Düzenleyen: Maide Atay, Seril Aksoy, Zilan Erol
Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK) bülteni BÜ’de Kadın Gündemi’nin Bahar 2020 tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.
Son dönemde gerek kamusal alanda gerek özel alanlarda, şiddetin ve cinsiyetçi şiddetin artış gösterdiğine veya eskiye göre daha görünür olduğuna tanıklık ediyoruz. Çeşitli biçimleriyle sık sık karşılaştığımız şiddet hayatın birçok alanına sirayet ediyor. Şiddetin yarattığı sonuçlardan en çok, hiyerarşik güç ilişkilerinin alt basamağında bulunup şiddete daha sık maruz bırakılan kadınlar, çocuklar, LGBTİ+’lar ve marjinalleştirilmiş gruplar etkileniyor. Biz de Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) olarak, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar dergisiyle birlikte medya, hukuk ve akademi alanlarındaki cinsiyetçi şiddeti tartışmak için 8 Mart haftası kapsamında bir panel düzenledik. “Kadınlar medyada, hukuk alanında ve akademide ne tür şiddet biçimleriyle karşı karşıya kalıyorlar? Şiddetin nicelik veya görünürlük bakımından artıyor olmasının siyasi, ekonomik ve kültürel sebepleri neler olabilir? Medya, akademi ve hukukta şiddeti önlemek için bugüne kadar nasıl mücadele edildi? Şiddeti Türkiye özelinde ve dünya ölçeğinde nasıl inceleyebiliriz?” gibi sorulara cevap bulabilmek için Dr. Berna Ekal, Av. Gökçeçiçek Ayata ve Doç. Dr. Sevgi Uçan Çubukçu’nun katıldığı ve BÜKAK’tan Arjin Eser’in modere ettiği 6 Mart 2019 tarihindeki panelin metnini sizinle paylaşıyoruz.
BÜKAK: Ülkemizde son dönemde kadınlara, LGBTİ+’lara ve çocuklara yönelik cinsiyetçi şiddet hız kesmeden devam ediyor. Buna karşın biz kadınlar da şiddetle mücadelemizi hız kesmeden sürdürüyoruz. Bugünkü panelimizde mücadele ettiğimiz şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını; medya, hukuk ve akademi olmak üzere üç alana odaklanarak tartışmak istedik.
Medya, cinsiyetçi şiddetin temsilleriyle sıkça karşılaştığımız, ataerkil pratiklerin beslendiği ve yeniden üretildiği bir alan. Şiddet birçok televizyon programı ve dizide normal bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) şiddeti ve savaşı meşrulaştıran yayınlara hiçbir yaptırımda bulunmazken genel ahlakı gerekçe göstererek alkol kullanımı ya da cinsellik içeren sahneleri sansürleyebiliyor. Bunun yanı sıra kadına yönelik şiddet, haberlerde faili değil şiddete maruz bırakılanı teşhir edecek ya da suçlayacak bir dille verilebiliyor. Bağımsız ve tarafsız gazeteciliğe her gün daha çok ihtiyaç duyduğumuz ülkemizde kadına yönelik şiddetin medyadaki temsili biz kadınlar için önemli bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkıyor.
Haber programlarında ataerkil şiddetin temsiliyetini ve kadın mücadelesinin bu alandaki etkilerini değerlendirmesi için Altınbaş Üniversitesi Sosyal Hizmet bölümünde akademisyen olarak görev yapan Berna Ekal’ı davet ettik.
Cinsiyetçi şiddetle mücadelede hukuk alanında yıllardır çok önemli kazanımlar elde edildi ve bu kazanımlar kadınlar için hayati önem taşıyor. Türkiye’nin Anayasası, Türk Ceza Kanunu (TCK), Medeni Kanun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler kadın erkek eşitliğini ve kadına yönelik şiddetin önlenmesini güvence altına alıyor. Ancak bu kanunların uygulanmasında yıllardır sorunlar yaşandığını da biliyoruz. Bir yandan hukuki süreçler kadınlar için hâlihazırda adil işletilmezken kadın örgütlerinin ısrarlı çabalarıyla kazanılan haklarımız hedef alınıyor ve geri alınmaya çalışılıyor. Örneğin, yakın zamanda nafaka hakkının kısıtlanmasına ilişkin bir düzenleme getirilmeye çalışıldı. Nafaka boşanmak isteyen kadınlar için ekonomik bir güvence anlamına geliyor. Bu hakkı kısıtlayan bir kanun geçtiği takdirde kadınların boşanmasının da zorlaşacağını ve istemedikleri evlilikleri sürdürmek zorunda kalacaklarını öngörebiliriz. Bugün ise Mağdurlara Af başlığıyla sunulan bir yasa tasarısının Meclis’e getirileceği konuşuluyor. Tasarı henüz Meclis’e gelmediği için içeriği bilinmiyor ama kamuoyunda bu tasarının cinsel istismar suçu işlemiş kişilere af getirebileceği tartışılıyor. Yasa tasarısı Meclis onayından geçtiği takdirde yaklaşık 10.000 istismarcı serbest bırakılabilir. Ayrıca çocuk istismarı ve erken yaşta evliliklerin önü açılabilir.
Yakın zamanda Anayasanın laiklik ve eşitlik ilkelerine aykırı bir konu daha Meclis gündemine bizzat Cumhurbaşkanı tarafından getirildi. Türkiye’nin de üyesi olduğu İslam Konferansı Örgütü’nün Kadının İlerlemesi Teşkilat Tüzüğü Ocak 2019’da Meclis onayına sunuldu. Bu tüzükte “Müslüman aleminde kadınların, erkeklerin saygı duyulan eşleri olarak yetiştirilmesi” gibi ifadeler bulunuyor. Referansını şeriattan alan bu tüzük hiç şüphesiz ki toplumsal cinsiyet eşitliğine ve Anayasanın laiklik ilkesine aykırıdır.
Ataerkil hukuk düzenini, hukuk alanında kadına yönelik şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını ve kadınların haklarına yapılan saldırıları değerlendirmesi için Eşitlik İzleme Kadın Grubu’ndan (EŞİTİZ) Avukat Gökçeçiçek Ayata’yı davet ettik. Kendisi aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde uzman araştırmacı olarak çalışıyor.
İfade özgürlüğü her alanda kısıtlanırken bu durum akademinin özgürlük alanını da etkiliyor. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan hocalarımız barış istedikleri için yargılanıyor ve ifade özgürlükleri ihlal ediliyor. Bir bildiriyi imzaladıkları ve yaşanan şiddete karşı çıktıkları için akademisyenlerin yargılanması, barıştan yana olmanın bir suç niteliği taşıdığını gözler önüne seriyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin sadece hocaları değil öğrencileri de savaşa karşı çıktıkları için yargılanmaya devam ediyorlar.
Akademiye yönelik dışarıdan baskılar devam ederken bugün akademi içerisindeki şiddeti de tartışmak istedik. Toplumumuzda eğitim seviyesi arttıkça şiddetin azalacağı, eğitimli insanların şiddet uygulamayacağı ve şiddete maruz bırakılmayacağı gibi bir ön kabul var. Oysa biz üniversiteli kadınlar olarak vaktimizin büyük bölümünü geçirdiğimiz üniversitelerin cinsiyetçilikten ve cinsiyetçi şiddetten azade olmadığını biliyoruz. Derslerde hocalarımızdan cinsiyetçi yorumları sık sık duyabiliyoruz. Toplumsal cinsiyet çalışmalarının küçümsendiğine ya da görmezden gelindiğine tanık oluyoruz. Çoğu eğitimcinin yanlarında bu konuları çalışan kadınlar olmasına rağmen toplumsal cinsiyet çalışmalarına bilerek cahil kaldığını görebiliyoruz. Okulumuzdaki Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’na (CİTÖK) gelen şikâyetler ve kendi bireysel deneyimlerimiz üniversitelerde cinsel tacizin yaygın olduğunu gösteriyor. Son olarak akademisyen Ceren Damar’ın üniversitedeki ofisinde kendi öğrencisi tarafından öldürülmesi ise akademide karşılaştığımız şiddetin ulaşabileceği boyutları gözler önüne serdi. Ceren Damar cinayetinden kısa bir süre sonra Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi’ne ilişkin tutum belgesini geri çekti. Bu tutum belgesi feminist akademisyenlerin de katkısıyla hazırlanmış ve tüm üniversitelerde uygulanmak üzere 2015 yılında kabul edilmişti. Bu belge toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik farkındalığı arttırmayı ve kampüslerde yaşanan cinsel taciz ve saldırılarla ilgili önlemler alınmasını amaçlıyordu. Bu belgenin uygulamadan kaldırılması üniversiteleri biz kadınlar için daha da güvensiz hâle getirecektir. Bu belgenin geri çekilme gerekçesi ise eşitliğin geleneklerimize aykırı olması. Eşitlik insan haklarının en temel prensibidir. Eşitlik talebimizin gelenekler bahane edilerek yok sayılmasını tabii ki kabul etmiyoruz.
Gündelik pratiklerimizden çalışma alanlarımıza kadar her boyutta deneyimlediğimiz cinsiyetçiliğin akademideki yansımalarını ve bu şiddetin ülkedeki baskı ortamıyla ilişkisini değerlendirmesi için Doç. Dr. Sevgi Uçan Çubukçu’yu davet ettik. Kendisi İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden emekli bir akademisyen. Hâlâ Mimar Sinan Üniversitesi’nde doktora dersleri veriyor.
Bu şiddet ister din üzerinden meşru görülsün ister gelenekler üzerinden meşru görülsün ister erkeklerin doğası ile ilişkilendirilsin; bizler şiddete karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. Eşitlik ve özgürlük mücadelemizde ısrarcıyız. Bu mücadelemizle elde ettiğimiz haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun!
Berna Ekal: Bugün Asa Elden ile yaptığım çalışmadan bahsederek erkek şiddeti konusuna değineceğim ama bundan önce medyada şiddetin temsili meselesinden bahsetmek isterim. Medyada şiddetin temsili sadece akademisyenlerin gündeminde değildi. 1980’li yıllardan itibaren feministler kadına yönelik şiddeti sorunsallaştırmaya başlamış; medyayla, medyadaki şiddetin ve cinsiyet rollerinin temsiliyle ilgili rahatsızlıklarını feminist hareket içinde dile getirmişlerdir. Feminist hareket, siyasetini yaptığı meseleleri duyurabilmek için medya ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır ama aynı zamanda cinsiyetçi tutumlarından ötürü medyayı eleştirmiştir. Medyadaki temsil meselesini çok aktörlü ve ilişkisel bir yerden düşünmek gerekir. Örneğin, 1987 yılındaki Dayağa Karşı Yürüyüş “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.” gibi bir mahkeme kararının medyaya taşınmasının ardından örgütlenmişti. Dolayısıyla medya her zaman hem karşı çıkılan hem de ses duyurmaya yarayan bir alan.
Feministlerin medyayı bir mücadele alanı olarak görerek yakın dönemde medyadaki cinsiyet temsillerini ele aldığı birtakım çalışmalar mevcut. Bugünden baktığımızda, feministlerin sözünü medyaya taşıyabilecek bazı kadın gazetecilerin, kadın köşe yazarlarının olduğunu görüyoruz. Biz de Asa Elden ile, daha olumlu görünen bir medya atmosferi olan 2010-2013 yılları arasında “Gazetelerde kadına yönelik şiddet haberleri nasıl veriliyor?” sorusunu sorarak gazetecilerle ve feminist örgütlerle görüştüğümüz bir çalışma yaptık. Bu çalışmayı yaptığımız dönem, kadın cinayetlerinin 2010 yılında başlayan “Kadın Cinayetlerine Karşı İsyandayız” kampanyası ile gündeme taşındığı bir dönemdi. Bu çalışma sayesinde feministlerin eylemliliklerinin ve ürettikleri sözlerin medya tarafından nasıl sahiplenilebilir hâle geldiğini gözlemleme fırsatı bulduk. O dönemde kadın cinayetleri, ana akım gazetelerde artık sıradanlaştırılmış kriminal olayların haberleştirildiği üçüncü sayfalarda bile yer almıyordu ancak bu gazetelerin orta sayfalarında kısaca bahsi geçen meseleler olarak ele alınıyordu. Gazete haberleri çoğu zaman, öldürülen kadını başına gelen şeyden sorumlu tutan bir dille yazılır. “Kadın Cinayetlerine Karşı İsyandayız” kampanyasının yankı bulmasından sonraki dönemde ise “Bir Kadın Cinayeti Daha” gibi başlıklarla kadın cinayeti teriminin sahiplenildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde öldürülen Şefika Etik gibi örnekler üzerinden o dönemki ana akım medyada feministlerin sözünün yankı bulduğunu, sahiplenildiğini ve o alanın dönüştüğünü gördük. Ben bunun etkilerinin günümüze kadar devam ettiğini düşünüyorum. Özgecan Aslan’ın öldürülmesi gibi daha yakın zamanda gerçekleşen kadın cinayetlerine de yaygın olarak tepki verilmesinde bu dönemin çok etkili olduğunu düşünüyorum ancak kim öldürüldüğünde toplumun böyle bir tepki verdiğini de sorgulamak gerekir.
Biz yaptığımız çalışmadan yola çıkarak bu vakalar için “amblem vakalar” diye bir terim kullanmaya karar verdik. Amblem vakaları, sadece kendi öyküsü olmaktan çıkıp yaygın olarak kamuoyunda adalet arayışının simgesi hâline gelen ve kadın cinayeti söz konusu olduğunda bununla ilgili yaygın hoşnutsuzluğun dile getirildiği vakalar olarak tanımladık. Amblem vaka terimini aynı zamanda, yetkilileri yapmaları gerekenler konusunda sorumlu tutmaya yarayacak bir araç olarak da kullanılabilen kadına yönelik şiddet vakalarını anlatmak için de kullandık. Vaka kelimesini kullanmak bence çok uygun olmasa da kamuoyu vaka olarak davrandığı için biz de amblem vaka demeyi tercih ettik. Ayşe Paşalı da bir başka amblem vaka örneği. Bu olay “Kadın Cinayetlerine Karşı İsyandayız” kampanyasının yapıldığı, feministlerin sözünün gündemde olduğu bir döneme denk geldi. O dönemde Ayşe Paşalı ile ilgili belirli detaylar vardı. Birincisi, Ayşe Paşalı eşinden şiddet gördüğü için şikâyetçi olmasına rağmen eşi hakkında uzaklaştırma kararı çıkmamıştı. İkinci olarak, Ayşe Paşalı öldürülmeden önce boşanmak için başvurmuştu ve başvurduğunda yüzündeki yara izleriyle birlikte bir gazeteci tarafından fotoğraflanmıştı. Dolayısıyla Özgecan’ın kamuoyu tarafından yaygın olarak sahiplenilmesi gibi bu fotoğraflar da Ayşe Paşalı’nın amblem vaka olarak nitelendirilmesinde etkili oldu. Ayşe Paşalı’nın kamuoyunun “bizden biri” olarak nitelediği, sıradan herhangi bir ev kadını olabilecek biri olması; şiddetle ilgili birtakım önyargıları da besleyen bir yerden sahiplenildi. Biz feministler her ne kadar erkek şiddetiyle ilgili olarak yol almış olsak da toplumsal önyargılar – “Gece geç vakitte bir yerde dolaşırsan tecavüze uğrayabilirsin.” gibi – hâlâ yaygın olan kanılar üzerinden oluşuyor. Öldürülen kadınların kıyafetlerinden ve davranışlardan sorumlu tutulması, “Erkek şiddeti kadının kışkırtmasından kaynaklı” gibi söylemler de bu önyargıları besliyor. Yani, normların dışında davranmanın şiddete uğramayla sonuçlanmasının doğal görüldüğü bir atmosfer var. Ayşe Paşalı davasının çarpıcı gelmesinin nedenlerinden biri de Ayşe Paşalı’nın “sıradan bir kadın” olmasıyla bu önyargıları dışta bırakıyor olması. “Kadın Cinayetlerine Karşı İsyandayız” kampanyasının kadın cinayetleri terimini benimsemesinden önce toplumda namus ve töre cinayetleri tartışması vardı. Bu töre cinayetleri çoğu zaman Kürt olmak ile özdeşleştirilen bir şiddet biçimi olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla Kürtler ile ilgili önyargıların aslında bu cinayetler vesilesiyle ortaya dökülmesi söz konusuydu. Ayşe Paşalı örneğinin “bizden birinin” sahiplenilmesi anlamına da gelmesi, feministlerin kadın cinayetleri terimini benimseyerek şiddetin toplumun tamamında yaygın olduğunu gösterebilmesini sağladı. Özgecan Aslan da okulundan evine giden, “normal” bir profil çizen bir birey olması sebebiyle sahipleniliyordu. Medyada kadın cinayetleri teriminin kullanılması, kadınların kadın oldukları için öldürüldüklerinin tanınması anlamına geliyordu. Bu terimin kullanılması aslında feminist bakış açısının da benimsenmesiydi. Bu dönemde kamuoyundaki baskı mekanizması kamu spotları oluşturulmasını da sağladı. Ayşe Paşalı’yla ilgili olarak da hazırlanmış birçok kamu spotu var. Çarpıcı örneklerden birinde Ayşe Paşalı’nın evinden bavuluyla çıkar çıkmaz bütün komşularının gelip onu koruması, sarıp sarmalaması gösteriliyor. Hâlbuki Ayşe Paşalı mahkemeye gitmiş, hakkını aramış, boşanmaya çalışmış, boşanamamış ve neticesinde kendisine şiddet uygulayan eşi tarafından öldürülmüştü. Yani bu spotlar devletin, vatandaşın hayatını koruma sorumluluğunu yine topluma yıktığı bir anlatı kuruyor. Vurgulamaya çalıştığım şey; bu araştırmayı yaptığımız 2010-2013 dönemindeki feminist hareketin sözünün dönüştürücü olduğu, medyada yankı bulduğu ve günümüze kadar da etkisini sürdürdüğü. Şimdiki ana akım medya artık o dönemki ana akım medya değil; ancak farklı mecralardaki feminist sözler günümüzde de erkek şiddetinin ana akım kamuoyunda tanınmasında etkili oluyor. Bugün 8 Mart’ta, hepimizin umudunu kıran böyle bir konuda en azından bir mücadele alanı var demek için böyle bitirmek istedim.
Gökçeçiçek Ayata: Şiddetin hukuk üzerinden nasıl meşrulaştırıldığını konuşurken önce hukukun cinsiyetini konuşarak başlamak gerekiyor. Sadece Türkiye için geçerli olmasa da Türkiye’de bunu daha yoğun şekilde hissettiğimiz için hukukun cinsiyetinin erkek olduğunu görerek bu mücadeleye başlamak yerinde olacaktır. Türkiye’de hukukun yasa koyucusu da, yasaları da, yargısı da erkek. Dili cinsiyetçi, ayrımcı ve militarist. Tüm bunlarla birlikte kadınların önünde başka engeller de var. Evden çıkamayan, kendi bağımsızlığı olmayan kadınlar var ve örgütlenme haklarını hiç kullanamıyorlar. Bunlara rağmen kadınlar örgütlenebilseler bile yasa yapma sürecine dahil olmak giderek zorlaşıyor; zorlaştıkça da bu süreç kadınlar için daha sıkıntılı bir hâle geliyor. Meclis’teki erkek oranı çok fazla ve buna dair bir kota uygulaması yok. Meclis’te yasa koyucuların içindeki hiyerarşi ve şiddet içeren yapı da yoğun şekilde eril alanlar. Yasaların anlaşılması ve yasalara erişilmesi zaten zorken kadınlar için çok daha zor. Kadınların sosyal ve kültürel hayata katılımının önünde erkeklere göre çok fazla engel var. Uluslararası yükümlülüklere aykırı pek çok yasa var ancak yasalar yükümlülüklere aykırı olmasa bile uygulamaları bu yükümlülüklere aykırı. Cinsiyete dayalı ayrımcılık Türkiye’de bir yargı pratiği hâline geldi. Örneğin, Nahide Opuz ve annesi yıllarca şiddete maruz bırakıldı. Defalarca mahkeme yolunu zorlamalarına rağmen ölüm tehditleri, yaralama, evlerinin basılması ve alıkonulmaları sonrası Nahide Opuz’un annesi Minteha Beybur öldürüldü. Olay Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. AİHM, Türkiye yargısının cinsiyetçi pratikler üzerinden işlediğini bir kez daha ortaya koydu. AKP hükümetinin başa geldiği dönem olan 2000’lerin başında, kadının uluslararası insan hakları alanında daha dikkatli davranan, uluslararası yükümlülüklere daha uygun şekilde hareket eden bir yargımız vardı. Bunda Türkiye’deki kadın hareketinin gücü ve AKP’nin henüz kemikleşmemiş olmasının etkisi vardı ancak günümüzde durum böyle değil. Özellikle 2007’den sonra bu konuda çok hızlı bir gerileme yaşandı. Tüm bunların yanı sıra adalete, hukuki bilgiye ve yargıya erişim zor. Avrupa’nın en büyük adliye binalarını yapmakla övünülüyor ancak adalete erişim aynı zamanda fiziksel erişimi de kapsar. Cebinde minibüs parası olmayan kadının adliyeye gidebilmesi elbette ki düşünülemez. Adliyeye korumayla giden kadınların, korumasıyla birlikte öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bugün Türkiye’de kadın cinayetlerinin, cinskırımın vardığı yer aslında cezasızlık ve adalete erişimle bağlantılı. Uluslararası sözleşmelerin altına imza atılmış, taraf olunmuş ve yükümlülük altına girilmişse buna uygun davranmak bir zorunluluktur. Buna uygun davranmayan hakimlere, savcılara ve tüm kamu personeline gereken yaptırımlar uygulanmıyorsa o zaman bu bir politikadır, tercihtir. Bu politikanın, hükümetin “Kadınların öldürülmesine sıfır tolerans” söylemi ile bağdaşmadığı ortadadır.
Üç kadın cinayetinden bahsetmek istiyorum. Biri Değer Deniz. Değer Deniz, annesi kadın hakları savunucusu olan, müzisyen genç bir kadındı. Evine hırsızlık yapmak için giren bir erkek, Değer Deniz’e tecavüz ettikten sonra onu boğarak öldürdü. Katil, bütün polis ve savcılık ifadelerinde eve hırsızlık için girdiğini, madde etkisi altında olduğunu ve aslında sadece tecavüze teşebbüs ettiğini söyledi. Katil, kendisi eve girmeden önce Değer Deniz’in başka erkek veya erkeklerle birlikte olmuş olabileceğine, kendisinin öldürme kastının olmadığına, 10 yaşında bir çocuğunun olduğuna, eşini ve çocuğunu üzmek istemediğine dair ifade verdi. Ancak mahkemede yaptığı son savunmada bu ifadeleri eşini üzmemek için dile getirdiğini, aslında Değer Deniz’le sevgili olduklarını, erkekliğine hakaret ettiği için o gece çok sinirlendiğini ve öldürme kastı olmadığını söyledi. Mahkeme, cinayetin tasarlanarak işlendiği veya Değer Deniz’in canavarca hisle, eziyet çektirilerek öldürüldüğü kanaatine varmadı. Oysa, Değer Deniz darba uğramış ve tecavüz edildikten sonra ölüme terk edilmiş bir kadın. Buna rağmen suçun, beden ve ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlendiği kanaatine varılmadı. Kadın örgütleri bütün bu süreçte davanın takipçisi oldu ve en azından bu davada yargı, cinsiyetçi olmaktan uzak bir karar çıkarabildi. Çünkü Türkiye’de ceza kanununda “kravat indirimi” diye konuştuğumuz şekliyle takdirî indirim sebepleri uygulanıyor. Değer Deniz’in davasında görevi suistimal olarak değerlendirilebilecek iki nokta daha var. Bunlardan biri, adli tıp doktorlarının bu vakada olay yerine dahi gitmemeleri. Değer Deniz’in cinsel saldırıya maruz bırakıldığı sonradan yapılan otopside ortaya çıkıyor. İkincisi, Değer Deniz’in ayinde katledilmiş yalnız yaşayan bir müzisyen olduğuna dair yapılan birtakım haberler. Süreç sonrasında ailesi bu iki davayı da takip etti ve kadın dernekleri sayesinde “iyi hâl” indirimi uygulanmadığını gördük.
Bahsetmek istediğim ikinci olay, Özgecan Aslan’ın cinsel saldırıya maruz bırakıldıktan sonra öldürülmesi. Bu cinayetin Değer Deniz cinayetinden farkı, Özgecan Aslan’ın “makbul” olarak görülmesi. Yani okula giderken, gençken, dolmuştayken, gece yarısı değilken, alkollü değilken, yanında bir erkek yokken tecavüze uğrayıp öldürülmesi. Cinayet sonrasında çok sayıda protesto gösterisi yapıldı. Kadın örgütleri davayı takip ettiler ve katile indirim uygulanmaksızın ceza verildi. Bütün bu yapılan protestoların sonucuyla veya topluma yansımasıyla ilgili diğer bir vaka da Şengül’ün bıçaklanmasıydı ancak bu çok daha az yankı buldu. Oysa fail, Özgecan Aslan’la ilgili olarak “Sana bunu yapan cahillere idam az gelir, yavaş yavaş ölmeliler, derileri yüzülmeli.” diyen bir erkekti. Yani bu cinayetlere “karşı çıkmak” hayatımıza bunu yerleştirebildiğimiz veya kadına yönelik şiddetle mücadele ettiğimiz, kadınlara şiddet uygulamadığımız anlamına gelmiyor. Bu bağlamda, herkes şiddete uğrayıp uğramadığı ve birilerini şiddete maruz bırakıp bırakmadığı konusunda kendini devamlı denetlemeli.
Üçüncü olay Şule Çet’in tecavüze maruz bırakıldıktan sonra bir binanın yirminci katından aşağıya atılarak öldürülmesi. Şule Çet davasında pek çok çelişki var ve biz bu çelişkilerden kadın örgütlerinin bu davayı takip etmesi sayesinde haberdar olduk. Şule Çet davasının çarpıcı yönlerinden biri bunu yapanların gayet soğukkanlı şekilde penceredeki izleri, içki bardaklarını silip bütün delilleri yok etmeleri ve ardından aşağı inip hiçbir şey olmamış gibi arabalarına binip Şule’yi orada bırakıp gitmeleri. Bunun yanı sıra sanıkların avukatı -yani bir hukukçu- “Şule Çet’in aslında rahat biri olduğu, erkek arkadaşları olduğu, iki erkekle bir yere gidip alkol alıyorsa bütün bunlara rızası olduğu” gibi bir savunma yaptı. Bu, savunma hakkının aşılmasıdır. Şule Çet cinayetinde cinsel saldırı olduğu kesin, ayrıca ortaya çıkan adli tıp raporlarından Şule’nin vücudundaki kemik kırıklarının boğulma neticesinde gerçekleşmiş olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu anlıyoruz. Dava hâlâ devam ediyor. Yine yargı içindeki erkek dayanışmasının unsurlarından biri sanıklar tarafından alınan ve şaibeli kararlar verdiği belirtilen bir doktorun raporu. Mahkemenin bu raporu dikkate alıp almayacağını süreç içerisinde göreceğiz.
Bu üç kadın cinayetinde ve devamında gerçekleşen olaylarda; yargının kadın cinayetlerine yaklaşımının, cinsiyetçi yargının farklı tezahürlerini görüyoruz. Üstelik bunlar kadın örgütlerinin haberdar olabildiği, takip ve etki edebildiği kadın cinayetleri. Buna rağmen cinsiyetçi yargı pratikleri gün yüzüne çıkabiliyor.
Şu anda kadın cinayetlerine odaklansak da yakın zamanda kadınlara karşı çok ciddi ekonomik ve sosyal şiddetle de karşı karşıya kalacağız ve bunun ilki nafaka olacak. Konuşmamın bundan sonraki bölümünde kadın haklarına yönelik saldırılarda dönüp nereye bakmamız gerektiğine, tehlikelerle ilgili pusulamıza değineceğim.
Bu tehlikeler 2016’da TBMM Boşanma Komisyonu Raporu ile önümüze koyuldu. Bu rapor artık fiilî bir hükûmet programına dönüştü. Bizler, kadın örgütleri olarak bu taslak rapora ses çıkardığımız için belgede sahtecilikle bile suçlandık ancak bugün görüyoruz ki hiçbir şey sahte değil ve hepsi teker teker yürürlüğe giriyor. Bu raporda boşanma davalarının gizli görülmesi gibi bir düzenleme öngörülüyor; ancak gizlilik kararı yoksa yargılama açıktır. Yargılama gizli yapılırsa dezavantajlı durumda olanlar daha dezavantajlı duruma sokulabilir. Boşanma davası gibi kadınların oldukça yalnız olduğu, hak ihlallerine uğradığı davalarda kadınlar iyice yalnızlaştırılırsa hak ihlalleri de artabilir. Hâlihazırda bu ülkede boşanma davalarında kadınların çok büyük bir bölümü çocuklarının velayetini alamayacakları gibi tehditlerle bütün haklarından feragat ederken böyle bir düzenleme yapılırsa -erkeklerin kusurlarının tartışılmadığı duruşmalarla- erkeklerin tazminat ve nafaka ödemeksizin kolayca boşanmalarının önü açılmış olur.
Mal rejimi ve mirasla ilgili birtakım düzenlemelerin gelme tehlikesi de söz konusu. Özellikle kırsal bölgelerde -şu anda yürürlükte olan yasada- tarım arazileri konusunda “ehil kardeşler” mirasta öncelikliler. O ehil kardeşlerin de yargı tarafından kadınlar olarak kabul edilmediğini biliyoruz. Tüm bunların yanı sıra çocuk istismarcılarına af getirilmesi tekrar gündeme geldi. 2017’de TCK 103’te yapılan değişiklik ile çocuk istismarı ile ilgili maddede değişiklik yapılarak mahkemeler tarafından 12-15 yaş arasındaki çocuklarda rıza aranması gibi bir durumun önü açıldı. Ayrıca bir gece yarısı Meclis’e cebir ve şiddet yoksa bu çocuklarla çocuk istismarcılarının evlendirilmesi durumunda istismarcıların cezadan kurtulacakları yönünde bir önerge sunuldu. Baskılar sonucu bu önerge geri çekildi. Muhtemelen seçimden sonra bu konu tekrar gündeme gelecek. Şiddete karşı kadınların korunması için verilen koruma kararlarında belge aranması, kadına yönelik koruma kararı verilmesinin süreye bağlanması gibi birtakım uygulamalardan başlayan ve giderek kanuna yansımasını da öngördüğümüz birtakım değişiklikler maalesef bizi bekliyor. Ancak bizler, kadınlar ve kadın örgütleri olarak haklıyız, mücadelemizden ve haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz. 8 Mart’ta hep birlikte Taksim’de olacağız.
Sevgi Uçan Çubukçu: Bugün akademide kadına karşı cinsiyete dayalı şiddetin artışı ve yoğunlaşması hakkında konuşacağım. Bulunduğumuz dönemde özellikle akademide böyle bir sorunun varlığına ve bunun giderek arttığına ya da açığa çıktığına tanıklık ediyoruz. Bu mesele üzerine düşünürken akademide yaşanan cinsiyet temelli şiddetin; toplumsal ve politik iklimdeki yapısal şiddetten bağımsız olmadığını, kadına yönelik şiddetin yapısal şiddet ve ekonomik kriz ortamı ile daha da arttığını söylemek yanlış olmaz. Ekonomik krizin giderek derinleştiği bu dönemde kadınların eşitlik haklarına yönelik saldırılar, engellemeler bir tesadüf değil. Bir süre sonra resmî bir tasarı hâliyle daha çıplak bir biçimde sunulma potansiyeli olan bu engellemeler ya da cinsiyet ayrımcılığını derinleştirecek düzenlemelere dair tartışmalar yavaş yavaş kamuoyunda açığa çıkıyor. Feminist hareketin her zamanki gibi bu konularda farkındalığının yüksek olması gerekiyor. Cinsiyete dayalı şiddetin bağlamsal nedenlerinden koparılıp kendi içine sıkıştırılarak -onu besleyen nedenlerden özerkmiş gibi düşünülmesi- ele alınması kadının bir kurban olarak nesneleştirilmesi yaklaşımını yeniden üreten bir içerik taşır. Bu yüzden, feminist mücadele verirken bu noktayı gözden kaçırmamamız gerekir.
Ceren Damar cinayeti, akademideki cinsiyet temelli şiddetin bir tezahürüdür elbette. Ceren, Çankaya Üniversitesi’nde bir hukuk asistanıydı. Sınav esnasında kopya çekerken yakaladığı ve tutanak tuttuğu bir erkek öğrencisi Ceren’in odasına gelerek onu öldürdü. Ceren, genç bir kadın asistan olduğu için bu şiddet çok daha kolay gerçekleşti ve bu cinayet işlendi. Bununla birlikte akademik dünyada bu tür bir şiddete bir erkek asistanın da maruz bırakılabileceğini, böyle bir politik iklimde yaşadığımız gerçeğini göz ardı edemeyiz. Zira üniversitelerde bilgiyle kurulan ilişkinin niteliğinin artık değişmiş olduğunu, bilgiye atfedilen önemin eskisi gibi olmadığını, bilginin değerinin erozyona uğradığını izliyoruz ve bizzat yaşıyoruz. Bu nedenle öğretim üyesi, asistan, araştırmacı gibi bilgi üreten ve bilginin taşıyıcısı, aktarıcısı durumundaki öznelerin toplumsal konumlarının meşruiyetinde bir azalma ve değersizleştirme söz konusu. Bu boyutun konuşmamızın sınırlarını aşmasını göz önüne alarak şimdilik şu kadarını hatırlamak önemli: Neoliberal, totaliter ve popülist hegemonya altında, aydınlanmacı düşüncenin ortaya çıkardığı üniversite fikrinde ve üniversite kurumlarında köklü değişimler çok büyük bir hızla yaşanmakta. Bilginin üretimine ve bilginin üretildiği alanlara ilişkin bu dönüşümün niteliğinin neoliberal/otoriter müdahalelerin gerçekleştiği bir tarihsel ve politik konjonktürde belirlendiğine bizler de şahitlik etmekteyiz ve doğrudan etkilenmekteyiz. Türkiye bağlamında ve bütün dünyada akademinin kendi içinde geçirdiği bu kırılma, bilginin ve onu üreten öznelerin, eğitimcilerin, akademisyenlerin değersizleştirilmesi, itibarsızlaştırılması olarak gerçekleştirilmekte. Daha çok proje bazlı, piyasa ve merkezi otorite talep ve normlarına uygun istihdamın gerçekleştirildiği ve sıradanlaştığı bir üniversite ortamının inşa edildiği bir süreç olarak yaşanmakta. Yani o “kamusal yarar”, “ortak iyi” için bilgi üreten ve eğitim yapan saygın üniversite ve akademisyen imgesinin -olumlu ve olumsuz anlamıyla söylüyorum- Türkiye’de ve dünyada değiştiği bir döneme tanıklık ettiğimize hiç kuşku yok. Bu nedenle “ortak iyi” için “toplumsal barış” talep eden akademisyenlerin, üniversite hocalarının önemli bir sembol olan “öğretim üyesi cübbeleri” ile yerlerde sürüklendiği, yaka paça gözaltına alındığı, yargılandığı bir süreç yaşanıyor. Dolayısıyla küresel kapitalizmin bu tarihsel dönemine özgü olarak üniversitelere getirilen yeni rol yüklemelerinin yanı sıra oldukça hızlı gerçekleşen bu gelişmeler, Türkiye bağlamındaki değersizleştirilmenin belirgin bir biçimde ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Cinsiyete dayalı şiddet meselesinde ise bugünlerde, Eskişehir’den ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nden basına yansıyan bazı haberler kadınlara yönelik şiddet olaylarının üniversitelerde rahatlıkla gerçekleşebildiğini göstermiştir. Bu tür olayların akademide ve üniversite ortamında daha önce de var olduğunu, birdenbire ortaya çıkmadığını biliyoruz elbette. Ancak -son dönemde yaşandığı gibi- şiddetin normalleşmesinin ve kabulünün nasıl gerçekleştiğine bakmamız gerekir. Şiddete karşı toplumsal alandaki sessizlik ve tepkisizlik bir kabule işaret etmese bile şiddeti uygulayana dair caydırıcı etki yapmak ya da ceza vermek şöyle dursun, şiddetin ortaya çıkmasını kolaylaştıran bir ortam oluşmasına hizmet eder. Bu yüzden şiddet meselesinin farklı alanlarda çokça konuşulması ve gündeme gelmesi, sayılarının o kadar çok olmamasına rağmen feministlerin çabalarını göstermesi açısından çok kıymetlidir çünkü bu dönemde bütün kavramların içi tarihsel ve toplumsal bağlamlarından kopartılarak yeniden kuruluyor, aynen kurumlar gibi. Cinsiyete dayalı şiddet ya da kadına yönelik şiddet kavramı ve olgusu da böylesi bir kaderi paylaşıyor: Bu zihinsel kopuşların karşısında şiddetin nasıl ortaya çıktığına, nasıl normalleştirildiğine baktığımızda ayrıntılanmış, çeşitlenmiş hâlleri bir tarafa, en kaba hâlini (fiziksel şiddet) bile aynı tanımlayamadığımızı görüyoruz. Bu bağlamda akademideki şiddet ile kapitalizmin bugün aldığı hâl olan neoliberalizmin yeni inşa süreçleri ve kurumlara yüklediği yeni rollerin doğrudan bir ilişkisi var.
İkinci bir boyut olarak da tarihsel bir miras olarak ataerkil şiddetin sıkışılan noktalarda, kriz dönemlerinde ya da daralmalarda hemen kadınlara yöneldiğinin bir tezahürü de üniversitelerde görülüyor. Elbette üniversitelerde de feministler -şimdiye kadar boş durmadıkları gibi- yine boş durmuyorlar. Örneğin, Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) cinsel tacize karşı mücadele mekanizmaları ve yönergeleri ile ilgili merkezi kurumsallaşma girişimleri Özgecan Aslan olayıyla başladı. Ancak üniversitelerde cinsel tacizle ilişkili kurumsallaşma, deneyim ve bilgi birikimi süreci Özgecan olayından çok önce başlamıştı. Özgecan cinayeti, daha “makbul” bir kadının cinayeti olduğu için toplumun muhafazakâr kesimlerinin ve siyasal otoriteyi elinde tutanların da bu cinayete sessiz kalamadığı vahim bir olaydı. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) bu olay üzerine üniversitelerin ilgili birimleriyle toplandı. Sonrasında, bugün kaldırılması yeniden tartışma konusu olan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” yürürlüğe kondu. Fakat bu belge bugün değişse de değişmese de kaldırılsa da kaldırılmasa da üniversitelerde hâlâ cinsel taciz ve cinsel şiddet ile mücadele eden önemli bir kurumsallaşma süreci devam ediyor. Süreklilik ve kesintileri içeren bu süreci kendi deneyimimden birkaç örnekle somutlayabilirim. Henüz lisans öğrencisiyken feminist hareketle ilişkilenmem başlamıştı. Asistanlığa başladığım yıllarda, Ankara’dan ve İstanbul’dan pek çok kıymetli hocamız ve asistan arkadaşımızla Öğretim Elemanları Sendikası’nı (ÖES) kurmuştuk. Üniversitenin; hiyerarşinin, gücün, iktidarın en inceltilmiş biçimde meşru sayıldığı alanlardan biri olduğunu genç kadın asistanlar olarak sürekli hissediyorduk. ÖES’nin yapısı, asistan ve öğretim üyesi hiyerarşisini ortadan kaldıracak biçimde düşünülmüştü. Daha sonra Eğitim-Sen’in 6 Nolu Üniversiteler Şubesi olan ÖES, İstanbul Üniversitesi’nde cinsiyete dayalı şiddetin çeşitli türlerini ilk kez gündeme getirmişti. O dönemde bir dekan yardımcısının, kadın bir sekretere makas fırlatıp tokat attığını öğrendik. Kabul edebileceğimiz bir durum olmadığından konuyu detaylı konuşup tepki vermemiz ve müdahale etmemiz gerektiğini düşündük. Şu an bakınca, o dönem yapabildiklerimizin çok kısıtlı olduğunu ama yine de bunun için mücadele ettiğimizi ve bir sonuç almaya çalıştığımızı hatırlıyorum. Yanımızda bulunan sözü geçen hocalarımızın konuyla ilgili işlemlerin yapılması ve eylemi gerçekleştiren erkek idarecinin görevinden uzaklaştırılması için çabalayacaklarının sözünü vermeleriyle bu konu böylece kapatılmıştı. 1990’lı yıllar henüz üniversitelerde cinsiyete dayalı şiddet, cinsel taciz, cinsel saldırı, mobbing, kadına yönelik şiddet gibi kavramların kabul gördüğü ya da tanındığı dönemler değildi. Bu yüzden engelleyici mekanizmaların, yönergelerin tartışılması değil; ancak sendika gibi ortak değerler ve hak mücadelesi alanlarında ahlaki bir sorgulama, kınama yönünde baskı grubu oluşturma çabası içindeydik. Bugünden baktığımızda münferit gibi duran her mikro ölçekli çabamızın cinsiyete dayalı şiddetle mücadelede makro düzeydeki mekanizmaları inşa etmede önemli bir basamak teşkil ettiğini görüyoruz. 2016 senesinde, üniversiteden emekli olmak zorunda kalmadan önce cinsel taciz ve saldırıları önlemek üzere mekanizma ve yönerge oluşturmak için çalışmalara başlamıştık. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma Merkezi’nde müdürlük yaptığım dönemde öğretim üyesi, asistan, idari görevli, personel ve öğrencilerinin temsilcilerinin de katılımıyla cinsel taciz ve saldırılara karşı yönerge metnini oluşturmuştuk. İstanbul Üniversitesi çok dağınık kampüsleri olan; öğrencisi, öğretim üyesi, çalışanı ile çok kalabalık bir üniversite. Buna rağmen çeşitli kampüslerdeki taciz ve şiddet olaylarından bir şekilde haberdar oluyorduk. Kadın öğrenciler; aileleri tarafından okuldan alınması, üniversite mekanlarında aynı taciz olayının tekrarlanması gibi cinsiyete dayalı sistematik şiddetin çeşitli türlerine maruz kaldıkları için bu olayları öğrencilerimizi zor durumda bırakmadan çözmeye çalışıyorduk. Bir yandan da önleyici mekanizma oluşturma amacıyla çalışmalarımıza başlamıştık. O dönem İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde, tacizci olduğu bilinen bir erkek öğretim üyesi hakkında fakülte dekanına defalarca gidilmesine rağmen tacizi engelleyecek hiçbir önleyici tedbir alınmamıştı. Bunun üzerine söz konusu fakültede öğrenciler bir çare bulabilmek için bize geldiler. Biz de o sıralarda cinsel taciz ve saldırıları önlemek üzere bir yönerge hazırlığı yapıyorduk. Öğrencileri bundan haberdar ettik ve bu olayı da çözmek üzere her iki konuyu doğrudan rektörlüğe taşımayı önerdik. Bu konuya karşı nasıl bir tutum içinde olduklarını doğrudan sorduğumuzda hepsi erkek olan üniversite yönetimi hem yönerge için hem de bu olay için “Hocam biz huzurlu bir ortam istiyoruz, bunları da halletme yoluna gideceğiz ama öğrenciler de konuyu basına taşıyorlar, yargısız infaz yapıyorlar!” dediler. Biz de bunun üzerine “Siz henüz fakülte düzeyinde caydırıcı nitelikli herhangi bir önlem almıyor ya da cezalandırmıyorsanız tabii ki öğrenciler çaresiz kalarak medyada ifşa ve linç girişimine kadar -o zaman linç meselesi de çok tartışılıyordu- götürürler bu durumu.” diye cevap verdik ve hazırladığımız yönerge taslağının ne kadar acil ve hayati olduğunu vurguladık. Ardından o öğretim üyesi açığa alındı. Sonuç olarak her yerde küçüklü büyüklü yaşadığımız deneyimlerin, mücadelelerimizin, birikimlerimizin hem sürekliliği olduğunun hem de her fırsatta kesintiye uğratılmaya çalışıldığının bilincindeyiz elbette.
Toparlamak gerekirse akademide artan, yaygınlaşan ve yoğunlaşan ataerkil şiddetin yeni hâllerinin, neoliberalizmle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Bilgiyle kurulan ilişkideki, müşteri satıcı şeklindeki etkileşim biçimlerinin ileride daha açık ve doğrudan yaşanacağı bir süreç bizi bekliyor muhtemelen. Vakıf üniversitesinde hizmet alan kişi, ücret ödeyerek aldığı hizmetten memnun kalmayabiliyor. Memnun kalmayınca hizmet vereni, patronun çalışanı olarak gördüğü için memnuniyetsizliğini toplumsal alanda rahatlıkla dile getirebiliyor. Bu toplumsal alanlarda; siyasal otoritenin ve söylemin meşrulaştırdığı, toplumsallaştırdığı, güç ilişkilerinin en somut biçimleriyle tezahür ettiği cinsiyete dayalı kaba şiddet kolaylıkla her tür işin halledilme biçimi olarak ortaya çıkıyor. Bunun muhatabı da kadınlar oluyor hiç kuşkusuz.
Soru: Üniversitede artan cinsiyetçi şiddet meselesinde, neoliberalizme ve bilgiyle kurulan ilişkiye ek olarak artan Türk İslam faşizmi ya da milliyetçi militer yeni erkekliklerin üniversitelerde örgütlenmesi ciddi bir etken olsa gerek. Özellikle Ceren Damar örneğinde basına yansıyanlardan Çankaya Üniversitesi’nin cenaze törenini öylesine bir başsağlığı diye yayınladığını görüyoruz. Üniversitenin kendi ideolojisinin yanında, aynı zamanda bir erkeklik ideolojisi olan milliyetçi militer örgütlenme de kadınların üniversitelerde uğradığı şiddette etkili midir? Keza Şule Çet davasında, İnci Hekimoğlu konunun aynı şekilde militarizmle bağlantısını deşifre eden çok güzel bir yazı yazmıştı. Arada dinlenen tanık kadının Pegasus hava yolu şirketiyle bağlantısının olması, Pegasus hava yolu şirketinin orduya en çok yatırım yapan firma olması, adli tıp danışmanının ve avukatların hepsinin geçmişte bir şekilde bürokrasiyle ilişkili olmaları gibi durumlar var. 1960’lar ve 1970’ler Türkiye’sinde geçerli olmuş olabilecek bu olaylar ve bugün tekrar yükselen bu hava hakkında neler söylenebilir?
Sevgi Uçan Çubukçu: Türkiye bağlamında daha muhafazakâr, otoriter, totaliter olma durumu önemli bir nokta. Bu kavramları biraz dikkatli kullanmaya çalışıyorum çünkü bunlar, tarihsel bağlamları itibarıyla aynı biçimde ortaya çıkmıyor. Ama nitelik ve sonuçları itibarıyla benzer durumlar yaşanıyor. Türkiye’de özellikle İslam’ı referans alan modern bir erkeklik inşası da söz konusu. Özel alan ve kamusal alanın yeniden bir pazarlık konusu hâline gelmesi gibi meseleler de birbiriyle çok iç içe ama sizin söylediğinizde de çok doğru olan bir nokta var: Yeni erkeklik modeli için “Bu bir erkeklik krizi mi yoksa ataerkil sistemle yeni bir pazarlık mı söz konusu?” gibi tartışmalar çok yapılıyor. Ben daha çok ikincisi gibi düşünüyorum. Geleneksel ataerkil erkeklikte değişimler söz konusu ama yeni bir pazarlık var ve roller de bunu dışa vuruyor. Bu durumun özellikle Türkiye’de militer kültür ve dinle bağlantısı çok açık. Evet, artık kadınlar başörtüleriyle kamusal alanın her yerinde ve kurumunda ama hangi kamusal alanlarda, hangi roller ve yaklaşımlarla var oldukları da önemli. Sadece başörtülü kadın kimliğinin değil diğer kadın kimliklerinin de hangi kamusal alanlarda var oldukları yeni bir pazarlık konusu. Türkiye özelinde bunları ayrıca düşünmemiz gerekiyor. Neoliberalizm Türkiye’yi oldukça etkilese de neoliberalizm gibi bir genelleme Türkiye’yi açıklamakta yetersiz kalıyor. Erkekliğin yükselişe geçmesinde İslamcı muhafazakâr anlayışın çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Ben çok kötümser değilim. Sadece feminist hareket güçlü bir örgütlenme olduğu için değil; kadınların başörtülü-başı açık, zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz, çalışan kadın-ev kadını, evli-bekar gibi farklı kadınlık hâllerinden, itirazlarından ve kendi yaşamlarının öznesi olma çabalarından da umutluyum. Ancak siyasal alan çok daralmış durumda, şu an için açık bir kanal görünmüyor. Bu sıkışık alanı en çok zorlayan eşitlikçi ve özgürlükçü hareketlerden birinin feminist hareket olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz. Siyasal alandaki daralma toplumsal alana da meşrulaştırma ya da rızanın üretimi gibi konularda doğrudan ve etkili bir biçimde yansıyor. Ancak durumun şu anda böyle olması ileride de böyle olacağı anlamı taşımıyor. Bugün Türkiye’de kırılması çok zormuş gibi görünen, güç kullanmaya ve zora dayalı ilişki biçiminin de çok rahat dönüşebileceğinin ipuçları var.
Gökçeçiçek Ayata: Bütün bu süreci konuşurken AKP hükümetlerinin, başta dillendirmeseler de en baştan beri “kadın ve erkeğin eşit olduğu” düşüncesine sahip olmadığını kabul etmek gerekir ama süreç boyunca bu eşitlik fikrinden kopma hâlinin çok ciddi bir etkisi olmuştur. Eşitlik fikrinden uzaklaşma hâli, erkeklerin elini pek çok anlamda rahatlatan ama bazı konularda da atanan roller nedeniyle zorlaştıran; kadınları ise giderek bir yaşam mücadelesine iten bir durumdur. Ancak genç kadınların bir kısmında toplumsal rollere, şiddete bakışa, kadın erkek rollerine dair -orta yaş kadınlara göre- hoşgörüsüzlük hâli olduğunu gösteren birtakım araştırmalar mevcut. Bir taraftan da kadınların hayatlarına sahip çıktıkları ve hakları için mücadele ettikleri çok net bir şekilde görülebiliyor. Genç örgütlü kadın sayısı giderek artıyor, örgütlü olmayanlar da kendi hayatları içerisinde mücadeleden vazgeçmiyorlar. Biz de haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz.
Soru: Ben siyasal alandaki sıkışmışlık meselesinden ve biraz da medyadan bahsetmek istiyorum. Biz 2-3 yıl önce BÜKAK’ta Türkiye’de öğrencilerin üniversitelerdeki cinsel taciz mücadeleleriyle alakalı bir cinsel taciz belgeseli çalışması yapmıştık. Gözlemlediğimiz kadarıyla bazı üniversitelerde öğrencilerin kurumsallaşma isteği vardı. Örneğin, İstanbul Üniversitesi’nde bahsettiğiniz yönergeden söz ediyorlardı ama orada konuşulanlar akademisyenlerle öğrenciler arasındaki ilişkilerin niteliği, neyin ne kadar imzalatılabildiği, akademi alanında nasıl bir dayanışma ağının kurulabildiği üzerineydi. Şimdi geldiğimiz noktada ise kurumsallaşmaya yönelik saldırgan tutumun -YÖK’ün imzaladığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’nin kaldırılmasının- bazı sonuçları var diye düşünüyorum. Bu sonuçlardan biri kurumsallaşmanın olamadığı yerlerde çok fazla seçeneğin de olmamasından dolayı öğrencilerin ifşa yolunu tercih etmeleriydi. Ancak bunun; şiddete maruz bırakılan kadının isminin ortaya çıkması, olayın daha da büyümesi gibi olumsuz sonuçları da oluyordu. Şule Çet davasında da farklı bir mücadele yöntemi olarak medya kullanılıyor. Davayla ilgili üç ay önce bambaşka bilgiler vardı, yavaş yavaş medya aracılığıyla sızdırılıyordu. Dolayısıyla mücadele biçimi değişmiş gibi. Siz bazı kazanımlardan da bahsetmiştiniz. O alanların tamamı tıkanmışken biz feministler olarak ne yapabiliyoruz, hangi metotları kullanıyoruz, bunların olumlu ya da olumsuz sonuçları ne olacak genel olarak?
Berna Ekal: Şule Çet davasında ilk çıkan haberler daha farklıydı ama haberlerdeki farklılaşma aslında feministlerin de bu davayı sahiplenmesi ile başladı. Dolayısıyla araştırma yaptığımız dönemde tespit ettiğimiz dinamiğin hâlihazırda devam ettiğini görüyoruz ama bir yanıyla da artık haberleri aldığımız medya kaynağındaki farklılıktan söz etmek lazım. Aslında bu bilgilere daha bağımsız, sanal mecralardan ulaşabiliyoruz. Feministlerin bu anlamda bilgiyi dolaşıma sokmaktaki mücadelelerinin sürdüğünü ve etkili olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda Şule Çet davası, feminist avukatların da çok yakından takip ettiği bir dava. Dolayısıyla, orada sadece bir medya mücadelesi değil aynı zamanda hukuk mücadelesi de yürütülüyor. Bir sahiplenme de söz konusu oldu ve davanın seyri de bu sahiplenmeden etkilendi.
Gökçeçiçek Ayata: Aslında mecburen hem Türkiye’de yaşanan sürece hem de dünyanın yeni dönemine uygun mücadele pratikleri üretmek durumunda kalıyoruz. Örneğin; sokağa çıkamadığımız için Twitter kullanıyoruz, basın açıklaması yapamadığımız için adliyede toplanıyoruz. Alternatifler bulmak bir taraftan iyi bir şey olabilir ama bir taraftan da ciddi bir sıkışmışlık hâli var. Özellikle sokağa çıkamama hâli, örgütlenme özgürlüğü önünde yeni kadınlara ulaşamama adına hepimiz açısından büyük bir engel ama başta konuşulduğu gibi kadınlar vazgeçmiyor; blog açanlar, anıt sayaç oluşturanlar, #MeToo üzerinden Türkiye’de hareket yürütenler var. Bugün futbolda şiddet de konuşuluyor, hem yeni alanlar hem de yeni pratikler üretiliyor. Ancak belli konularda hâlâ sıkışmışlık durumu var. Onları aşmak da ülkedeki politik atmosferin görece daha demokratik bir yere evrilmesiyle mümkün olacak.
Soru: İki konu kafamı meşgul etti. Biri Sevgi Uçan’ın bahsettiği akademi meselesi. Biz bu meselede hep akademisyenlere bakıyoruz ancak öğrencilere bakmıyoruz. Son zamanlarda çok fazla öğrenci -özellikle feminist öğrenciler- feministlerden faydalanma durumu ile karşılaştıklarını söylüyorlar. Erkek öğrencilerin feminist kadınlar üzerinde başka türlü baskı yaratması çok ciddi bir konu ve bununla ilgili akademide bir şeyler yapmamız lazım. Boğaziçi Üniversitesi’nde cinsel şiddete karşı faaliyet gösteren CİTÖK var. Az önce de bahsedildiği gibi ifşa mekanizması gündeme getiriliyor. Ancak gerçekten feminist kadınlarla feministmiş gibi görünen erkekler arasındaki şiddet ilişkisinin, şiddetin başka bir boyutunu oluşturduğunu düşünüyorum ve en azından kendi adıma bunun üzerine gerektiği kadar düşünmediğimi gördüm. İkinci olarak, benzer şekilde kadınların şiddetinin bizim gözümüzde ne olduğu hakkında düşünüyorum. Şiddet uygulayan, erkekleri öldüren kadınlar var. Yasemin Çakal, gündemi çokça etkileyen Nevin Yıldırım gibi örnekler var. Berna Ekal, siz Nevin Yıldırım için özel bir çalışma yaptınız mı? Nevin Yıldırım olayında kadın şiddetinin erkek şiddetinden farklı olarak birçok şeyi açığa çıkardığını düşünüyorum. “Kadının gösterdiği şiddetin biçimi neydi?” sorusu sorulduğunda şu görülüyor: Adamı öldürdü, boğazını kesti, adamın kafasını bir çuvala koydu, köyün merkezine götürdü ve “Alın size namusunuz!” diyerek masaya bıraktı. Bu gerçekten aşırı bir performanstı. Hem hukuk sisteminin hem namusun hem de medyanın bütün kalıplarını zorlayan, bu kalıpları bir şekilde açığa çıkaran bir şiddet biçimi oldu. Biz bu şiddet biçimi üzerine yeteri kadar konuşuyor muyuz?
Sevgi Uçan Çubukçu: Biz hakikaten üniversitelerde genellikle eşitsizler arası gerçekleşen, cinsiyet temelli hiyerarşik şiddete bakıyoruz. Dolayısıyla aklımıza ilk olarak üniversite içinde hoca iktidarı ya da hocayla çalışan öğrenci geliyor. Eşitler arası şiddete pek eğilmedik, vaktimiz de olmadı esasen bunun için. Bizim gündemimize de yeni yeni geliyor bu şiddet türleri. Şimdi siz söyleyince düşündüm ve merak da ettim. İstanbul Üniversitesi’nde aktif olduğum dönemde, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nde –bu fakülte yerleşkesi merkezden çok uzakta bulunmakta- okuyan iki genç kadın öğrenci bana ulaşmaya çalışmışlar. Kadınlardan biri, kendi arkadaşı tarafından sürekli şiddete maruz bırakılıyordu. Onunla sürekli haberleştik. Kendisinin istemediği herhangi bir çözüm düşünmedik ama ona desteğimizi ve nasıl istiyorsa öyle yapacağımızı hissettirerek güçlendirici bir dayanışma gösterdik. Bu gibi durumlar genç kadınların kendi yaşam alanlarını kısıtlama ihtimali barındırdığı için ailelerine ya da üniversite içinde bizlere çok başvurmayabiliyorlar. Ancak kendi aramızda, farklı kuşaklar arasında, eşitler arasında bu konuları konuşmamız gerek. Flört şiddeti de bunun bir parçası. Az önce kadın şiddetinden bahsettiniz. Şiddet bir şeyi yok etmeye, ortadan kaldırmaya dönüktür. Cinsiyetçi şiddetin de birçok tanımı olabilir ama cinsiyetçi şiddetin en önemli taraflarından biri şiddetin bu tanımında bulunur. Kadın şiddetinin bir şeyi yok etmek için değil bir şeye isyan olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Elbette bu bir cinayetti ve gerçekleşme biçimi hepimizi dehşete düşürdü. Bununla birlikte kadının gündelik hayatının her anında yaşadığı cinsiyete dayalı şiddeti gözler önüne seren bir şiddet türüydü. Sosyolojik, antropolojik anlamda kadına yönelik şiddetin açığa çıkmasında volkanik bir patlama gibiydi; bunun şiddeti meşrulaştırmadığını ya da örtmediğini düşünüyorum. Erkek şiddeti ise gerçekten yok etmek üzerine. Biri yok edici eril şiddet, erkek şiddeti; diğeri ise yok etme amacından çok için için yanan bir şeyin engellenemeyen patlamasıyla dışavurulması, ifşası gibi geliyor bana. Üzerine daha çok düşünmek gerekir. Ayrıca kadına yönelik her türlü şiddetin, her münferit olayda meşrulaştırıcı gerekçelerini ortaya koyan eril kültürün böylesi nadir olaylarda hiç de açıklayıcı olmadığını feminist eleştiri bağlamında göz önünde bulundurmamız gerekir.
Berna Ekal: Biz Nevin Yıldırım’la ilgili ayrıca çalışma yapmadık. Ancak Nevin Yıldırım ve diğer şiddet gösteren kadınlar açığa çıkarıyor ki feminist kuramcıların şiddetle ilgili teorilerini revize etmeleri gerekiyor. Feministler bu zamana kadar erkek şiddetiyle ilgili teorilerinde -öyle yapmak istemeseler de- kadını nesneleştirdiler ve güçsüzleştirdiler. Her ne kadar şiddete uğrayan kadının güçlendirilmesi istense de teorik olarak kadın hep maruz kalandı. Erkek şiddetiyle ilgili birebir düşünmemiş herhangi bir grupla tartıştığım zaman genellikle bana gelen eleştirilerden biri hep şu olur: “Anneler de çocuklarını dövüyor.” Kadınların şiddetin devam etmesinde üretici rollerinin olduğu söyleniyor. Bütün bu şiddetin sorumluluğunun kadınlara ve anneliklerine yüklenmesi eleştirilecek bir nokta tabii.
Gökçeçiçek Ayata: Ben de hukuki olarak ifşa konusuyla ilgili bir şey söylemek isterim. İfşa edenlere genelde üniversiteler disiplin soruşturması açıyorlar. O yüzden ifşa mekanizmalarını işletirken dikkatli olmakta fayda var. İfşanın politik ve teorik arka planı tartışılmalı: İfşa hangi durumlarda yapılmalı? İfşaya nasıl yaklaşılmalı? Ama yine de ifşa stratejik mücadele yollarından biri ve ifşayı her türlü olayda ayrı ayrı tartışmak gerekiyor.
Son yıllarda Türkiye’de elektrik verilerek, saçlarından arabanın kapısına sıkıştırılıp sürüklenerek öldürülen bir sürü kadın var. Erkek şiddeti giderek vahşileşiyor. Kadın şiddetinin erkek şiddetinden şöyle bir farkı var: Kadınlar öncelikle şiddeti ortadan kaldırarak o ilişki içerisinde kalmayı deniyorlar. Kadınların şiddeti yıllar süren, artık psikolojik olarak da dayanılamaz boyuta gelen bir erkek şiddetine karşı meşru bir müdafaa olarak ortaya çıkıyor. Nevin Yıldırım bütün köyün kendisinin arkasından konuşması, bu durumun yarattığı baskı, yaşadığı diğer taciz vakaları gibi olaylar silsilesi sonucunda son noktaya geliyor. Yargı tarafından Nevin Yıldırım’ın aslında meşru müdafaa kapsamında yıllar boyunca eziyet suçuna maruz kalmış bir kadın olarak değerlendirilmesi gerekir. Kadınlar adalete erişemedikçe ve erkeklerin cezasızlığıyla karşı karşıya kaldıkça biz yeni Nevin Yıldırımlar göreceğiz. Çünkü kadınlar hayatları için mücadele ediyorlar. Kadınlar bu kadar çaresizken, defalarca adliyeye ulaşmaya çalışmışken, akıl almaz işkencelere maruz kalmışken hiçbir şey yapılmıyorsa bu kadınlar kendileri için bir şey yapacaklar.
Soru: Boşanmış, Mağdur Babalar Derneği, Türkiye Aile Meclis’i gibi oluşumlar var. “İstanbul Sözleşmesi geri çekilsin, kadın erkek eşitliği son bulsun, 6284 geri çekilsin” gibi kampanyalar yapıyorlar. Bu kampanyalarla toplumda böyle bir talep varmış gibi gösteriliyor. Bu kurumların yaygınlığı, etki alanı nedir? Bunların talepleri ve söylemleri Anayasa anlamında baktığımızda bir suç değil mi? Ek olarak son yıllarda Türkiye’deki ana akım medyada dinî programların sayısı ve etkisi artmaya başladı. Fakat sadece dinî programlarda değil örneğin, sabahları saat 10’dan itibaren başlayan magazin programlarının içinde de dinî sohbetleri görebiliyoruz. Haber programları dahil pek çok programda dinî referansları çok sık duyuyoruz. Bu konuda yapılan bir çalışma var mı? Dinî programların toplum üzerindeki etkileri nasıl değerlendiriliyor?
Gökçeçiçek Ayata: Bunların hepsi farklı mücadele araçlarıdır. Öncelikle, örgütlenme hakkı çerçevesinde düşünüldüğünde şiddet içermeyen bütün açıklamaları herkes örgütlenip ifade edebilir. Türkiye’deki kadın hareketinin bu kadar güvenilir ve güçlü olmasının nedenlerinden biri de temel hak ve özgürlükleri sahipleniyor olmasıdır. Hadım cezası getirilmeye çalışıldığı zaman kadın hareketi, bunun insan haklarına aykırı olduğunu söyledi. Biz hep böyle bir noktada durduk. Herhangi bir konudaki suç duyurusunda da cinsiyetçi yargı tarafından sizin aleyhinize tescillenecek bir tavır alınacağını bile bile suç duyurusunda bulunmanın stratejik olarak doğru bir adım olduğunu düşünmüyorum. Örgütlenme konusundaki bağlantılarını bilmiyoruz ama tabii ki destekleniyorlar. Maddi kaynakları var, neredeyse nafakayla ilgili bütün toplantılara şehirler arası toplanıp geliyorlar. Örneğin, çocuk istismarcılarına af getirmek istiyorlar. 10.000 mağdur aile olduğu söyleniyor fakat bu sayının neye dayandığı belli değil. Bu sayı sadece Boşanma Komisyonu Raporu’nda bir milletvekilinin beyanına dayanıyor. Bu sayının nasıl bu kadar farklılık gösterdiği bir araştırmaya dayanmıyor. Kullanılan yöntemlerden biri toplumdan böyle bir talep olmasıdır. İkinci yöntem ise, tıpkı kürtaj gündeminde olduğu gibi yasayı değiştirmeyip uygulamayı değiştirmektir. Nafaka gündeminde de yasayı değiştirmeyip uygulamayı değiştirmeye giden bir süreç var. Mağdur Babalar Derneği gibi oluşumlar medya tarafından destekleniyorlar. Örneğin, “Kadın mahkemeye sevgilisiyle el ele geldi. Hakim ona rağmen nafakayı kesmedi.” gibi haberler mevcut. Aslında söz konusu olan nafaka, kadına verilen yoksulluk nafakası değil. Çocuğa verilen iştirak nafakası. Nafakayı vermekle yükümlü taraf çocuk 18 yaşını doldurana kadar nafaka vermek durumunda, eğitimi sürüyorsa eğitimi boyunca vermek durumunda.
Panelimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz.
1 İslam Konferansı Örgütü’nün merkezi Cidde’de olup, 1972 yılında kabul edilen İslam Konferansı Yasası esas alınarak kurulmuştur. Siyasi bir forum niteliğinde olan örgütün 57 üyesi bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti üye- lerden İslam Konferansı Örgütü için bkz. 30 Ocak 2020 tarihinde erişil- miştir. <https://disiliskiler.ktb.gov.tr/TR-22154/islam-konferansi-orgutu-iko. html>
2 Başta çekince ile onaylanan tüzük, Ocak 2020’de Meclis’te itirazlar üzerine görüşülmeden geri çekilmiş, teklifin görüşülmesi ertelenmiştir. Meclis’e su- nulan tüzük için bkz. “OIC Plan of Action for the Advancement of Women (OPAAW)” (Üye Ülkelerdeki Kadınların Güçlendirilmesi: Zorluklar ve Bek- lentiler), 1-3 Kasım 2016, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <https://www. oic-oci.org/subweb/woman/6/en/docs/final/6wom_opaaw_en.pdf>
3 Kadın cinayetlerine karşı mücadele amacıyla İstanbul Feminist Kolektif ta- rafından başlatılan İlgili kampanya için bkz. 21 Eylül 2019 tarihin- de erişilmiştir. <https://kadincinayetlerineisyandayiz.blogspot.com/p/dene. html>
4 Şefika Etik eşi tarafından sığınma evinden alındıktan sonra aynı gün içeri- sinde bıçaklanarak öldürüldü. Bkz. “Şefika Etik Davası: Kadın Bedeninden Ölüme Gerekçe Yaratmak”, 24 Ocak 2012, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir.<http://www.sosyalistfeministkolektif.org/kampanyalar/parcas-olduklar-m- z/kadn-cinayetlerine-isyandayz/efika-etik-davas-kadn-bedeninden-oelueme- gerekce-yaratmak/>
5 Eski eşi tarafından defalarca şiddet gören ve tecavüze uğrayan, savcılığa suç duyurularında bulunmasına rağmen sonuç alamayan Ayşe Paşalı eski eşi ta- rafından bıçaklanarak öldürülmüştü. “Ayşe Paşalı Davası”, 7 Şubat 2013, 31 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <http://kadincinayetlerinidurduracagiz. net/aciklamalar/29/ayse-pasali-davasi>
6 Nahide Opuz ve annesi, Nahide Opuz’un 1995’te evlendiği Hüseyin Opuz tarafından farklı tarihlerde darp edilmiş, bıçaklanmış, araçla ezme girişimine maruz bırakılmış ve Hüseyin Opuz hakkında defalarca şikâyette bulunmuş- lar ancak Hüseyin Opuz’un devam eden ölüm tehditleri ve baskısı yüzün- den şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalmışlardır. Nahide Opuz’un annesi,
H.O. tarafından öldürülmüştür. Dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. AİHM Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 (yaşam hakkı), 3 (işkence yasağı) ve 14.(ayrımcılık yasağı) Maddelerini ihlal ettiğine karar verdi ve tazminata mahkûm etti. AİHM’in Türkiye’yi mahkûm ettiği 33401/02 başvuru numaralı kararı için bkz. 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <http://www.aihmiz.org.tr/?q=tr/content/opuz-karari
7 Şengül S. eşi tarafından bıçaklandı, fail mahkeme tarafından 11 yıl cezaya mahkûm Bkz. “Özgecan’ın Katillerine ‘idam isteyen’ adam, Sevgilisini Öldürüp 11 Yıl Ceza Aldı”, 19 Ocak 2016, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <http://bit.ly/31BNHiG>
8 TBMM’nin 2016’da sunduğu, içerisinde istismarcının tecavüz ettiği çocuk- la evlenmesi durumunda serbestlikten yararlanılması, cinsel suçlarda hadım uygulanması, aile hukukuna ilişkin tüm davaların gizli yapılması, nafaka kı- sıtlaması gibi maddeleri içeren komisyon raporu. Tam adı “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar İle Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”dur. İlgili rapor için bkz. 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <https://www.ailevecalisma.gov. tr/media/4129/meclis-aras-tirma-komisyonu.pdf>
9 2017’de TCK’nin “çocukların cinsel istismarını” düzenleyen 103. madde- sinde değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikler vakaların azaltılmasından ziyade “vakaların görünürlüğünün azaltılmasına” hizmet ettiği gerekçesiyle tepki gördü. Değişiklik öncesi ve yapılan değişiklikler ile ilgili olarak bkz. “TCK De- ğişiklik Tasarısı”, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <http://bit.ly/39e78kc>,
10 İlgili belge için bkz. “YÖK’ün Kaldırdığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tu- tum Belgesi”, 20 Şubat 2019, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <https://bi- anet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/205680-yok-un-kaldirdigi-toplumsal-cin- siyet-esitligi-tutum-belgesi>
11 İlgili makale için bkz: “Şule Çet Davasındaki Kilit İsim ve ‘Savunma Sana- yi’”, İnci Hekimoğlu, 11 Şubat 2019, 21 Eylül 2019 tarihinde erişilmiştir. <htt- ps://www.artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/sule-cet-davasindaki-kilit- isim-ve-savunma-sanayi>
12 Yasemin Çakal; kocasından sistematik şiddet gören, bu durum hakkında defalarca polise şikâyette bulunmasına rağmen sonuç alamayan bir kadın. 10 Temmuz 2014’te kendini ve çocuğunu korumak için kocasını öldürdü. 4 Temmuz 2017’de, eylemi meşru savunma olarak görüldüğünden tahliyesine karar verildi. 2018 yılında cezasızlık kararı bozularak Yasemin Çakal’a 15 yıl ceza İlgili haber için bkz. “Mahkeme ‘Cezaya Yer Yok’ Kararını Bozdu, Yasemin Çakal’a 15 Yıl Ceza Verdi”, 9 Nisan 2018, 30 Ocak 2020 tarihinde eri- şilmiştir. <https://bianet.org/bianet/kadin/195965-mahkeme-cezaya-yer-yok- kararini-bozdu-yasemin-cakal-a-15-yil-ceza-verdi>
13 Nevin Yıldırım, 28 Temmuz 2012’de kendisine tecavüz ettiğini söylediği akrabasını av tüfeğiyle öldürdü ve öldürdüğü akrabasının kafasını kesip köy meydanına attı. Herhangi bir “haksız tahrik” veya “iyi hâl” indirimi almayan Nevin Yıldırım’a ömür boyu hapis cezası verildi. İlgili haber için bkz. “Nevin Yıldırım İçin Müebbet Onama İstendi”, 16 Ocak 2019, 30 Ocak 2020 tarihinde erişilmiştir. <https://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/204501-nevin-yildi- rim-icin-muebbet-onama-istendi>
14 Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Müca- deleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi -bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi- kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan Avrupa Konseyi sözleşmesi.