyimleri nasıl farklılaşıyor? Karşımda çok genç bir kadın görüyorum. Orada evli bir kadın olarak var olmak ne demek? Çocuklu bir anne olarak o grev alanında var olmak ne demek? Bu deneyimlerin o grev alanındaki sürece etkileri var mı? Bunlar bir taraftan çok temel, insani ve gündelik pratikler. Bu gündelik pratikler kadınları o eylem veya grev alanında nasıl etkiliyor?

Betül Oral: 27 yaşındayım ben, fazla tecrübem yok. Sendikayla yeni yeni tanışıyorum zaten. Baktığınızda çok eski de bir işçi değilim Farplas’ta. Ama gördüğüm ve deneyimlediğim kadarıyla yani direniş alanında beraber direndiğim ablalarımdan yola çıkarak anlatacağım size. Bir örnek vereyim: Çocuğunu diğer çocuğuna bırakıp gelen bir arkadaşımız vardı. Küçük çocuğu ateşlendiğinde büyük çocuğu fark etmediği için ciddi sağlık sorunları yaşadı. Biz oraya her şeyimizi evde bırakıp geliyoruz. Evet ben bekarım, belki benim için diğer kadınlara nazaran biraz daha rahat ve ben istediğim gibi hareket edebiliyorum ama onların yaşadığı zorlukları görebiliyorum. Bazı arkadaşlarımız tek başına çocuklarını okutuyor. Boşanmış ve hiçbir ek geliri olmayan, bizimle direnen kadınlar var. Borcu olan çok arkadaşımız var. Kadınların direnmesi erkeklere göre daha zor oluyor. Hem dirayet açısından hem psikolojik açıdan daha zor oluyor çünkü hep biraz daha geri kalmak gibi bir durumumuz var kadınlar olarak. Tam tersi, Farplas direnişinde biz en öndeyiz. O yüzden yağmur, çamur, kar demeden gidiyoruz ve “Biz gökten taş da yağsa oradayız!” diye slogan atıyoruz. Evde eşiyle bu konuda tartışan çok kadın var. Bir gün, Türk Metal Sendikası’nın örgütlendiği haberi geldi ve gece on birde fabrikanın önüne gittik. Oraya eşiyle kavga edip gelen birçok kadın vardı. Bazen bazı arkadaşlarımızın evlilikleri bile tehlikeye giriyor. Bunu asla göz ardı etmiyoruz tabii, birbirimizin desteğiyle oradayız. Bir gün biri gelmediğinde ona küsmek yerine onu anlıyoruz ya da ertesi gün biz gelmediğimizde o bizim yerimizi dolduruyor. O yüzden birlikte olmak, direnmek, yan yana olmak aslında bizi daha güçlü yapıyor. “Kadınlar birlikte güçlü” diye bir slogan var. Biz birlikte güçlüyüz. Fiziksel zorlukları geçtim, bu süreç psikolojik açıdan daha fazla yoruyor bizi. Dediğim gibi, direndikçe güçleniyoruz. Biz kadınlar maalesef mücadele etmeden Türkiye’de bir şey elde edemiyoruz, bunu öğrendik. Ben sendika ile yeni tanıştım, önceden benim de haberim yoktu ama şu an kendimi çok daha güçlü hissediyorum. Az önce bir arkadaşımız sadece kitap okuyabildiğini söyledi. 2 ay öncesine kadar ben de sadece kitap okuyabiliyordum; evden işe, işten eve giderdim. Biz kadın örgütleri ile bu direniş sayesinde tanıştık. Bir anda bir olayın içine düşüyorsunuz, süreç boyunca öğreniyorsunuz ve inanın ondan sonra daha gururlu hissediyorsunuz. O yüzden “Ben bir şey yapamıyorum” diye düşünmektense “Ben nasıl bir şey yapabilirim?” diye düşünmek bence daha doğru.

Soru: Farplas direnişi ile alakalı Ekmek ve Gül’e çok fazla röportaj verilmiş, oradan çok fazla içerik okuduk. Çalışma koşullarına dair beni şok eden şeylerle karşılaştım. Su içmeye bile izin verilmediğini okudum. Örneğin, ilaç içmesi gereken ama makinenin başından kalkmasına izin verilmeyenleri ya da bir kadının çok yoğun çalışma koşullarında düşük yaptığını okuduk. Okuyunca “Nasıl çalışma koşulları bunlar, hangi devirde yaşıyoruz?” dedim. Acaba bu olaylara yönelik de bir hukuk mücadelesi yürütülebildi mi? Çünkü çok ciddi ihlaller var gibi görünüyor. Bir yandan da şu an çalışmaya devam eden insanlar var ve sizin de söylediğiniz gibi çalışma koşulları daha da kötüleşmiş vaziyette. Bu insanlarla ilişki kurmanın bir yolu var mı veya sendikanın burada ilişki kurabileceği bir alan açılabilir mi?

Betül Oral: Öncelikle içerideki çalışma koşulları gerçekten okuduğunuz gibiydi. Çünkü seri üretim yapılan bir fabrika ve makineden sürekli bir parça geliyor. Makinenin durması gibi bir durum yok içeride. Sadece pazar günleri duruyor, onun dışında 24 saat sürekli bir seri üretim var. Seri üretim olduğu için makine başında çalışan elemanın makineyi bırakıp gitmesi gibi bir şey söz konusu olamıyor maalesef. Onun yerine başka bir arkadaşı görevlendirilirse diğer işçi tuvalete gidebiliyor. Bu yapılmadığı zaman o insanlar doğal olarak bir saat, iki saat, üç saat beklemiş oluyorlar ve gerçekten izin alarak çıkıyorlar. Onların yerine takım liderleri de bakabiliyor ama dediğim gibi tuvalete gidecek kişinin yerine birini bulmadan gitmesi mümkün olmuyor. Makine kapatıldığında da bizim bir üst amirlerimiz tarafından “Neden kapatıldı? Bunun devam etmesi gerekiyor.” gibi tepkiler geliyor. Hamile kadın işçiler için ise düşük yapma riski ortaya çıkıyor. İçeride üretilen parçalar kasalara konuluyor ve kasalarla sevk ediliyor. Hamile kadınlar da bu ağır kasaları kaldırmak zorunda kaldıkları için düşük yapma riskleri çok yüksek. Dediğim gibi, işçiler ilaç içmeye bile izin alarak gitmek zorunda kalıyor ve makineyi terk ettiklerinde tutanak tutulması söz konusu oluyor. İş alanını terk ettikleri için haksız duruma düşüyorlar ve bunu amirlerine bildirmedikleri için adlarına ayrı bir tutanak daha tutulabiliyor. Gerçekten ağır koşullar altında çalışılıyor, biz bunlardan bahsettiğimizde ise yalanlıyorlar. Bahsettiklerimizin gerçek olmadığını, provokatörlük yaptığımızı iddia ediyorlar. Ama içerideki gerçek durumu içeride çalışanlar biliyor, onlar değil. Bizim direnişimiz başladıktan sonra bizimle konuşmaya çıkar diye korktukları için elemanları tuvalete bile takım liderleriyle gönderiyorlar, bir fabrikadan diğer fabrikaya insan kaynaklarına gidecek elemanın yanına polis koyuyorlar.

Nuran Gülenç: Mobbing gibi davaların kazanılması çok zor. Bu süreçleri ispatlamak çok zor. İşçinin şikâyeti lazım ama işçi, iş kaybetme korkusuyla yıllarca böyle çalışıyor. İşlerini kaybetmemek için bunu bir dava konusu yapamıyorlar. Yaşadıkları olaylar ne zaman ortaya çıkıyor? Sendikal örgütlenme gibi nedenlerle, bizlerle temas ettiklerinde ya da kapı önünde bir direniş olduğunda işçiler bize yaşadıklarını anlatıyorlar. Şimdi geri dönüp böyle davalar açılması hukuken ne kadar sonuç alır? Biz zaten sendikanın oraya girmesi için bir mücadele veriyoruz ve sendika oraya girdiği zaman bu sorunlar için bir çözüm aracı oluyor.

BÜKAK: Konuşmacılarımıza ve katılımcılarımıza bugün burada oldukları için tekrar çok teşekkür ediyoruz. Dayanışmayla kalın!

  1. #EvdenDeğiştir Derin Yoksulluk Ağı’nın, derin yoksulluk yaşayan kişilere destek sağlamak için başlattığı bağış kampanyasıdır. Detaylı bilgi için bkz., Derin Yoksulluk Ağı, 11 Eylül 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://derinyoksullukagi.org/evdendegistir/>
  2. Kadın Yoksulluğu Hakkında Bilgi Notu: Talepler, 11 Eylül 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://derinyoksullukagi.org/wp-content/uploads/2022/03/22164_DYA_TaleplerBilgiNotu-copy.pdf>
  3. Derin Yoksulluk Ağı, Hikayenin Yok Hali, 2022. Kitaba Derin Yoksulluk Ağı’nın internet sitesi üzerinden ulaşabilirsiniz. 11 Eylül 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://derinyoksullukagi.org/wp-content/uploads/2021/10/HIKAYENIN-YOK-HALI.pdf>
  4. A.g.e., s. 108
  5. A.g.e., s. 50
  6. A.g.e., s. 123
  7. Elif Turgut, “Patronu ‘Yılın Meleği’ seçilen Farplas kadınlar için cehennem”, 10 Şubat 2022, 5 Ekim 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://ekmekvegul.net/gundem/patronu-yilin-melegi-secilen-farplas-kadinlar-icin-cehennem>
  8. “İlk müftü nikahı Diyarbakır’da kıyıldı, çifte beş çocuk tavsiyesi geldi”, 15 Kasım 2017, 5 Ekim 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://www.diken.com.tr/ilk-muftu-nikahi-diyarbakirda-kiyildi-cifte-bes-cocuk-tavsiyesi-geldi/>
  9. Türk Medeni Kanunu, 2001:175.
  10. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982:10.
  11. Türk Medeni Kanunu, 2001:176.
  12. 6. Yargı Paketi 23 Haziran 2022’de kabul edildi.
  13. “C190-Violence and Harassment Convention”, 21 Haziran 2019, 5 Ekim 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://www.ilo.org/dyn/normlex/en/f?p=NORMLEXPUB:12100:0::NO:12100:P12100_INSTRUMENT_ID:3999810:NO>