Türkiye’nin Gittiği Yol
Esra Aşan / 12 Ekim 2022
Çeşitli dini tarikatlar ve ülkücü çevrelerin oluşturduğu Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun geçtiğimiz günlerde İstanbul’da örgütlediği Büyük Aile Buluşması mitingi, LGBTİ+’ları destekleyen tüm etkinliklerin yasaklanmasını ve suç kapsamına alınmasını talep ediyordu. Miting üzerine yürütülen tartışmalardan biri de mitingin Türkiye’nin iteklenmek istendiği yol, siyasi olarak hangi coğrafyaları, ülkeleri model aldığı üzerineydi. Mesela Halk Tv’de yayınlanan “Konuşmasak Olmaz” programında gazeteci yazar Kadri Gürsel Ortadoğu, Asya ve Afrika’da eşcinselliği suç kapsamına alan ülkelerden ve cezalardan örnekler verirken Türkiye’nin Batı dünyasından uzaklaştığına ve şeriat kanunlarıyla yönetilen ülkeleri model aldığına işaret ediyordu. Transların haklarıyla ilgili düzenlemeleri tam olarak bilmesem de Kadri Gürsel’in de belirttiği gibi eşcinsellik İslam hukukuyla, şeriatla yönetilen pek çok ülkede suç kapsamında yer alıyor ve eşcinsellere hapis, recm (taşlanarak öldürülme), idam gibi ağır cezalar uygulanıyor.
LGBT Hakları sitesine referansla belirtecek olursak, Moritanya’da eşcinsel erkeklere recm, kadınlara hapis cezası veriliyor; trans erkekler orduya alınmıyor. Birleşik Arap Emirlikleri heteroseksüel olmayan tüm cinsel faaliyetleri suç kapsamına alıyor; Suudi Arabistan ve Sudan’da olduğu gibi eşcinselleri kırbaç, hapis ve ölümle cezalandırıyor. Yemen erkeklere idama varan çeşitli kademelerde cezalar uygularken lezbiyenleri idamdan muaf tutarak hapisle cezalandırıyor. Başını ‘doğru şekilde’ örtmediği için ahlak polisinin uyguladığı şiddet sonucu hayatını kaybeden Jîna Mahsa Amini’nin yaşadığı İran’da da eşcinsellik idama varan ağır cezalara tabiyken transların cinsiyet geçişine yasak getirilmiyor. Cezanın ne olduğunu belirtilmese de Büyük Aile Buluşması mitinginin taleplerinin bu gibi ülkeleri referans aldığı kolaylıkla görülebilir. Diğer yandan Türkiye’nin batıdan uzaklaştığının doğru bir tespit olmadığı Avrupa’da son yıllardaki gelişmelere bakılarak rahatlıkla söylenebilir. Kadri Gürsel’in mitingin siyasi olarak işaret ettiği yol tespitine katılmakla birlikte mitingi örgütleyenlerin uyguladığı strateji ve kullandığı söylemlerle Batı örneklerini model aldığını düşünüyorum.
Avrupa ülkelerinde eşcinsellik suç kapsamında değil hatta pek çok Avrupa ülkesinde evlilik eşitliği üzerinden eşcinsellerin evlenmesi, çocuk sahibi olması, evlat edinmesi yasal olarak güvence altına alınmış durumda. Avrupa ülkelerinde özellikle sağ hareketler ve muhafazakar kesimler bu hak kazanımlarından oldukça rahatsızlar. Bu hakların geri alınması Avrupa’da sağının uzun zamandır gündeminde ve sağın siyasal olarak güçlenmesiyle birlikte kadın ve LGBTİ+ haklarına karşı çıkan talepler geniş kesimler tarafından sahipleniyor. Sadece Avrupa ile sınırlı olmayan, Amerika, Latin Amerika coğrafyalarında da toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkan hareketler 90’lı yıllardan itibaren giderek güçleniyor, son on yıldır da siyaset alanını belirleyebiliyorlar. Kendilerini toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler olarak adlandırılan bu hareketler dini, milli değerleri, ‘doğal’ aileyi ve çocukları korumayı araçsallaştırarak toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı bir seferberlik ilan ediyor ve geleneksel cinsiyet rollerini eski haline getirmek isteyen sağ ile birleşerek yeni faşizmin toplumsal cinsiyet rejimini inşa ediyorlar.
Bulundukları ülkelerde farklı öncelikleri öne çıkarsalar da bu hareketler, kadınların kürtaj hakkına, LGBTİ+’ların evlenmelerine ve çocuk sahibi olmalarına ilişkin resmi düzenlemelere, örgün eğitimde ve üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifli eğitimlere karşı çıkarken Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumların toplumsal cinsiyet eşitliğini merkeze alan politikalarına son vermelerini talep ediyorlar. Bu uluslararası kurumlar içinde de yer alarak cinsiyet eşitliğini değil aileyi merkeze alan politikaları hayata geçirmeye çalışıyorlar. Bu hareketlerin stratejileri ve öncelikleri bulundukları ülkelere göre değişiklik gösteriyor. Kendi ülkelerinin hükümetlerini toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını desteklememeye, destekliyorlarsa da bunu devlet politikası olmaktan çıkarmaya ve ailenin korunmasını merkeze almaya çağırıyorlar. Başlangıçta dini grupların, kilise çevrelerinin aktif olduğu bu hareketler kilise dışında kalan pek çok çevreyi, ebeveyn gruplarını, çeşitli sivil toplum örgütlerini ve pek çok entelektüeli -akademisyen, gazeteci, yazar, sanatçı- kampanyalarına dahil ederek geniş bir etki alanı oluşturabiliyorlar. Dünya Aile Örgütü, Dünya Aileler Kongresi gibi uluslararası ağlar, platformlar üzerinden diğer ülkelerde aileyi merkeze alan ve toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkan gruplarla ittifaklar geliştiriyorlar.
Kadınların ve LGBTİ+’ların hak kazanımlarını aileyi tehdit eden unsurlar olarak gören bu hareketlere göre toplumsal birlikteliğin sağlanması, kültürel ve tarihsel değerlerin yeni kuşaklara aktarılması için geleneksel ailenin ve geleneksel cinsiyet rollerinin güçlendirilmesi gerekiyor. Heteroseksüel aile dışında başka bir aile modelinin resmi olarak tanınmamasını savunuyor; kimi yerde de kadın haklarının kadınları annelik ve ev kadınlığı gibi rollerinden uzaklaştırarak aileyi dağıttığını belirtiyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine inşa edilen devlet politikalarını yerli ve milli bulmuyor; mesela Avrupa toplumunu parçalamak için Avrupa dışından odakların bu politikaları ülkelerine soktuğunu söylüyorlar. Uluslararası kurumların dayatması olarak gördükleri dışarıdan ihraç edilen toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları toplumu geleneklerinden uzaklaştırıyor ve ahlaki çürümeye neden oluyor. Bu dayatmayı hayata geçiren kendi ülkelerinin yönetici elitleri/seçkinleri karşısında kendilerini yerli ve milli olanın savunucusu olarak gören bu hareketler gerçek halkın, sessiz çoğunluğun sesini duyurmayı amaçlıyorlar. Yanlış bilgiyi ya da bir bilgiyi çarpıtarak toplumu şok edecek ya da ahlaki panik yaratacak şekilde yaymak bu hareketlerin kullandığı ortak bir strateji olarak öne çıkıyor. Mesela İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı pek çok Avrupa ülkesinde yükselirken sözleşmenin aile içi şiddeti önlemeye dönük maddelerini aileyi yok etme girişimi olarak değerlendirebiliyorlar. Kimi ülkelerde ilk-orta okul ve liselerde verilen cinsiyet eşitliği eğitimlerinde çocuklara mastürbasyon yapmayı öğrettikleri, çocukları kuytu köşelerde birbirine dokundurtarak cinselliğe teşvik ettikleri gibi yanlış bilgileri panik yaratacak şekilde yayıyor; çocukların masumiyetini ve geleceğini korumak için ebeveyn gruplarını seferber edebiliyorlar.
Bu hareketlerin amacı, söylem ve stratejileri Büyük Aile Buluşması mitinginde İslam dinine referansla kendilerine göre yerli ve milli olana uyarlanarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda Büyük Aile Buluşması mitinginin Batı karşıtı değil gayet Batı’dan gelen bir çerçeve içinde hareket ettiği görülebilir. Bu talepleri -diğer ülke örneklerinde olduğu gibi- toplumsal cinsiyet eşitliğini reddederek, dini ve aileyi araçsallaştırarak, LGBTİ+’ları da günah keçisi ilan ederek örgütlüyorlar. İşin tuhaf tarafı Avrupa’da eşcinsel çiftlerin evlenme, çocuk sahibi olma ve evlat edinmesine dair haklar Türkiye’de söz konusu bile değil. Takip edebildiğim kadarıyla bu yönde dile getirilen toplumsal bir talep ya da yürütülen bir kampanya da bulunmuyor. Ayrıca Avrupa’daki hareketler cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği çeşitliliği altındaki var oluşların kendisine karşı çıkmıyor. Bu alandaki hakların ya da hak taleplerinin devlet politikası olmasına itiraz ederlerken bu kesimlerin sistemin dışında bir altkültür grubu olarak kalmasına odaklandıkları söylenebilir. Türkiye’de bu konuda herhangi bir hukuki düzenleme olmadığı için karşı çıkılacak bir devlet politikası da bulunmuyor. Haliyle Büyük Aile Buluşması mitinginde cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği çeşitliliği altındaki varoluşların bizzat kendisi, hedef haline gelmiş oluyor. Devlet içinden Derya Yanık bu hedef göstermeye itiraz ettiğinde miting savunucularının hedefine kolaylıkla girebiliyor.
Mitingdeki söylem ve stratejiler kadın hakları alanında, kürtaj tartışmalarında, Medeni Kanun’a ilişkin boşanma-nafaka-velayet haklarında, çocuk haklarında, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasında hatta aşı karşıtı eylemlerde de neredeyse aynı aktörler tarafından karşımıza çıkarılıyor. Bu grupların kazanımlarının ilk örneğini AB ile birlikte yürütülen Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi’nin (ETCEP) kaldırılmasında ve üniversitelerde cinsel tacize karşı tutum belgesinin YÖK tarafından geri çekilmesinde görmüştük. Ardından İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasında aynı gruplar etkili olmuşlardı. Burada da Derya Yanık gibi KADEM’in ve sözleşmeyi savunan AK Partili kadınların hedef gösterildiğini biliyoruz. Bugün Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun kapatılması taleplerinde, konserlerin ve festivallerin iptal edilmesi/ettirilmesinde de benzer söylem ve gerekçelerle karşılaşıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde etkili olan bu odakların sonraki yol haritası bir sır değil. Türkiye’nin kadın haklarını güvence altına alan diğer uluslararası sözleşmelerden çekilmesi ve iç hukukta yapılacak değişiklik taleplerini zaten uzun zamandır kamuoyuyla paylaşıyorlar. İktidarın ‘sivil’ alandaki uzantısı olarak da tanımlanabilecek olan bu odaklar Türkiye’de olmayan LGBTİ+ hakları karşıtlığı üzerinden yapay ancak siyaseten etkili bir gündem yaratarak siyasi alana yön verebiliyor, toplumu ve muhalefeti paralize edebiliyorlar.
Türkiye’nin seçim sürecinde olduğu bu dönemde iktidarın toplumu kutuplaştırma ve tabanını konsolide ederken muhalefeti paralize etme konusunda LGBTİ+ karşıtı söylemi daha da güçlendirerek kullanacağı çok açık. Bunun son örneğini Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban/başörtüsü çıkışına Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği yanıtta da gördük. Türkiye bir yandan ekonomik krizle boğuşurken diğer yandan ifade özgürlüğünü kısıtlayacak sansür yasası Meclis’ten geçerken CHP lideri ülkenin diğer gündemlerini geride bırakacak şekilde toplumsal olarak büyük ölçüde çözülmüş bir mesele olan başörtüsü/türban konusuna dair bir kanun teklifi önerisini gündeme getirdi. Bu durum karşısında “görüyorum ve arttırıyorum” diyen Recep Tayyip Erdoğan konuyu anayasa değişikliği ile çözmeyi önerdi. Başörtüsüne güvencenin yanında LGBTİ+ dayatmasına karşı aile kurumunun güçlendirilmesini de içeren anayasa değişikliği talebini gündeme getirdi ve rakibi Millet İttifakı’nı da ilerleyen günlerde nasıl köşeye sıkıştırabileceğinin işaretini verdi.
Eşitlik, eşit vatandaşlık karşıtı eğilim dünyanın pek çok ülkesinde aileyi araçsallaştırarak güçlenirken biz Türkiye’de bu cinsiyet rejimi inşasının Türk-İslam versiyonu ile karşı karşıyayız. Büyük Aile Buluşması mitingi ise iktidarın zaten onay verdiği bu cinsiyet rejiminin İstanbul’daki gövde gösterisiydi. Türkiye’de LGBTİ+ hakları olmasa da sanki böyle bir ‘tehlike’ varmış gibi ahlaki panik yaratarak bu grupların toplumsal tabanlarını genişletme potansiyelleri olduğu da görmezden gelinemez. Bu siyasi iklim, demokrasi ve özgürlük kültürünü geliştirmeye odaklanan toplumsal bir muhalefetle geriletilebilir. Bunun özneleri olabilecek odakların asgari müşterekler üzerinden bir araya gelmek yerine daha çok kendi gündemlerine ya da yüksek siyasete odaklandıkları, kimi zaman birbirine düştükleri, yer yer de kafası karışık ve kırılgan bir görüntü verdikleri görülebilir. Seçime ve yüksek siyasetin ihtiyaçlarına değil asgari müşterekler üzerinden temel hak ve özgürlüklere odaklanan dayanışmacı bir toplumsal muhalefet oluşmadığı sürece Büyük Aile Buluşması mitinginde dile getirilen taleplerin toplumda ve siyasette giderek yaygınlaşmasına hatta diktatörlük rejiminin güçlenerek belki de seçimleri kazanmasına şaşırmamak gerekir.