Söyleşiyi yapan: Duygu Dalyanoğlu, Türkü Su Sakarya
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 2010 yılından itibaren kadın cinayeti verilerini kamuoyuna açıklıyor. 2021 yılında yayımladıkları aylık raporlarda şüpheli kadın ölümlerinin ve intiharlarının daha görünür olduğu vurgusunun dikkatimizi çekmesi üzerine platformun raporlama koordinatörlerinden Ezgi Aslan ve genel sekreteri Fidan Ataselim ile bu konu üzerine konuştuk.
Duygu Dalyanoğlu: Ağustos 2021 raporunuzda intihar veya doğal ölüm gibi sunulan şüpheli kadın ölümlerinin veya şüpheli bir şekilde ölü bulunan kadınların sayısında özellikle de pandemi ile birlikte, ciddi bir artış yaşandığından bahsediyorsunuz. 2021 yılının ilk sekiz ayında yayımladığınız raporlar ise toplamda 181 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü, 132 kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğunu gösteriyor. Öncelikle bu verileri nasıl derlediğinizi ve yorumladığınızı sorarak başlayalım.
Ezgi Aslan: Verileri tamamen medya üzerinden ve ailelerin bize yaptığı başvurular üzerinden derliyoruz. Anaakım medyadan ve yerel medyadan haberleri toplayıp verilerin girişini yapıyoruz. Pandeminin başlarında kadın cinayetlerinde veya şüpheli ölümlerde artış olduğu şeklinde bir analiz yapmak güçtü. Çünkü bu durumlar her zaman inanılmaz derecede artmıyor ya da azalmıyor. Sürekli istikrarlı bir şekilde yukarı doğru ivme kazanan bir şey değil, toplumsal olaylar çerçevesinde artıp azalan bir durum… Ama rapora baktığımız zaman görüyoruz ki kadınlar en çok evlerinde ve en yakınındaki erkekler tarafından öldürülüyor. Pandeminin başından beri evde kaldığımız süreçler kadınlar için inanılmaz tehlikeli bir hâl oluşturabilir. Çünkü evde en yakınımızdaki erkeklerle kaldığımız bir ortamdayız. Hâliyle şiddetin boyutu değişkenlik gösterebilir. Evde kaldığımız süreçte kadınların şüpheli bir şekilde ölümünün ardındaki soruşturma süreçlerine dair sorduğumuz soruların yanıtlarının eksik olması veya geç gelmesi de bu konuda kafada oluşan şüpheleri daha da artırıyor diyebilirim.
Fidan Ataselim: Pandeminin sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de kadına yönelik şiddeti artıracağı öngörülüyordu ve çok net bir şekilde arttı. Bizim açımızdan pandemi Türkiye’de kadına yönelik şiddetin daha çok gizlendiği, örtüldüğü bir dönem anlamına da geldi. O nedenle “kadın cinayetleri arttı” diyemiyoruz. Ciddi fark yaratan bir artış söz konusu değil. Ama şüpheli kadın ölümleri son birkaç yıldır zaten artma eğilimindeydi. Pandemi ile birlikte neredeyse bazı aylarda kadın cinayetlerinden daha fazla şüpheli kadın ölümleri verilerini görüyoruz. Pandeminin bu cinayetlerin üzerini örtme ve daha belirsiz hâle getirmede artırıcı bir etkisi oldu. Hele ki pandeminin ilk aylarında kadınların başvurabileceği mekanizmaların toplumsal olarak bütün ihtiyaçları karşılamak üzere seferber edilmemesinin sonucunda kadınlar ikinci plana atıldı, çok yalnızlaştırıldı. O dönemde de Korona Günlerinde Kadınlar İçin Şiddetten Korunma Kılavuzu’nu yayımlamıştık. O kılavuzda pandemide kadına yönelik şiddet karşısında kadınların arayışlarına nasıl yanıt verilmesi gerektiğiyle ilgili çeşitli öneriler de geliştirmiştik. Öte yandan pandemi döneminde bizim verilere ulaşmamız da daha güç hale gelmiş olabilir. Bu durum çeşitli Birleşmiş Milletler raporlarında, çeşitli araştırma raporlarında tespit edilmiştir. Bu raporlar bu tür olağanüstü koşullarda veri raporlayabilmenin daha zor olduğunu söylerler. O nedenle çok net ve keskin bir çıkarsama yapmak mümkün olmamakla birlikte “doğrudan şu kısmı arttı” diyemiyoruz. Çünkü bizim gördüğümüz kadın cinayetlerinde büyük oranda bir artış gözükmüyor. Ama ev içinde öldürme artmış durumda. Bizim verilere erişimimiz sınırlanmış da olabilir. Tabii bunları sadece olasılıklar olarak ifade edebiliyoruz ve şüpheli kadın ölümlerinin arttığını söyleyebiliyoruz. Bunu çok net gördük diyebilirim. Burada da pandeminin artırıcı bir etki yarattığını ama temel sebep olamayacağını, önceki yıllarda da şüpheli kadın ölümlerinin artma eğiliminde olmasıyla ortaya koyabiliriz. İlk bakışta tipik bir kadın cinayeti olduğunu söyleyebildiklerimize karşı mücadeleye ilişkin pratiklerimiz gelişti. Yargı pratikleri de gelişmeye başladı. Bir kamuoyu yaratılarak herkesin gözü önünde, herkeste tepki uyandıran süreçler titizlikle incelenmek zorunda kalınıyor. Hâlâ skandallarla karşılaşsak da bu anlamıyla olumlu bir gidişatta olduğumuzu söyleyebilirim. Ama bu sefer orada yaratılan baskı fail erkeklerin durumu gizlemeye çalışması gibi bir sonuç yaratıyor. Bu sefer olayın üzerini örtmeye çalışıyor, intihar süsü vermeye çalışıyorlar. Çünkü vaka tipik bir kadın cinayeti olarak ortaya çıksa alacağı cezalar yüksek olacak. Fakat bu aşamada biz şu kısmın çok kritik olduğunu düşünüyoruz. Bunların hiçbiri şüpheli bırakılmamalı. Tabii burada da neden şüpheli kadın ölümü diyoruz o da karışabiliyor. Özellikle İçişleri Bakanlığı’nın raporlarında neye kadın cinayeti deniyor kısmını bile karıştırmış durumdalar. Aile içi şiddet sonucu öldürülenler mi sadece kadın cinayeti yoksa öldürülen her bir kadına mı biz kadın cinayeti diyoruz? Öyle değil mesela. Nedir kadın cinayeti? Şüpheli kadın ölümünü neden yeni bir kavram olarak ortaya çıkarttık?
Ezgi: Kadın cinayetlerinde femicide kavramına göre verilerimizi topluyoruz. Bu kavram da embriyodan yaşlılığa kadar kadın cinsiyetteki bireylerin sadece cinsiyetlerinden dolayı ya da toplumsal cinsiyet kimliği algısına aykırı eylemleri bahane edilerek erkek şiddeti tarafından öldürülmesi veya intihara zorlanması durumu. Bu kavram çok net olduğu için, bizim için kadın cinayetlerinin tespiti o kadar zorlaşmıyor. Fakat şüpheli kadın ölümlerinde durum öyle değil. Bakanlığın verileri çok ayrı bir konu. Onlar isim dahi belirtmiyor, herhangi bir kıstas da belirtmiyor. Hatta kadın cinayeti demedikleri zaman da oluyor. “Hayatını kaybeden kadınlar” diye söylüyorlar ama bu kadınlar doğal bir şekilde mi hayatını kaybetti, kaza mı, cinayet mi, kadın cinayeti mi bunları bilmiyoruz. Bir kadın evinde doğal bir şekilde ölse dahi o bir soruşturma aşamasından, bir otopsiden geçiyor. O zamana kadarki süreçte verilerimizi haber içeriğine dayandırdığımız için şüpheli olabilecek herhangi bir durum söz konusuysa şüpheli kadın ölümlerini ekliyoruz. Ya da cinayet olduğu kesin ama failin kimliği belirsiz ise yine ekliyoruz çünkü bir kadın tarafından mı öldürüldü, erkek tarafından mı öldürdü, erkek şiddetiyle mi öldürdü bunu bilmiyoruz. O nedenle bu gibi detaylar netleşene kadar olayı şüpheli kadın ölümlerine alıyoruz. Onu da ay sonunda rapordan önce ilgili kişilerle iletişime geçerek netleştirmeye çalışıyoruz. Ama soruşturma aşamasındaki bu eksikliklerden dolayı da çok geç bir süre içerisinde net bir veri elimize geçebiliyor ya da belki hiç geçmiyor maalesef.
Türkü Su Sakarya: Şüpheli kadın ölümlerindeki artışın arkasındaki toplumsal sebepler üzerinde biraz daha duralım. Pandeminin ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının etkilerini nasıl yorumlarsınız?
Ezgi: Pandeminin de İstanbul Sözleşmesi’nin de etkileri oldu ama burada örgütlü kadın hareketinin yok sayılmaması gerektiğini düşünüyorum. Önceden failler türlü bahanelerle kadın cinayeti işledikleri zaman bunu meşrulaştırabileceklerini düşünüyorlardı. Gerek yargıda gerek toplumsal alanda bunu çok rahatlıkla dile getirebiliyorlardı çünkü bunun indirim alarak, belki beraat ederek karşılık bulacağını düşünüyorlardı. Kravat takarak iyi hal indirimi alan çokça fail gördük. Basının bunu servis ediş şeklinden bile o failin, o cinayeti meşrulaştırma çabasını görebiliyorduk. Ama şimdi kadın hareketinin mücadelesi sonucunda failler artık bunun yargıda da toplumda da karşılık bulamayacağının farkında. Böylece bu eğilim gerilemiş vaziyete geçiyor. Ama bu defa failler sistemin açıklarının da farkındalar. Yeni yollar aramaya başlıyorlar. Bunlardan biri de kadın cinayetlerini şüpheli hâle getirmek oluyor. Çünkü biliyorlar ki soruşturma ve kovuşturma süreçleri etkin işletilmiyor. Deliller net bir şekilde toplanıp incelenmiyor veya sorgu aşaması net bir şekilde tamamlanmıyor. Pek çok dinamiği olan soruşturma aşamasının etkin bir şekilde işletilmemesinden dolayı önceden türlü bahaneler sunarak meşrulaştırabilecekleri veya olayın içinden “sıyrılabilecekleri” düşüncesi şimdi “şüpheli hâle getirsem bunu başarabilirim” düşüncesine evriliyor olabilir. Bunun için de tabii ki baştaki eğilimi nasıl gerilettiysek, yine mücadeleyle ve etkin politikalarla bu eğilimin de gerileyebileceğine inanıyorum.
Duygu: Bu aslında çok önemli bir nokta. Hem bize kadın hareketinin kazanımlarını gösteriyor hem de aslında “taktik değişimi” gibi bir olgudan bahsediyor. O nedenle sizin de sıkça vurguladığınız soruşturma süreçlerindeki belirsizlikleri merak ediyoruz. Bu, söyleşimizi okuyacak birinin bu aşamaları bilmesi gerektiğini, neyi talep etmesi gerektiğini, neyi işletmesi gerektiğini anlaması için de önemli. Örneğin, intihar diye kapatılan bir dosyada cinayetin araştırılması ya da bunun kanıtlanması süreci nasıl işliyor, bu süreçte nasıl zorluklar, nasıl engeller var? Olması gereken ne, gerçekte olan ne?
Ezgi: Öldürülen kişilerin ailesinin beyanı çok önemli ama ülkemizde ne yazık ki bu, yeterli değil. Yeterli olması gerektiğini söyleyen belgeler var ama ülkemizde uygulanabilirliği tartışmalı. Bizde genelde süreçler Adli Tıp raporu üzerinden gidiyor. Aslında bu da tam olarak yeterli bir şey değil. Örneğin, şüpheli kadın ölümlerinde yüksekten düşme belli bir oranda yükseliyor. Adli Tıp raporuna baktığınız zaman yüksekten düşme olunca vücutta pek çok kırık oluşuyor. Bu yüksekten düşme sonucu mu, öncesinde görülen bir şiddet sonucu mu oluşuyor haliyle bunlar yeterli bir sonuç vermiyor. Bu aşamada birçok parametre daha değerlendirilmeli. Rapor sadece ölüm nedenini söylüyor olabilir ama bütün delillerin toplanması gerekiyor. O yüzden Adli Tıp raporu yeterli kalmayabilir.
Türkü: Bütün deliller derken neyi kastediyorsunuz?
Ezgi: Tanıkların, yakınların ifadelerinin alınması gerekiyor. Bu sadece olay anı ile ilgili bir ifade olmamalı aslında çünkü önceden devam eden bir şiddet de söz konusu olabilir. Sadece olay anına odaklanmaktansa sonu ölümle sonuçlanan herhangi bir kadına şiddet olayında önceki olayların da değerlendirilmesi çok önemli. Ama ne yazık ki bu konuda da biraz eksik kaldığımızı düşünüyorum. Mahkemelerde önceki süreçlere dahil olan tanıklar ne ölçüde dinleniyor veya onların ifadeleri ne ölçüde alınıyor? “Kovuşturmaya yer yoktur” denerek kapanan olaylarda pek çok delilin değerlendirilmediğini gördüğümüz durumlar da olabiliyor. Adli Tıp’ta bu raporların ne kadar titizlikle hazırlandığını da bilmiyoruz. O raporların bilirkişilere gönderilmesi de gerekir. Örneğin, yüksekten düşmede Esin Güneş cinayetinde böyle olmuştu. ODTÜ Fizik Bölümü rapor hazırlamıştı. Düşme eğimi hesaplandı, itilirse hangi açıyla düşer, serbest düşmede hangi açıyla düşer gibi sorular araştırıldıktan sonra %99 itildiğine kanaat verildi. Ve cinayet bu şekilde ortaya çıktı. Bu nedenle bu raporların da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Ailenin ve kamuoyunun vicdanını rahatlatacak şekilde sorulan bütün sorulara cevap oluşturulan bir soruşturma sürecinden geçilmesi gerekiyor. Nasıl süreçlerden geçildiğinin kamuoyuyla paylaşılması da gerekiyor. Dava açılmadan “intihardır” denerek kapanıyor ama neye göre kime göre bu bir intihardır?
Duygu: Bu söylediklerinizden anladığım öldürülen kişinin yakınlarının birtakım zorlu süreçleri göze almasıyla adaletin sağlanması mümkün. Burada bir standarttan bahsedemiyoruz. Sizce bu soruşturma süreçlerine titizlikle yaklaşılmamasına ne sebep oluyor? Burada göze çarpan olgular neler?
Fidan: Aslında ailelerin, öldürülen kadınların yakınlarının gözünde o sürecin zorluğundan ziyade o mücadeleye bir el verme ihtiyacı var. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Aileler bunu göze almış oluyor zaten. Defalarca savcılık kapısına gidiyorlar, karakola gidiyorlar, soruyorlar. Bizim yakından takip ettiğimiz bir şüpheli kadın ölümü davasında ilk başta şüpheli ölüm olarak soruşturma dosyası açılıyor. Sonra aile “Kızımın telefonu yok” diyor. Sonra telefon başka bir yerden geliyor. Deliller toplandığı an bile o kadar önemli ki. Ölü bulunan kadın arkadaşımızın telefonu kırık bir şekilde sonradan polis tarafından aileye teslim ediliyor. O ilk anda verilmiyor. Aile bunu soruyor, yanıtı yok. Sonra dosya intihar diye kapatılıyor. Aile mahkemeye itiraz ediyor. Eğer gerçekten bir kişi intihar sonucu hayatını kaybetmişse bile, mahkeme bu intiharın sebebini açıklamak zorunda. Sebepsiz bir şekilde dosyalar “intihar” denilerek kapatılamaz. O zaman sebebi de yazmalı, gerekçesi olmalı. Çeşitli Yargıtay kararlarında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında bunu görebilirsiniz. O nedenle en ufak bir şüphe dahi varsa yakınları tarafından bu dile getirilmeli, peşine düşülmeli. Bütün şüpheli ölümler de böyledir. Hatta oradaki cenazeyi defnedenlerin bile sorumluluğu vardır. Eğer gördükleri, şüphe duydukları bir şey varsa ve bildirmedilerse sorumludurlar. İmamın sorumluluğu vardır orada görevli olarak çalışmışsa, yıkayanın sorumluluğu vardır, o mahalledeki muhtarın sorumluluğu vardır. Orada herhangi bir şey gelişmişse, yaşanmış bir şiddet durumu varsa, bir tehdit durumu varsa bunları paylaşmakla ilgili sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır. Bütün tanıklıklar önemli. Ordaki yan komşudan ifade alınmalı, aile üyelerinden alınmalı, arkadaşlarından alınmalı. Bir şüpheli varsa o şüpheliden hemen alınmalı. O şüphelinin tanıdıkları varsa da geniş çerçevede o sırada ifadelerinin alınması gerekiyor. Çünkü daha sonra ifadeler alınmaya çalışıldığında bu ifadelerin değiştiğini ve kurgulandığını görüyoruz. İlk an delillerin toplanması ve ifadelerin alınması çok önemli. Örneğin, çok sıklıkla takip ettiğimiz şüpheli kadın ölümlerinde rastladığımız bir eksiklik şu ki HTS kaydı (Historical Traffic Research) çok kolay alınabilecekken HTS kaydının alınmadığını görüyoruz. Şüpheli olan kişi neredeymiş, olduğunu söylediği yer ifadelerle örtüşüyor muymuş? Bunu bile istemiyorlar. Bu konularla karşılaştığınız zaman dehşete kapılıyorsunuz.
Duygu: Gerçekten şu anda dinlerken dehşete kapıldım. Suç edebiyatı üzerine çalışan biri olarak bu anlattıklarınız herhangi bir kurmacada bile soruşturmanın temel taşlarını oluşturuyor. Gerçek hayatta nasıl atlanabilir aklım almıyor.
Fidan: Bir de kadınlar öldürülmeden önce mutlaka yakınlarına bir mesaj atmış oluyorlar. Yakınlarıyla bir şey konuşmuş oluyorlar. Örneğin, Şule Çet’te de öyleydi. İyi ya da kötü… Şüphe duyduğu bir şeyi paylaşmış olması zaten şüpheyi arttırıcı bir faktördür. Ama diyelim ki hayatın olağan akışına dair bir şey söylüyorsa da bu sefer bunlar yine intihar etmediğine dair delillerdir. En son kimlerle görüştüğünün, o görüşmelerin nasıl olduğunun delil olarak kayda geçmesi aydınlatıcı bir faktör.
Türkü: Bunlar delil olarak alınmıyor mu? Öldürülen kişinin yakını “bana bu mesajı attı” dediğinde bu dikkate alınmıyor mu?
Fidan: Şüpheli kadın ölümlerinin birçoğunda bunlar dikkate alınmıyor. Ancak biz devreye girdiğimiz zaman bunlara dikkat ediliyor diyebilirim. Bir dönem Esin Güneş, Özlem Selek, Şule Çet, Aysun Yıldırım hakkında bir yazı yazmıştım. Hepsi açığa çıkarttığımız şüpheli kadın ölümleri. Takip ettiklerimizin büyük bir çoğunluğunda ortak bir özellik Adli Tıp Kurumu’nun raporda nedense bilemediğini anlatması… Raporda “öyle de denilebilir, böyle de denilebilir, bir şey diyemiyoruz” yazıyor. Bu noktada Adli Tıp Kurumu zaten şeffaf mı güvenilir mi kısmı bu son Aleyna Çakır davasıyla ilgili şüpheler, iddialar üzerine sorgulanması gereken bambaşka bir alan haline geldi. Ama normal durumda da Adli Tıp Kurumu raporu dışında bilirkişi raporları önemli oluyor. Konuların üzeri ne kadar örtülmeye çalışılsa da bilimsel metotlara dayanmamız çok kritik. Az önce konuştuğumuz Esin Güneş ölümünde meseleyi fizik bilimi aydınlattı. Bu tür karmaşık durumları aydınlatacak başka bir anabilim dalı devreye girebilir demektir bu. Biz o davadan sonraki bu tür durumlarda acaba bu konu başka ne ile ilişkili olabilir diye düşünmeye ve tartışmaya başladık. Olağan gidişatta malesef yargı sistemi, adli merciler, tıp alanı bile bunun üzerine eğilmiyor çünkü o kadar önemli görülmüyor. Burada da feminist mücadelenin önemini görüyoruz. Bu başarıyı ite kaka, tırnaklarımızla kazıyarak sağladık. Çünkü bu olayları gündeme getirdikçe aileler, kadınlar yaşananları görüyor ve hemen ertesi gün kendisi bir şey yaşadığı zaman “orada da bu olmuştu, benim başıma da bu geldi, şu rapor alındı mı?” diye soruyor. Kadınlar ve yakınlar bu olaylardan öğreniyor. Öte yandan psikolojik otopsi adında bir metot var. Kişinin psikolojik geçmişinde neler olduğuna dair daha detaylı bir raporlama ve psikoloji alanında bir tür otopsi yöntemi anlamına geliyor. Yeni bir yöntem olsa da bu ülkede neden psikolojik otopsi yapılmıyor? Neden buna başvurulmuyor? Psikolojik otopsi sayesinde birçok şey açığa çıkabileceği için biz bu yöntemin kullanılmasını öneriyoruz.
Duygu: Psikolojik otopsi sayesinde kişi kiminle görüşüyordu, nasıl bir çevresi vardı, neler yaşamış olabilir gibi sorulara cevap bulunabiliyor mu?
Fidan: Evet, daha detaylı görüşmelerin yapıldığı bir raporlama.
Duygu: Psikolojik otopsinin uygulandığı ve pozitif sonuç alındığı örnekler var mı? Ya da uygulandığında mahkeme tarafından kabul edildi mi?
Fidan: Henüz takip ettiğimiz davalarda psikolojik otopsi yapılmasını sağlayamadık. Kabul edilip edilmeyeceğini bilemiyoruz tabii, mahkemenin takdiri.
Türkü: Esin Güneş davasına geri dönersek 2010 yılında intihar ettiği söylenilen bir kadının cinayetle öldürüldüğünü öğrendiğimiz ve emsal niteliği taşıyan bir dava. Ailesi uzun yıllar mücadele ediyor ve ODTÜ Fizik Bölümü’nün üç yıl araştırmaları sonucunda böyle bir yüksekten düşmenin fiziksel olarak mümkün olmadığı kanıtlanıyor. Hem bu dava sürecini hem de bu davayı emsal taşıması bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ezgi: Bu davanın soruşturma sürecinde de Adli Tıp Kurumu’nun raporu yetersiz kalıyor. Rapor, Fidan’ın da daha önce dediği gibi net olmayan, yuvarlak beyanlarda bulunuyor. Tam da burada ek raporların ve başvurulacak diğer yöntemlerin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Belki de ODTÜ Fizik Bölümü’nden rapor gelmeseydi, “kazadır” deyip kapatılan bir dava daha olacaktı. Emsal olmasının sebepleri de soruşturma süreçlerinde başvurulabilecek her türlü yönteme başvurulmasıdır ve bunun bir cinayet olduğuna emin olan bir aile gördüğümüz bir dava olmasıdır. Aileyle birlikte bir mücadele yürüttük ve üstüne gidilmesinin, bunun için mücadele verilmesinin de ne kadar kıymetli olduğunu gördük.
Fidan: Esin Güneş davasında fail üç yıldır tutuksuz yargılanıyor, neredeyse serbest kalacak ve hiç ceza almadan çıkacak. Dava son anda dönmüş oluyor. İki kere Adli Tıp Kurumu’nun raporu yollanıyor ve ayrıca bağımsız alınan bilirkişi raporları var. Keşke bunlara ihtiyaç duyulmasa tabii. Öte yandan faillerin bile mahkemeyi manipüle etmek için parayla rapor aldıkları durumlar oluyor. Şule Çet davasında gördüğümüz gibi bilirkişiden “O gece orada birileriyle alkol aldıysa…” gibi başlayan, bilimle alakası olmayan raporlar geliyor. Keşke ek bilirkişi raporlarına ihtiyaç kalmadan Adli Tıp Kurumu’ndan bağımsız ve gerçek bir araştırma sonucu yazılmış raporlar çıkabilse…
Duygu: Şule Çet ya da Nadira Kadirova örneğinde delil karartma veya sanıkların ya da sanık yakınlarının nüfuzlarını kullanarak adli soruşturma süreçlerine müdahalede bulunma durumu söz konusu… Adli Tıp Kurumu’nun şeffaf, bağımsız süreçler yürütemediğini de görüyoruz bu örneklerde. Raporlar değişiyor, deliller karartılıyor. Bu olguları nasıl değerlendirmek lazım?
Fidan: Evet orada da hayatın içerisindeki birçok eşitsizliğin ve toplumsal sorunların birbiriyle ne kadar iç içe geçtiğini görüyoruz. Patriyarkal kapitalist sistem içerisindeki sistemlerin birbiriyle nasıl kesiştiğine de şahit oluyoruz. Failin parası varsa o alanda her şeyi yapabileceğini düşünüyor ve harekete geçiyor. Öldürülen kadınlara bakacak olursanız büyük bir çoğunluğunun emekçi kesimden kadınlar olduğunu görebilirsiniz. Şule Çet’te de aynı durumla karşılaştık. Yıllar öncesini hatırlarsanız Münevver Karabulut’ta bile karşılaştık. Tipik bir durum olarak önümüze geliyor. Bazen olayın araştırılmasının bile önüne geçildiği durumlarla karşılaşabiliyoruz. Delil karartmaktan ziyade, bir dosyanın hiç açılmamasının sağlandığı bile oluyor. Bu gibi durumlarda insanların kendi nüfuzlarını kullandıkları bir gerçek. Bu konuları çok dikkatli ele almaya çalışıyoruz çünkü biz bir sosyal medya hesabı değiliz eşitlikçi feminist bir kadın örgütüyüz.Önümüze gelen her konuya dair bir değerlendirme yapmak durumundayız. Bir kişiye direkt katil demek o kadar kolay değil, katil olmayabilir. Fail nüfuzunu kullanmış mıdır? Büyük ihtimalle kullanmıştır çünkü birçok kişi kullanıyor. Burada toplumun şu soruyu sorması gerektiğini düşünüyoruz. Eğer gerçekten bir cinayet işlenmemişse bu nüfuzlu kişiler neden bütün şeffaflığı ile araştırmaların önünü açmıyor? Bu süreçlerin önünü açmaları, her şeyi şeffaflıkla toplumla paylaşılması kendileri için de iyi bir şey değil mi? Bunun önüne geçtikleri anda şüphenin katbekat arttığını söyleyebilirim. Bu sadece toplumda infial yaratması açısından değil, nesnellik açısından da böyle.
Duygu: Çok doğru sorular bunlar.
Fidan: Bir de pencerelerde parmak izinin olup olmaması çok gündem oluyor. Yüksekten düşmelerde özellikle pencerede parmak izi var mı yok mu? Örneğin, Aysun Yıldırım’da da Şule Çet’te de çok benzer durumlarla karşılaştık.
Duygu: Araştırılması gereken çok temel şeyler var. İnsan hayatının söz konusu olduğu ciddi bir konuda bu kadar temel şeylerin atlanması akıl dışı. Sizin hazırladığınız raporlardan birinde Adli Tıp incelemesi yapan kişilerin olay yerine yeteri kadar önem vermediğini ve bu nedenle farkında olmadan delillerin karardığını okumuştum.
Fidan: Görmüyorlar, tam bakmıyorlar ya da deliller kaybolabiliyor. Örneğin, süprüntü örneği alınıyor fakat daha sonra kayboluyor, değişiyor, tekrar istiyorlar. Akıl dışı gelebilir ama malesef bunlarla hep karşılaşıyoruz. Bunları gündemleştirdikçe önüne geçebiliriz.
Türkü: Tartıştığımız başka bir konu ise iletişim teknolojilerinin artmasıyla beraber soruşturma ve dava süreçlerin kitleler tarafından yakından takip edilebiliyor oluşuydu. Bu genel takibin suçtan caydırıcı etkisi olacağı beklentisine giriyorsunuz. Fakat adalet yerini bulmadığı için suçtan cayma yerine delil karartmalar ya da cinayetlerin intihar olarak lanse edildiği süreçler de artmaya başlıyor. Kimileri adaletin yerini bulmamasının “suça teşvik edici” bir faktör olduğunu düşünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ezgi: Bu konuya “teşvik” olarak bakarsak olaya biraz tersten bakmış gibi olabiliriz. Biz kadınlar olarak bunun mücadelesini yürütüyoruz. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet sosyal medyada sıkça kamuoyu oluşturan bir noktada duruyor. Bu haberler sosyal medyada yer aldıkça bir caydırıcılık olmuyor, failler “bir yöntem” geliştiriyor diye bakmaktansa; olaylar yaşandığında veya yaşanmadan önce, şiddet ilk ortaya çıktığında ve sonucu ölüm olmadan önce bu konudaki caydırıcı politikaların artması gerektiğini tartışmalıyız. Hatta mevcut politikalar da uygulanmalıdır ki failler bunları gördüğünde caydırıcı etki yaratılmalıdır. Örneğin, bir olay sonrasında bakanlık veya herhangi bir yetkili “sürecin takipçisi olacağız” açıklaması yapıyor ama hepimiz o sürecin takipçisi olunmadığını biliyoruz. Kadınların çoğu daha önceden koruma kararı alan, şikayetçi olan, boşanma aşamasında tehdit edilen kadınlar oluyor. O zaman neden takipçisi değildiniz? Aslında bu artışın sebebi sosyal medyada veya basında çokça yer almasından ziyade yetkililerin bu konuda düzgün adımlar atmaması. Bulundukları beyanlarda da iç rahatlatıcı bir şey söylemiyorlar. İşlenen her suçta veya şüpheli bir kadın ölümünde süreçler etkin işletilmelidir ve konu bir an önce bütün detaylarıyla ortaya çıkarılmalıdır. Failler ancak etkin işletilen bu süreçleri görürse “kadın cinayetini şüpheli hâle getirirsem ceza almadan kurtulabilirim” düşüncesi yerine “bu süreçten ceza almadan çıkamam” düşüncesine sahip olabilir.
Fidan: Bu gelgitlerin uzun bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum. Örneğin, Güldünya Tören’in ardından töre saikiyle işlenen cinayetler nitelikli hallere girdi, ağırlaştırma sebebi oldu. Bu çok önemli bir kazanımdır çünkü öncesinde töre indirim sebebi idi. Bu dönem de biraz ona benziyor olabilir. Kadın cinayetleri tepki topladığı için gizlenmeye çalışılıyor olabilir. Bu noktada konunun bütünsel bir ele alış ile çözüme kavuşturulabileceğini düşünüyorum. Olayın sadece bir yönü konuyu çözmüyor. İstanbul Sözleşmesi bu nedenle de çok önemliydi. Bütün kamu kurum ve kuruluşlarına görevler yüklemesiyle, tekil tekil olaylardan ziyade bütüncül ve politik içeriğiyle toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerektiğini anlatmasıyla çok önemliydi. Hem kazanımımızın farkında olarak hem de yeni karşılaştığımız durumlara karşı yeni hedefler ortaya koyarak biz de mücadelemizi sürdürmeye çalışacağız.
Duygu: Çok haklısınız. Son olarak sizin değinmek istediğiniz başka bir nokta var mı?
Fidan: Ben çok kısa bir şey ekleyebilirim. Şüpheli kadın ölümlerini neden ayrı bir olgu olarak incelememiz gerektiğine dair son zamanlarda bazı örneklerle karşılaşıyoruz. Komadaki bir kadın için intihar ettiği söyleniyor. Kadın komadan çıktığında kendisini iten adamın kim olduğunu söylüyor. Sadece hayatta kaldığımızda mı katillerimizin ismini söyleyebiliyor olacağız? Başka hiçbir şansımız yok mu? Başka bir şansımız var; bu nedenle etkin soruşturma konusu çok kritik. Aynı şekilde bu sebeple de şüpheli kadın ölümü meselesi ayrı bir olgu olarak önümüzde duruyor.
Duygu: Kadın, kişinin ismini söyleyince o kişi tutuklandı mı? Bu örnekte adaletin yerini bulacağından yüzde yüz emin miyiz?
Fidan: Değiliz tabii ki. Tutuksuz yargılandığı da oluyor. Nurtaç Canan kendi kanıyla kendisini vuran adamın ismini yazdı. Ölüm korkusu içerisinde can havliyle faili işaret etmeye çalışır bir haldeydi. Nurtaç kardeşimiz şu anda gayet iyi. Davası görülüyor. Bu sefer de sanığın avukatının “vay efendim eşler arasında olur öyle şeyler” dediğini duyuyorsunuz.
Ezgi: Kadın, adamın ceza almayacağından o kadar endişe duyuyor ki delili ortaya bırakma gereği duyuyor.
Fidan: Bu noktada uluslararası anlamda İstanbul Sözleşmesi’nin bütüncül önemini anlıyoruz ve Türkiye açısından da özellikle son günlerde yasaların uygulanmaması, bir tür anayasasızlaştırmanın öne çıktığını gözlemliyoruz. Anayasanın, yasanın ve sözleşmelerin etkin uygulanmasının hem bütün toplum için ne kadar önemli olduğunu hem de kadınları bu anlamıyla ne kadar etkilediğini de görüyoruz diye düşünüyorum.
Duygu: İstanbul Sözleşmesi tartışmaları açısından da önemli bir söyleşi oldu. İstanbul Sözleşmesi’nin neden önemli olduğunu her bağlamda açıklamamız gerekiyor. Bu, sadece bir politika malzemesi değil sözleşmenin toplumsal cinsiyet alanında gündelik hayatı etkileyen pratik sonuçları var.
Fidan: İmza geri çekilmiş olsa bile İstanbul Sözleşmesi’nin ruhunu ve maddelerini hayatın içinde uygulamaya çalışmaya devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın geri çekilmesi toplumda derin bir korkuya, kadınlarda yalnızlaştırmaya yol açmış olsa da biz bütün kazanımlarımızın bir anda ortadan kalkabileceğini düşünmüyoruz. Bu mücadele çok köklü değişikliklere yol açtı bu nedenle mücadelemize güvenelim. Tabii ki tetikte olmakta fayda var. Böyle bir uluslararası sözleşmeden bile imzayı geri çeken zihniyet daha başka birçok konuyla ilgili bir geceyarısı kararı verebilir. Ama dediğim gibi toplumsal açıdan, toplumsal etkisi konusunda ben karamsar değilim. Bu tartışmalar sonucunda yapılan anketlerden toplumun değiştiğini görmüş olduk. Toplumda ciddi bir ilerleme ve dönüşüm var.
Söyleşi için çok teşekkür ederiz.