Aysu Yumuşak / 20 Aralık 2021
17 Aralık Cuma akşamı Kumbaracı50’de Mek’an Sahne’nin Dansöz oyununu izleme fırsatı buldum. Hem bir dansçı olarak oyunda anlatılan dansözün hikâyesine duyduğum merak hem de Mek’an Sahne’nin önceki oyunlarını da izlediğim için beni o sahnede etkileyici bir oyunun beklediğini bilmek, beni o seyirci koltuğuna çekti. Oyunun ardından oyunla ilgili beni düşündüren noktaları yazmaya başlamadan uyarayım, bu yazı spoiler içerir.
Oyunun sonu, başından belliydi aslında. Elinde kanlı bir bıçakla üstü başı kan içinde sahneye dalan Meryem’in hikâyesini izlemeye başlayan seyirci, oyunun sonunu değil, onu o duruma hangi dönüm noktalarının getirdiğini merak ediyor. Hikâyenin kendisi, sonunda bir katharsis yaratmadan, olayın sonucundan daha önemli hâle geliyor. Bu Brechtyen dokunuş, oyunun feminist dramaturjisi için de epey kritik. Bu dokunuşun, olayın tamamının “gözü dönmüş katil, pavyonda dehşet saçtı” noktasından “yıllar boyu sistematik baskılara maruz bırakılan genç kadın, isyan etti” noktasına gelmesinde büyük bir payı var. Oyunun feminist dramaturjisi konusuna daha sonra tekrar değineceğim. Oyundaki tek Brechtyen dokunuş bu da değil, oyundaki ses uygulaması ve uygulamacısı saklı bir öğe değil, görünmeyen bir Memo karakteri olarak yerini almış. Seyirci başından sonuna kadar, Meryem her ne kadar doğrudan kendileriyle konuşsa, onlara o mekânda oturan insanlar gibi seslense de bir oyun izlediğinin, birisinin uygulama masasında (bu arada çok iyi çalışılmış ve dansla ritmik olarak uyumu zorlayıcı kısımları olan ışık uygulamasının da hakkını vermek lazım) müziği aç deyince açan, kapat deyince kapatan, kıs deyince kısan bir uygulamacı olduğunun farkında. Seyirci oyunun içine girse, tamamen Meryem’in anlatısı tarafından sarılsa da böyle noktalar ona bir hikâyeyi, bir tiyatro salonunda, ki son derece samimi ve yakından izlediği bir tiyatro salonunda, izler hâlde olduğunu sürekli olarak hatırlatıyor. Bu izleyen pozisyonda olma durumu oyun içerisinde Meryem tarafından da sık sık vurgulanıyor. Öyle ki Laura Mulvey’nin aslında sinema teorileri içinde incelenen eril bakış kavramının tiyatro ürünleri için de uygulanabileceğini düşündüm. Elbette izleyen konumundaydık. Ancak kimin gözünden neyi izlemeyi tercih ediyorduk? Meryem bize neyi ne zaman göstermeyi tercih ediyordu? Okuduğum bir röportajında oyuncu Sezen Keser bunu çok iyi açıklamış: “Anlatmak üzere olduğu şeyin çok mahrem olduğunu fark edip anlatmamayı seçtiğinde bunu net şekilde bedeninde de görüyorsunuz, evet. Ama size ‘Bakın!’ dediğinde ve bedenini tamamen size açtığında bile o bakışın problemli bir bakış olduğunu unutmuyorsunuz.”
Dansın her biçiminde, sadece oryantalde de değil, elbette ki beden hep ön planda ve izlenen olarak bulunuyor. Bunda garip bir şey yok ancak bu, burayı oyundan bağımsız söylüyorum, birçok noktada beden teşhiriyle ya da eril bakışla sorunlu bir yakınlık kurabiliyor. Meryem’in de vurguladığı gibi, dansçı memesini siz bakın diye öne çıkarmıyor, onu yapmazsa hareketi icra edemeyeceği için öyle yapıyor. Burada bir öncelik meselesi dikkat çekiyor. Daha açıklayıcı olmak için kostümler üzerinden örnek vereyim. Dansçının kostümü bedenini teşhir etmek üzere mi işlevleniyor yoksa o kostüm bir hareketi icra edebilmesi, daha iyi göstermesi, dansçının rahat olması ya da varsa oynadığı bir karakter için mi gerekli? Dans üzerindeki bu öncelik meselesi aslında izleyen için değil icra eden ve/ya koreografın / yönetmenin / kostümcünün / rejinin de meselesi. Neyin nasıl izleneceği az çok tahmin edilebilir olduğu için dans camiasında bence çok sık düşülen bu teşhircilik eğiliminin daha detaylı ele alınması gerekiyor. Bunu muhafazakâr bir noktadan söylemiyorum. Sadece “sahne üzeri için yapılan seçimlerin ne kadarı sanatsal kaygılarla, ne kadarı genelgeçer akımlara kapılarak ele alınıyor ve bedeni cinsel bir arzu nesnesi konumuna koyuyor?” sorusunun daha detaylı düşünülmesi gerektiğini gözlemliyorum. Bunu da anlatılan ve icra edilen sanatın kıymetliliği üzerinden kuruyorum. Dansın arka planının, anlatısının, ortaya konan amacının desteklenmesi gerekirken odak başka bir noktaya kayabiliyor. Bu konuya oyun üzerinden dönecek olursam, oyunun yazarı ve yönetmeni Şâmil Yılmaz’ın medyascope röportajında yaptığı “oryantal dansın zaman içinde kadınların doğurganlıkları ve bedenleri üzerinden icra ettikleri bir ritüelden, erkek bakışı için icra edilen bir performansa dönüştürülmesi” vurgusunda, dansa yaklaşımdaki değişime dair bahsettiğim öncelik meselesini görebiliriz. Zaman içerisinde oryantal dansın ritüelistik yanı, görsel zevk unsuru olmanın yanında önceliğini yitirmiş ve ele alınış şekli değişmiş. Mek’an Sahne oryantal dans gibi bugün eril bakıştan azade düşünemediğimiz bir formun çıkış noktasını vurgulayarak çarpıcı bir yön de tutturmuş.
Ortaya çıkan oyunun seyirciye bir saat gibi bir sürede bu kadar çok şey düşündürebilmesi elbette güçlü bir metnin yanında sahnede bir saat boyunca kandan tere bulanan bir oyuncu performansı sayesinde de gerçekleşiyor. Sezen Keser’in (öğrenince hayretler içinde kaldım) kendi kendine çalışarak edindiği oryantal dans bilgisinin tüm nimetlerini sergilemesinin yanısıra birçok performer’ın hayli zorlandığı bir nokta olan “fiziksel aksiyonları dans ederken organik ve anlaşılır bir şekilde icra edebilmesi” de etkileyiciydi. Özellikle Meryem’in tek kelime etmeden, bir dans performansı içerisinde aldığı kararları, değişimini, Haifa’dan aldığı eğitime kendince ihanet etmesini ve yeni bir Meryem’e dönüşmesini görebildik. Bu, en ufak bir mimiğinin bile hayli büyük ve net bir şekilde görülebildiği, seyircinin bir metre bile olmayan bir mesafeden birkaç metrekarelik bir sahnede izlediği bir performansta tam kararında tutturmanın zor olduğunu tahmin ettiğim bir icraydı. Samimi bir oyunculuk izledik. Seyircinin daha uzaktan izlediği İtalyan sahnelerde de oynadığını bildiğim için oralardaki performansı ve anlaşılırlık kaygısını merak etmeden geçemedim.
Nasıl anlatılmış noktasından ne anlatılmış noktasına geçersek hikâyeyi vurgulamanın öneminden bahsederken değindiğim feminist dramaturji meselesine dönebiliriz. İzlenen şey her ne kadar cinayet ya da katliam gibi görünse de bir özsavunma hikâyesiydi ve Mek’an Sahne’yi az çok tanıdığım için içeri elinde bıçakla bir kadının girdiğini gördüğüm an bunun bir cinayet olmadığını biliyordum diyebilirim. Meryem’in evde kendi kendine dans eden bir kız çocuğundan, birilerinin “leşini arkaya seren” birine dönüşmesindeki tüm etkileri basamak basamak görebiliyoruz. Bir kadının hikâyesine, onun gözünden, onun ağzından şahit oluyoruz. Kendisinin bile anlatmaktan çekindiği şeyleri sonradan açmasını, çelişkileriyle yaşayan bir karakter olmasını ve hayatındaki kırılma noktalarını görüyoruz. Bu, anlattıklarına olan inancımızı, samimiyetine olan güvenimizi artırıyor ve biliyoruz ki izlediğimiz kişi uca çekilmiş, karikatürize bir karakter değil. Bir yerlerde yaşıyor bile olabilir. Oyun, dediğim gibi, bir özsavunma hikâyesi. Özellikle özsavunmanın sadece belli bir yer, zaman ve durumda yapılabilir bir şey olmadığını da epey yerinde göstermiş. Meryem, Murat ona şiddet uyguladığında onu öldürmüş olsaydı nasıl özsavunma olacaktı ise bundan aylar sonra bu sistematik baskıdan başka türlü kurtulamayacağını anladığında bunu yapmış olması da bir özsavunma. Kendini savunacak yolları tüketmiş ve içinde olduğu psikolojik ve fiziksel şiddet sarmalından çıkamayan bir kadının, toplumun kendisine bakışını her sahneye çıktığında birebir gözlemleyen bir insanın bu eylemini özsavunma olarak adlandırmanın yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Ancak bu demek değil ki Meryem’in eleştirilecek hiçbir yanı yok. Eyleminin bunca zaman şahit olduklarına seyirci kalan ya da kalmayan çalışanlardan annesine uzanan bir skalada bir katliama dönüşmesinde eleştirilebilir yönler de yok değil tabii ki. Ancak mekândaki kadınlara dokunmadan, hatta onların da desteği ve hak vermesiyle yaptığı bir şeydi bu. Annesinden beklediği desteği bir türlü görememesi ve ona son bir şans vermesiyle aslında ona yaptığı konusunda içinin rahat olmadığını anlamamız oyun ele alınırken bu eylemin eleştirildiğini de hissettirdi. Oyunun sonunda kafama takılan tek şey aslında bu katliamın boyutu oldu. Evet, orada seyirci kalan insanlardı aslında öldürdükleri ancak gerçekten hepsi mi öyleydi diye düşündüm. Sonunda şu kanaate vardım: Meryem’in bu eylemi aslında hayatındaki bu sayfayı kökünden yırtmak için yaptığı bir şey gibiydi. Bir de tabii, orada yaşayan ve onu durduracak kimsenin kalmamış olmasıydı Meryem’in bir kez bile olsa hikâyesini dinleyecek insanlara anlatabilmesini mümkün kılan şey. Dolayısıyla, en başta da dediğim gibi, sonu başından belli bir oyunda odaklanılması istenen ve gerekli şey hikâyeydi. Meryem’i o noktaya getiren olayların, bir kadının yaşadıklarının, bir dansçının gösterdiklerinin ve gördüklerinin hikâyesiydi.