Aysel Yıldırım, Meryem Kavak, Sevgi Kalan
Bu çalışma, Türkiye’nin doğusunda “töre cinayeti”, batısında ise “aşk adına namus nedeniyle işlenen cinayet”lerin sadece farklı adlandırılmalarından dolayı ayrı ayrı yerlerde durmadığını aslında hepsinin “namus nedeniyle işlenen cinayetler” olduğunu anlatmayı amaçlamaktadır. Devamlı doğuya ötelenen namus cinayetlerinin aslında her yerde olduğu ve nerede olursa olsun namus gerekçesiyle kadınları öldürenlerin namus suçu işlediğinin kabul edilmesi gerekmektedir.
Bu sebeple, öncelikle namus suçlarını kadınların varlığına yönelik cinsel şiddetin bir biçimi olarak gören bir perspektiften bakarak namus cinayetlerine dair bir kuramsal çerçeve sunulacaktır. Türk hukuku ve kurumlarının gelenekten gelen namusu yeniden kurduğu önermesini açıklamak üzere hane toplumundan çekirdek aileye geçerken nelerin değişip nelerin değişmediğine bakılacaktır. Daha sonra Türkiye’deki namus algısına bu konuda yapılmış olan raporlar bağlamında değinilecektir. Son bölümde ise, Türk mevzuatı içerisinde namus cinayetlerinin düzenlenme süreci, ilgili yasa hükümleri ve Yargı kararlarında bu düzenlemeler paralelinde namus cinayetlerinin nasıl değerlendirildiği analiz edilmeye çalışılacaktır.
1. Namus Cinayetlerine Dair Kuramsal Çerçeve
Namus, her birimizin hayatında etkili bir kavramdır; bireysel yahut toplumsal anlamda, kadın yahut erkek olalım, kimliğimizin kurucu unsurlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Bunun yanısıra herbirimiz için çok çeşitli biçimlerde tanım bulabilir. Kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafya farklılaşır ya da aynılaşır. Ama her yerde ortak olan birşey vardır ki, o da bu yüzden kadınların ve bazen de bununla bağlantılı olarak erkeklerin öldürülmesidir.
Namus cinayetleri de farklı şekillerde tanımlanır. Nükhet Sirman bu tanımları, tanımlayanları dolayımıyla, üçe ayırmıştır:
“Namus yasasının kurallarına göre yaşamlarını sürdüren insanlar, bekâretin ve cinsiyet-yüklü değerlerin korunması için bu tür şiddetin gerekli olduğunu düşünürler. Öte taraftan bu tür suçlarla mücadele etmeye çalışan insanlar, bu tür suçları ve ilişkili bulundukları değer sistemini, kadınlar ve kadınların bedeni üzerinde denetim kurma araçları olarak görürler. Bu toplumlardaki egemen siyasi gruplar ise bu suçları, eğitim ve modernleşme yoluyla bertaraf edilecek olan geleneksel düzen kalıntıları olarak ele alırlar.” [2]
Bu yazı, namus suçlarını kadınların varlığına yönelik cinsel şiddetin bir biçimi olarak gören ikinci perspektif doğrultusunda hazırlanmıştır. Namus cinayetleri dünya üzerinde yer alan pek çok devletin temel özelliğini belirleyen özel mülkiyet kültürünün, ataerkilliğin ve sömürü düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Namus çok tikel bir kavram olmasına rağmen, namus yüzünden öldürmek çok evrensel bir olgudur [3]. Buna rağmen, neredeyse evrensel bir biçimde, pek çok ülke namus cinayetleri sorununu kendi doğusuna havale etmektedir. Din ya da gelenek söylemleri içinde hapsederek, namus suçları ya da cinayetlerini diğer ataerkillik biçimlerinden ayırmaktadır. Bu da çeşitli iktidar biçimlerinin doğallaştırılması yönünde bir manevra alanı yaratır.
Türkiye bağlamında da durum farklılaşmaz; cinayetler “törenin” bir sonucu olarak nitelendirilir. Bu cinayetlerin ülkenin sadece belli bir bölümünde, aşiret yapılarının halen devam ettiği bölgelerde işlendiği imasını yaratmak için bu tür suçlardan bahsederken “töre cinayeti” terimi kullanılır. Namus ve namus nedeniyle işlenen cinayetlere ağırlıklı olarak, belirli bir geleneğe ait, dolayısıyla da “belli bir bölgeye ait bir şey” olarak bakılır. Modern/kalkınmacı bakış içinde de bu “geri kalmışlık” ile bağlantılandırılır ve ülkenin daha modern bölgelerinde de varlığını pekala sürdüren diğer ataerkil şiddet biçimleriyle alakalı olmayan bir şey olarak görülür. Halbuki namus cinayetleri, ülkenin batısında da doğusunda da, kuzeyinde de güneyinde de, kadına ve kadın bedenine dönük şiddetin bir uç versiyonu, şiddeti kadın bedeninin ortadan kaldırılması noktasına götüren bir çeşididir ve bu anlamda, koskoca bir şiddet kültürü tablosunda, buz dağının görünen kısmıdır.
Pekala bizler başka pekçok bağlamda, “geleneğimize” dair olumlu, bağlayıcı ve yapıcı tanımlamalar ve imalar da geliştirebilirken, namusla ilgili tüm meselelerde nasıl bu derece katı ve yıkıcı tanımlamalar yapabiliyor ve geleneğin bu raddede bir şiddete yol açabileceği fikrine kendimizi inandırabiliyoruz? Gelenek söyleminin siyasi anlamda kurulumu nasıl oluyor? Nükhet Sirman, Stuart Hall’den esinlenerek, bunun “sömürge sonrası” bağlamla ilişkili biçimde açıklanabileceğini belirtir:
“Hall’un ‘Avro-emperyal macera’ adını verdiği küresel sömürgeleştirme deneyiminin ürettiği dünyevileşme döneminde, tüm yöreler ötekilerle ilişkili olarak ve medeniyet/kalkınma ölçütlerine göre kendi kimliklerini inşa etmeye başladılar. Böylelikle gerek sömürgecinin gerekse sömürgeleştirilenin kimliği, kimlik/farklılık arasındaki sancılı ilişki temelinde inşa edilmiş oldu. Bu yüzden Türkiye resmi olarak hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiş olmasına ramen, Türkiye’deki toplumsal uygulamaların, özellikle kadınların toplumdaki yeri ile ilgili olanların, sadece gelişmiş Batı’daki uygulamalarla ilşkileri çerçevesinde değerlendirildiği ve anlamlı bulunduğu söylenebilir. Bu yüzden de çekirdek aileler ve kamusal alanda aktif olan ve Avrupalı gibi giyinen kadınlar, Türkiye’nin modernliğinin birer göstergesi olmuş ve namus kavramı da geri kalmışlık korkusu ile yüklü bir kavram haline gelmiştir.” [4]
Medeniyet ve kalkınma Batı’ya ait sıfatlardır. Türkiye modernleşme sürecinde Batı normlarını referans alarak, kendi içinde Batı’yı taklit ederek hareket ettiği ve kendini hep Batı ile karşılaştırarak, doğuya ait değerleri “öteleyerek” medenileşmeye gayret ettiği için, Batı’ya ait değerler medeniyet ve kalkınmayı, Doğu’ya ait değerler geri kalmışlığı temsil etmiştir. Dolayısıyla bünyesinde taşıdığı “namus”, “kültür”, “gelenek” gibi kavramlar geri kalmışlık imasıyla yüklü kavramlar olmuştur. Bu nedenle ilerlemeci/kalkınmacı paradigmadan bakıldığında namus cinayetleri bir anakronizmdir. Bu çağda olmaması gereken bir şeydir. Eğitim ve modernleşme ile kökü kazınası şeylerdir. Halbuki bu ideoloji ifşa edildiğinde ve toplumsal gerçekliğe bakıldığında, bu söylemin “ilerlemeci saplantının” bir ürünü olduğu kolaylıkla deşifre edilir. “Biz hukukla yaşıyoruz, onlar gelenekle yaşıyorlar” söylemi ne kadar doğrudur? Dicle Koğacıoğlu, hukuk denen şeyin de, gelenek denen şeyin de, katılaştırılıp dondurulamayacak derecede dinamik olduğunu, üstüne üstlük tahmin edemiyeceğimiz kadar içiçe geçmiş olduğunu belirtir [5]. Bu yazının son bölümde irdeleneceği üzere, Türkiye Cumhuriyeti hukuku ve kurumları gelenekten gelen namusu yeniden kurar. Bu önermeyi açıklamak üzere hane toplumundan çekirdek aileye geçerken nelerin değişip nelerin değişmediğine bamak gerekir.
Hane toplumundan çekirdek aileye geçiş:
Türkiye’de akrabalık insanların kimlikleri ve davranışlarını belirleme anlamında ciddi bir güce sahiptir hala. Nükhet Sirman akrabalığa dayalı toplumlarda namusun algılanışını şöyle açıklar:
“Akrabalığa dayalı topluluklarda grubun üremesi tamamen üyelerin cinsel davranışlarına bağlıdır ve bu yüzden de bireysel cinsellik tüm topluluğun denetimi ve kontrolü altına alınır. Namusun hem bir kişinin diğerleri karşısındaki kimliğini hem de kişinin kendi içinde sahip olduğu değeri belirleyen bir unsur olarak ortaya çıkışı bu tür toplumlar içinde olmuştur. Bir başka deyişle namus bir kişinin içselleştirilmiş sosyal konumunu belirler. Böylece namus bir kişinin cinselliği ve cinsel davranışı ile bağlantılı bir kavram olmasına rağmen o insanın tüm benliğinin içine işler.” [6]
Namus hem erkeği hem kadını kurar. Kişinin toplumca belirlenmiş erillik ya da dişillik standartlarına göre yaşama kabiliyetini ifade eder. Namussuz erkek, hem kendi cinselliği hem de sorumluluğu altındaki kadının cinselliği üzerinde denetim kurma sorumluluğunu yerine getiremeyen erkek demektir. Namussuz kadın ise sadece kendi cinselliğini istendik namus yasaları dahilinde denetleyemeyen kadın demektir. Namus bu anlamda ahlaki imalar yüklü bir terimdir. [7]
Osmanlı büyük haneler temelinde örgütlenmiştir [8]. Sadece kan bağı değil, hane içinde alınan çeşitli sorumluluklar üzerinden de haneye dahil olunabilir. Evin en büyük erkeği büyük hanenin reisidir. Her reis bir altındakinden itibaren tüm altındakilerin, kadın ya da erkek, cinselliğinden, namusundan sorumludur. Böylelikle bir kişinin namusundan tüm grup sorumlu olur. Çocuk veya kadın hak öznesi değildir; hak öznesi hane reisidir.
TC’ye geçilirken bu itaat ilişkisi revize edildi. Her şeyden önce doğrudan, aracısız bir ilişki tahayyül edildi. Birey “vatandaşlık” temelinde hak öznesi ilan edildi; yani aracısız bir biçimde kadın ve erkek eşit bir biçimde, doğrudan devletle muhatap ve ona karşı sorumlu oldu. İkincisi, bu tabiyet sevgi temelinde bir itaat, dolayısıyla “seçilerek” rıza ile girilen bir tabiyet ilişkisi oldu [9]. Kanunlar buna göre düzenlendi. Bu düzenlemenin namus da dahil olmak üzere, bireysel pek çok kavramı dönüştürmesi tahayyül edildi.
Örneğin, artık cinsellik denetimi tüm grubun denetiminde olmayacaktı. Hatta eşler sevgi ve mantık çerçevesinde birleşecek ve cinselliklerini kendileri denetim altında tutabileceklerdi. Böylece zamanla “namus”, bireylerin insan haklarını ihlal eden “ilkel” bir kavram olarak, tarihe gömülecekti. Cinsiyetsiz, mağdursuz, sevgiye dayalı eşit bir tablo çıkacaktı. Fakat bu tahayyül iki noktayı gözden kaçırdı: Birincisi sömürge sonrası koşullarda var olan iktidar yapıları ve hane yapıları arasında güçlü bir bağlantı vardır. İkincisi, sevgi ve “romantik aşk” denen şey, tasarlandığı kadar cinsiyetsiz ve eşitlikçi asla olmamıştır: modern anlamda aşk kendi isteği ile erkeklere bağımlı olmak isteyen dişi özneler yaratmaya hizmet etmiştir [10].
Ulus devlet tasarımı içerisinde, kadınlar sevgi ile devlete ve eşlerine bağlı olacaklardır. Eğitimli ve kendi iffetini koruyabilen kadın özneler olacaklardır. Örneğin Şemsettin Sami 1880’lerde, modern eğitimin kadınlar için bir kumaş parçası ile kapanmak yerine bunu mantıkla yerine getirmek anlamına geleceğini söylemiştir. [11] Kadınlar kamusal alana çıkacak ama aile içerisinde tanımlanmış görevleri ve namusları ile çelişmeyecek şekilde davranıp bunları yeni görevleriyle (hemşirelik, öğretmenlik) pekiştireceklerdir [12]. Bu anlayış doğrultusunda yetişmiş bizler, ne kadar medenileşsek de, namusun ortadan kalktığını iddia edemeyiz.
Eşitsizliğin gözle görünür pek çok veçhesi daha burada sıralanabilir. Örneğin, çekirdek aileye geçiş, ulus devletin iktidar tekeline karşı tehdit oluşturacak tüm iktidar odaklarını parçalama amaçlı olmuştur ve bu yüzden çekirdek aileler oluşturulmuştur ama bu birimlerin başına da “aile reisi” olarak erkek konmuş ve aynı egemenlik biçimleri yeni aileye eklemlenmiştir. Ayrıca çekirdek aileye geçilmiş ama Doğulu aile ilişkileri pek çok açıdan devam etmiştir: görücü evlilikleri, akraba evlilikleri hala yaygındır. Medeni Kanun ve Ceza Yasası hala birey hakları bazında değil, toplum ve aile düzenini koruyacak şekilde düzenlenmektedir. Çünkü devlet hala toplumsal cinsiyete dayalı aile ilişkilerinin ne derece bağlayıcı ve önemli olduğunu bilir.
Türkiye’deki modern ulus devlet rejiminin devlet ve erkekler (aile reisleri) arasındaki sözleşmeye bağlı olduğunu söyleyebiliriz.1926’da kabul edilen Medeni Kanun da kadın erkek arası eşitliği değil, erkek-erkek arası eşitliği getirmiştir. Türk hukuku, toplumsal ilişkileri modernite tahayyülüne göre yeniden yazma telaşına düşerek, çekirdek aileyi anne baba ve çocuklardan oluşan bir yapı olarak tanımlamış ve bunun ötesindeki bütün akrabalık ilişkilerini görmezden gelme yolunu seçmiştir. Fakat bunun sonucunda kadınlar, biri devlet yasası, diğeri akrabalık yasası olan iki ayrı yasanın belirlenimi altında kalmıştır. Bu iki yasa arasında boşluk vardır ve kadınlar bu boşluğun yarattığı baskı altındadır.
Bu koşullar altında namusun anakronik bir kavram değil, modern düzenin işleyişinde önemli bir yer tutan ve bizzat modern kurumlar tarafından kapsanarak yeniden üretilen bir kavramdır. Namus sömürge sonrası ulus devlet içindeki iktidar mekanizmalarında önemli bir zamktır.
2. Türkiye’de Namus Algısı
Türkçe’de “namus” kelimesinin sözlük anlamına baktığımızda; 1. Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet. 2. Dürüstlük, doğruluk [13] olarak tanımlandığını görürüz. Ancak, temel örgütlenme biçimi patriarkal olan tüm diğer toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de namus kavramı esas olarak kadının cinselliğinin denetlenmesi ile bir anlam kazanır. [14] Modernleşme sürecini, Batı toplumlarından farklı olarak Doğu tipi milliyetçilik hareketleri egemenliğinde gerçekleştiren Türk modernleşmesi bilinçli bir şekilde dokunulmaz haklara sahip özgür bireyler yerine “milli kültüre dayalı Türk ailesi”ni tercih etmiştir. Bu bilinçli tercihin odağında ise otomatik olarak namus kavramı yer alır. [15]
Temel kalkış noktası kadın cinselliğinin denetlenmesi olan namus kavramının içeriğinin somutlaştırılması ise zamana ve mekana bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bir bölgeden başka bir bölgeye gidildiğinde, aynı şehrin farklı mahallelerinde hatta aynı mahalle içerisinde dahi farklı namus kavramları söz konusudur. Örneğin, birisi ailesindeki kadınların sokağa çıkmasına izin verirken, diğeri vermez, bir diğeri okula gitmeye izin verir ama kiminle evleneceğine izin vermez. [16] Radyodan adına şarkı istenmek, ailenin onaylamadığı bir erkeğe aşık olmak, pantolon giymek veya sokakta başörtüsü kullanmamak gibi kadın davranışları farklı bağlamlarda namussuzluk olarak tanımlanmış ve o kadından sorumlu olduğu düşünülen erkek/erkeklerin namusunu lekelenmiştir. [17] Namus kavramının bu çok boyutlu değişkenliğine rağmen sabit kalan tek parametre, çizilen sınırların kadınlar tarafından ihlal edilmesi durumunda cezalandırmanın hatta cinayetin söz konusu olduğu gerçeğidir.
BM Kalkınma Programı, Nüfus Bilim Derneği ve BM Nüfus Fonu tarafından desteklenen ve Filiz Kardam tarafından hazırlanan “Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri” başlıklı rapor 2005 yılında kamuoyuyla paylaşılmıştır. [18] Adana, İstanbul, Batman ve Şanlıurfa’da illerinde toplam 195 kişiyle yapılan bireysel görüşmeler neticesinde hazırlanan raporda en göze çarpan bulgu, görüşülen kişilerin yaşları, etnik, dinsel ve sınıfsal aidiyetleri değişmesine rağmen ağırlıklı olarak namus kavramını, kadının ve cinselliğinin kontrol edilmesi şeklinde tanımlamaları olgusudur. [19] Ayrıca erkekler açısından kadınların kontrol edilmesi kendi namuslarının selameti açısından son derece önemlidir. Ve bu konudaki beyanları oldukça net ve sarihtir:
“Namus benim için her şeydir. (…) Ben mesela evli olsam evlendiğim kız benim namusum sayılıyor zaten. Kardeşim de benim namusum sayılıyor, akrabam da benim namusum sayılıyor, halamın kızı da teyzemin kızı da amcamın kızı da. Yani bunların hepsi bana göre benim namusumdur.” (Batman, erkek, 24 yaşında, imam)
Kadın ve kadın cinselliğinin kontrolü ile tanımlanan namus algılayışlarında özellikle, kızların bekaretleri, evlilikte sadakatsizlik ve boşanma konuları vurgulanmıştır:
“Sonuçta bir kız için, burası için konuşuyorum, önemli olan her şeyi namusudur. Bekaretidir. Bekareti elden gittiği zaman kızın bir anlamı kalmıyor. (…) Bekareti olmayan bir kızın benim yanımda hiç bir önemi yoktur.” (Batman, erkek, 26 yaşında, lise mezunu, doğma büyüme Batmanlı)
Namus kavramının içeriğini doldurmak konusunda bütün hayatını kırda geçirmiş veya çok güçlü dini inançları olan yaşlı kadınlar ve muhafazakâr bir ortamda yetişen genç kadınlar dışındaki diğer kadınların, erkeklere göre daha az tutucu oldukları bu araştırma kapsamında tespit edilmiştir. Öte yandan erkekler içerisinde bir derecelendirme yaptığımızda ise yaşı genç erkeklerin daha olgun erkeklere göre daha katı ve sert tutum takındıkları görülmektedir.
“Boşanma, ben kesinlikle olmamasından yanayım. Bir kere ben bir insanın alıp, bu insanla evlenip, ‘bu kız benim namusumdur’ dedikten sonra ben bu kızı başkasının altında düşünemiyorum. Ya kendimi öldürürüm, ya onu öldürürüm. Ben bu kanaatteyim. Kesinlikle bana eş olmuş bir insan, bana Allah’ın emriyle eş olmuş bir insan, benim namusum olmuş bir insanı ben başkasıyla düşünemiyorum. Yani düşünmem bile.” (Batman, erkek, 24 yaşında, lise terk, Gercüşlü)
“Onu öldürüp kendimi de öldüreceğime boşarım. Çünkü, onu öldürdüğüm zaman kendimi de öldürüyorum. Çoluk çocuğumu da yok ediyorum.” (Batman, erkek, 40 yaşında, lise mezunu, doğma büyüme Batmanlı) [20]
Namusun korunması noktasında erkeklerin aktif bir rol almaları gerekirken, kadınlardan beklenen ise belirlenen davranış sınırlarını hiçbir koşulda ihlal etmemeleridir.
“Kız evladın edepli olması lazım. Herkesle konuşması yanlış olur. Ailesine, kardeşlerine saygılı olması lazım. Kızların çalışmaması gerekir. Şimdi çalışınca, insanın namusunu çalıştırması uygun değildir. Ayıp bir şeydir. Çalıştığı yerde herkes ona bakarsa, yanlış ortamlara girerse, namustur sonuçta ne olacağı belli olmaz. Namusu elden giderse o aile perişan olur. O bakımdan kız çocuklarının çalışmaması daha uygun olur. Zamanı geldiğinde evlenmeleri daha güzeldir.”(Adana, erkek, 30 yaşında, imam). [21]
Araştırma kapsamında görüşülen kişilerden daha özerk yaşam deneyimlerine sahip ve kent kökenliler, yüksek eğitim gerektiren mesleklere mensup olanlar, insan hakları ve toplumsal cinsiyet konularında duyarlılık gösterenlerin namus kavramını içeriklendirmeleri görece farklılaşmıştır. Bu kişiler namus kavramını kadın cinselliğinin denetlenmesinden ziyade toplumsal ahlak kurallarına vurgu yaparak tanımlamışlardır. Ancak bu tanımlamalarda iffet, bekaret vb. kavramlar kullanılmamakla birlikte, aile kurumu öne çıkarılmış ve eşlerin birbirlerine sadakatleri benzer şekilde vurgulanmıştır.
“Namuslu bir kişi yani, tarif ettiğim gibi, başkasının ekmeğinde, evinde, işinde, karısında, veya kocasında gözü olmamak. Kendi işine gücüne konsantre olmak. Doğruluğu, başkalarına da telkin edebilmek” diyerek kendisini ifade etti (İstanbul, erkek, 45 yaşında, üniversite mezunu). [22]
Görüşülen kişilerden bazıları da namus kavramının içeriğini toplum, ülke, ulus ve insanlar için bir şeyler yapmak şeklinde tanımlamış olmalarına rağmen yine de kadını konunun dışında bırakmamışlardır.
“Namus bizim için şey, kadın da namustur, toprak da namustur, ülke de namustur.” (Batman, 38 yaşında, lise mezunu, STK yöneticisi)
Bu araştırma kapsamında, kadın bedeni ve cinselliği üzerinden namusun tanımlanmasının en yaygın tanımlama olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu algılayışla birlikte kadınlar eğitimden, çalışma yaşamından ve sosyal hayattan mahrum kalmakta, erken yaşta istemedikleri evlilikleri yapmakta hatta bazen değiş tokuş nesnesi haline gelmektedir. Çizilen sınırların, kadınlar tarafından ihlal edildiği ilk anda cezalandırılmayı hak ettikleri düşünülmektedir. [23] Kadınların sınır ihlal eden davranışları kendi namusları ile birlikte onların namuslarından sorumlu erkeklerin namuslarını da lekelemektedir. Özellikle kadınların onaylanmayan bir cinsel ilişki yaşaması nedeniyle işlenen namus cinayetleri insanların zihnine anlaşılabilir bir vaka olarak yerleşmiştir. Bununla birlikte neticede aynı sonuca yol açan töre cinayetleri ise birçok kişi tarafından kabul edilmez olarak nitelendirilmiştir.
“-Töre cinayetleriyle bir farklılığı var mı namus cinayetlerinin?
-Şimdi çok farklı aslında. Yani, bir erkeğin, kendisini aldatan kadını öldürmesiyle, işte ne bileyim, istemediği ama sevdiği bir insanla giden kızını öldürmesi veya öldürtmesi çok farklı.” (İstanbul, erkek, 24 yaşında, ilköğretim öğretmeni, Erzincanlı)
“- Sizce töre cinayetleri de namus yüzünden mi oluyor?
Tabii namus yüzünden olmuyor mu? (…) Valla, namus cinayeti daha bireysel gibi geliyor. (…) Yani kişisel vicdanı ve, kişisel şanı, şerefi, namusu, üstünden ama töre cinayetlerinde daha kolektif bir şey var. Onlarda birden fazla insanın, bir klanın, bir insan üstüne karar alması var. Yani örgütlü bir suç aslında. (…) Daha büyük bir suç aslında. Yani birey(sel) suç, toplumsal suç.” (İstanbul, kadın, 42 yaşında, gazeteci). [24]
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar genelde tanıdıkları erkekler tarafından öldürülmektedir. [25] Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda 81 İl İnsan Hakları Kurullarından alınan verilere göre; her yıl yaklaşık 200’ü aşkın kişi bu cinayetlere kurban gittiği tespit edilmiştir. Son beş yılda töre ve namus saiki ile öldürülen kişi sayısı ise 1100’ü aşmış durumdadır. [26] Ayrıca bu cinayetlerin yıllık dağılımına baktığımızda kademeli şekilde yakın tarihlere doğru arttığı gözlemlenmiştir. [27]
3. Türk Ceza Kanunu’ndaki Düzenleme
AB’ye uyum süreciyle beraber çeşitli yasaların gözden geçirilmesi gündeme geldi. Bu değişiklik paketinin içinde 1926 tarihli 765 sayılı Türk Ceza Kanunu da bulunmaktaydı [28]. Aynı dönemde İstanbul’da ağabeyleri tarafından bıçaklanan Güldünya Tören aynı gün içinde iki kez saldırıya uğrayarak ağabeyleri tarafından öldürüldü. Basında geniş yer bulan bu olay “Töre” kavramının tartışılmasına neden oldu. Bu tartışmaların da etkisiyle değişikliğe uğrayan 765 sayılı kanunda “töre saiki”yle işlenen cinayetler hafifletici neden olmaktan çıkarıldı.
Bütün bu değişiklik sırasında kadın örgütleri aktif rol oynadı. Kadın örgütleri yıllardır her platformda kanunlardaki ayrımcılık ve bunun neden olduğu adaletsizliği dile getirdiler. Daha önce Anayasada ve Medeni Kanun’da ayrımcılık yaratan maddelerle ilgili yaptıkları çalışmaların bir benzerini de TCK’ nın değiştirilmesi sürecinde gerçekleştirdiler. Başbakan’ın “bir avuç marjinal kadın” nitelemesine rağmen 7 platform ve 80 kadın örgütünden oluşan “TCK Kadın Platformu” taleplerinin arkasında kararlılıkla durdu. Mecliste Adalet Komisyonu ile görüşmekten, sokağa çıkmaya, paneller ve basın açıklamaları yapmaya kadar bir dizi faaliyet yaptı. Bu çalışmanın neticesinde Meclis’e sunduğu 35 maddelik “TCK Tasarısı Değişiklik Talepleri”nden 30’u, kadınların önerileri doğrultusunda kabul edildi.
TCK Kadın Çalışma Grubunun hazırladığı raporda; namus/ töre cinayetleri ile ilgili olarak kadınlar, Türkiye Devletinin “namus cinayetleri’ ni engellemek için tüm gerekli yasal düzenlemeleri yapmakla yükümlü olduğunu vurgulandı. Devletin anayasal yükümlüklerini yerine getirebilmek için namus cinayetleri gibi suçların karşısında olduğunu açıkça göstermesi ve gerekli özel tedbirleri alması gerektiğinin altını çizen kadınlar, bu çerçevede yeni 5237 sayılı TCK madde 29’daki “Haksız Tahrik” maddesinin namus cinayetlerine uygulanamayacağının açıkça belirtilmesini ve namus saikiyle işlenen cinayetlerin “Nitelikli İnsan Öldürme” maddesi (yeni 5237 sayılı TCK madde 82) kapsamına alınmasını talep ettiler. [29]
Eski TCK md. 462 özel bir “tahrik” hükmü öngörmekte ve namus cinayetlerine özel bir indirim getirmekteydi. Maddeyi kısaca özetlersek, karı ve koca, veya usulden biri, veya erkek ya da kız kardeş; zina halinde yakalanan karı-koca, kız kardeş, fürudan biri, yahut bunların müşterek faili hakkında ya da her ikisi hakkında öldürme ya da etkili eylem suçlarından birini işlerse, ceza sekizde bire kadar indirilmekte ve ağır hapis cezası hapis cezasına çevrilmekteydi. TCK bu maddesiyle namus cinayetlerine özel bir indirim getirmekte idi. Eski Türk Ceza Kanunu’ndaki 462. Madde yeni yasayla kaldırıldı.
1 Nisan 2005’de yürürlüğe giren ve hali hazırdaki TCK’ya göre ise;
TCK md. 82’de namus cinayetlerini, “töre saikiyle” ifadesiyle de olsa, “nitelikli insan öldürme” kapsamında değerlendirmiş ve ağırlaştırılmış hapis cezasıyla cezalandırılacağını belirtmiştir.
Madde 82; “kasten öldürme suçunun…töre saikiyle işlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.” demektedir. Maddenin gerekçesinde ise “töre saikiyle öldürme halinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilecektir. Ancak, bu hükmün uygulanabilmesi için, somut olayda haksız tahrikin koşullarının bulunmaması gerekir” hususu vurgulanmıştır. Buna göre; olayda “haksız tahrik” koşulları oluşmuşsa, töre saiki nedeniyle cezanın artırılması, daha doğru bir ifadeyle töre saikinden bahsedilmesi mümkün olmayacaktır.
TCK’nın 29. maddesi ise “Haksız Tahrik”i düzenlemektedir. Buna göre; “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine on sekiz yıldan yirmi dört yıla ve müebbet hapis cezası yerine on iki yıldan on sekiz yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.” denmektedir. Ceza indirimi için kişiye karşı “haksız bir fiilin gerçekleşmiş olması” şartı aranmaktadır. Haksız tahrik indirimine ilişkin maddenin gerekçesinde ise; “Hiddet veya şiddetli elemin haksız bir fiil sonucu ortaya çıkması gerekir. Maddeye bu ibarenin eklenmesinin amacı, ülkemizde özellikle “töre veya namus cinayeti” olarak adlandırılan akraba içi öldürme suçlarında haksız tahrik indiriminin yanlış biçimde uygulanmasının önüne geçmektir. ” ifadesi yer almıştır. Bu durum, yasa koyucunun, bu düzenlemeyi getirirken “namus”, “töre” ve benzeri kavramlar nedeniyle işlenen cinayetlerde hafifletici sebeplerin uygulanmasının önüne geçmek amacını taşıyor gibi görünse de; yalnızca “töre” kavramına yer vermesi, yasa uygulaması ve maddenin somut hayata etkisi bakımından eksiklikler içermektedir.
Örneğin;
“TCK’nın değiştirilme sürecinin tümünde kadın örgütleri “töre cinayeti” yerine “namus cinayeti” terimi kullanılması yönünde ısrar ettiler. Çünkü töre cinayetleri terimi namus adına işlenen cinayetleri doğru olarak betimleyemiyor ve töre ifadesi belli bir bölge ve aşiret yapısıyla ilişkilendiriliyordu. Böylece kişisel namus adına işlenen cinayetlere açık kapı bırakılıyordu. Bugün sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde kadınlar kısa etek giydi diye, yalnız sokağa çıktı diye, babasının, kocasının sözünü dinlemedi diye, adına ister kıskançlık krizi densin ister töre, namus uğruna öldürülüyor. Yani namus adına işlenen cinayetler feodal yapıdan çok kadın bedeni ve cinselliği üzerine çeşitli mekanizmalarla denetim kuran ataerkil sistemin ürünü”. [30]
Yani töre kavramı sadece ülkemizde doğu ve güneydoğu coğrafyasında bulunan somut bir aşiret yapısını tariflerken; aslında batıda ya da kent yaşamının “modern çekirdek ailesinde” gerçekleşen pek çok cinayet bakımından uygulanabilirlikten uzakta kalmaktadır.
Diyarbakır Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nin, 20.10.2006 tarih ve E.2006-29/K.2006-333 sayılı kararında “töre saikine” ne kadar dar bir anlam yüklediğini görürüz: “Failde töre saikinin bulunduğunun kabulü için; ölüm kararının aile tarafından alınması, suçun yine aileden birine işlettirilmesi ve törelere göre meşru sayılmayan bir davranış nedeniyle gerçekleştirilmesi gerekir. Somut olayda, sanıkları harekete geçiren neden yani saik törelere göre meşru sayılmayan evlilik dışı ilişki nedeniyle namusu temizlemek ve aileler arasında kan davasını engellemek amacıyla aile meclisi tarafından alınan kararların yine aileden olan ve yaşlarının küçük olması nedeniyle tercih edilen sanıklar tarafından icra edildiği anlaşılmaktadır”. “Namus saiki” kavramı yukarıdaki içtihatın aksine aile meclisi kararının olmadığı durumları da kapsaması bakımından daha geniş bir kavramdır. “Töre saiki”yle işlenen suçlar namus saikiyle işlenen suçların tamamını kapsamamaktadır. Bu nedenle yasa koyucu gerekçesinde belirttiği amacına uygun biçimde içtihatlar ortaya koyarak töre saikiyle işlenen suçları aile meclisinin karar verilmesine indirgememelidir. [31] Her ne kadar Yargıtay töre saikini aile meclisi kararına tabi kılsa da son dönemde bunun dışında kararlar da vermiştir.
4. Türk Yargı Kararlarında Namus Algısı
“Töre saikiyle” işlenen suçlarda haksız tahrik indirimine gidilmemekle beraber; namus suçlarında faillere verilen cezalarda haksız tahrik indirimi uygulanarak suç adeta özendiriliyor. Haksız tahrik indiriminin uygulandığı davalarda; kadınların boşanmak istemek, çocuğun velayetini istemek, sevişmeyi reddetmek, beyaz tayt giymek, cilveli saat sormak, alışveriş yapmak, telefonda uzun konuşmak, eve geç gelmek vb. gibi davranışlarını “haksız tahrik” olarak nitelendirmektedir. Faillere bu koşullar altında işledikleri suçlar nedeniyle verilen cezalar da indiriliyor. Uygulanan “haksız tahrik indirimleri” Türk yargısında hakim olan düşünce yapısının cinsiyetçiliğini ortaya koymaktadır. [32]
Yargıtay’ın konuya bakış açısını göstermesi bakımından öncelikli töre saikiyle öldürme suçlarında haksız tahrik indirimini uygulamadığı somut karar örneklerinden söz etmek gerekirse;
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2009/2339 K. 2009/1937 T. 8.4.2009;
“Yengeleri Gülbahar’ın maktul Murat ile kaçarak 2-3 ay birlikte yaşamasını ailenin namus ve şerefini eksilten bir davranış olarak nitelendiren sanıkların, eylemlerini ailenin namusunu kurtarma, töre saiki ile gerçekleştirdikleri anlaşıldığı halde, 5237 sayılı TCK’nın 82/1-k maddesi gereğince cezalandırılmaları gerekirken…Olay tarihinde evli ve reşit olan Gülbahar ile maktul Murat’ın yaşam tarzlarının sanıklara yönelik haksız tahrik oluşturmayacağı gibi, maktulden gelen ve haksız tahrik oluşturan herhangi bir söz ve davranış bulunmadığı, töre saikiyle öldürme olayında haksız tahrik hükümlerinin sanıklar hakkında uygulanamayacağı düşünülmeden…”
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2007/8437 K. 2008/3340 T. 25.04.2008;
“Sanıklardan Dursun’un maktule Hatice’nin babası, Musa, Mehmet ve Yükselin kardeşleri, Hayati’nin de kız kardeşinin eşi olduğu, Hatice’nin önceden evlenip boşandığı ve anne babası ile beraber yaşamaya devam ettiği, bu süre içerisinde kız kardeşi Ayten’in eşi olan Remzi ile cinsel birliktelik yaşayıp hamile kaldığı, çocuğu aldırdığı, bu durumun babası ve kardeşleri tarafından öğrenilmesi üzerine olaydan bir ay kadar önce Remzi ile beraber kaçtıkları, olayı öğrenen sanıkların toplanarak konuyu konuşup öldürülmesi konusunda karar aldıkları, bu karar doğrultusunda maktuleyi arayıp Beyşehir ilçesinde olduğunu öğrenmeleri üzerine sanıklardan Musa, Mehmet, Yüksel ve Hayati’nin buradan maktuleyi alıp getirdikleri ve öldürme fiilinin de Dursun tarafından gerçekleştirildiği olayda, sanıkların töre saikiyle hareket ettikleri ve haklarında 5237 sayılı TCK’nın 82/1. maddesinin “k” bendinin de uygulanması, suçun istenmesindeki saik nedeniyle tahrike dayalı indirimden de yararlandırmamaları gerektiği”
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2007/8437 K. 2008/3340 T. 25.4.2008;
“Maktulenin kız kardeşinin eşi ile ilişkisi olduğunu öğrenen sanıkların öldürülme konusunda karar aldıkları, kaçan maktuleyi bulup getirdikleri ve babası olan sanık tarafından öldürüldüğü olayda, sanıkların töre saikiyle hareket ettikleri anlaşıldığından, 5237 sayılı TCK.nun 82/1-k maddesi gereğince cezalandırılmaları ve tahrike dayalı indirimden yararlandırılmamaları gerekir.”
“Töre saiki”nin uygulanmadığı ve ancak haksız tahrik hükümlerinin uygulandığı kararlardan örnekler vermek gerekirse;
İzmir’de çantasında doğum kontrol hapı bulunca kendisini aldattığını düşündüğü 36 yaşındaki karısı Alev Er’i iple boğup öldüren ve daha sonra buzdolabına koyarak kaçan Şakir Er’e 20 yıl hapis cezası verildi. Sanık kocaya önce ömür boyu hapis cezası veren mahkeme heyeti, “ölen kadının çantasında bulunan doğum kontrol haplarını” tahrik sebebi sayıp, cezayı 20 yıla indirdi. [33]
İzmir 11. Ağır Ceza Mahkemesi, eşini öldüren kocanın yargılamasında; “eskiden türbanlı olan eşin kot pantolon giyip tanımadığı erkeğe cilveli şekilde saati sorması ve eşine ağır hakaretlerde bulunmasını” ‘haksız tahrik’ saydı ve cezayı 24 yıla indirdi. “Ailemi seviyorum. Ama ilaç kullanıyordum. Pişmanım” diyen F.A., pişmanlık indiriminden de faydalandı ve cezası 20 yıl hapse indirildi. [34]
Bir diğer çarpıcı olay ise İstanbul’da yaşandı. Hülya Taş aynı mahalleden Ömer Karaboğa’ya aşık oldu. Hülya ve Ömer kaçtı, birlikte oldular. Aradan dört gün geçtikten sonra Ömer’in ailesi ‘Sen evine dön, Biz gelip seni isteyelim. Telli duvaklı gelin ol’ diyerek Hülya’yı evine yolladı. Hülya umutla beklemeye başladı. Aradan birkaç gün geçti gelen olmadı. Hülya ve Ömer Balat Firketeci Sokak’taki Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi’nin önünde buluştuklarında karşılarında ağabey Okan Taş da vardı. Taş, onlarca insanın gözü önünde kardeşi ve sevgilisini kurşun yağmuruna tuttu. Ağabey Taş teslim olduğunda pişman olmadığını söyleyerek “Dört gün Ömer’in ailesinin yanında kaldı. Sonra Hülya’yı evimize yolladılar. Bu durumu gururuma yediremedim. İkisini de vurarak namusumu temizledim” dedi. Okan Taş tutuklu olarak, Hülya’nın anne ve babasının da aralarında bulunduğu altı kişi tutuksuz olarak yargılandı. Bir yıl sonra çıkan kararda pek çok benzer ‘kadın’ cinayetinde olduğu gibi indirim uygulandı. Mahkeme önce Taş’a kız kardeşini tasarlayarak öldürdüğü için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Olaydan önce “kız kardeş Hülya Taş’ın Ömer Karaboğa ile kaçarak rızasıyla cinsel ilişkiye girdiği ve durumu öğrenen sanığın hiddetin etkisi altında suçu işlediği “ belirtilerek ceza indirildi. Taş 17 yıl 6 aya mahkûm oldu. [35]
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2006/4529 K. 2007/6751 T. 24.9.2007;
“Maktulenin, eşi olan sanıkla Antalya’ya gitmek istememesi ve cinsel birleşme talebini reddetmesi haksız tahrik teşkil etmiyor ise de; aksi kanıtlanamayan savunmaya göre olay gecesi cinsel ilişki teklif ettiği eşi olan maktulenin, kendisini iteklemesi, yataktan düşmesi ve hakaret etmesinin sanık lehine haksız tahrik teşkil ettiği cihetle tebliğnamenin bu yöndeki bozma isteyen düşüncesi benimsenmemiştir.”
Antalya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararında; “Eşi maktuleye aile birliğinin gerektirdiği şevkati göstermeyen sanığın, ikram ettiği meyve suyunu içmeyi reddeden eşi maktuleyi boğarak öldürmesi olayında haksız tahrik hükmü uygulanılması… ” dedi [36].
Yukarıda verdiğimiz örnekleri maalesef çoğaltabiliriz. Çok küçük bir kısmını verdiğimiz kararlar dahi durumun vahametini açıkça göstermektedir. Namus adına işlenen cinayetlerin her yerde olduğunu ve kadın cinayetlerinin sayısının ne kadar fazla olduğunu ortaya koymaktadır.
Soxsden zamanlarda ise feminist kadın örgütlerinin “kadın cinayetleri politiktir” diyerek yola çıktığı ve kadın örgütlerinin kadın cinayetleri davalarına müdahil olma süreci sayesinde ise yargı üzerinde gözle görülür bir değişim başladı. Sevim Zarif, Pippa Bacca, Ayşe Yılbaş ve Satı Korkmak davalarında çıkan kararlarda “haksız tahrik” uygulanmamasına karar verilmiş olması kadın hareketinin kazanımıdır. [37]
Sonuç olarak, 5237 sayılı TCK’da “namus saikiyle işlenen suçlar” 82. madde kapsamına alınması ve söz konusu suçlarda ceza indirimi yapılmayacağı açıkça belirtilirse, bu ağır suçların önüne geçmek için caydırıcı bir önlem alınması mümkün olacaktır.
Sonuç
Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, önlenemez sıvıların ve doğurganlığın haznesi olan kadın bedeninin denetlenmesi tarihidir. İlkel çağlarda, adet olan kadının kabilenin yaşam alanının dışına çıkarılması yada kocası ölen kadının yakılması pratiklerinde olduğu gibi bugün de herhangi bir nedenle onaylanmayan bir cinsel edimde bulunan kadın bedeni ortadan kaldırılmaktadır. Dünya üzerinde doğudan batıya kuzeyden güneye kadınlar “namus” yüzünden öldürülmelerine rağmen yine dünyanın her tarafında “namus cinayetleri” ötekine başka bir ifade ile coğrafi olarak daha doğuya havale edilerek, manipüle edilmektedir. Cinayet fiilinin esasta tekliği, kadın bedeninin ve cinselliğinin denetlenmesinin bir coğrafya sorunu olmadığını ortaya koyan en yalın ve basit parametredir.
Ataerkil örgütlenmiş tüm topluluklarda olduğu gibi kadın bedeninin ve cinselliğinin denetlenmesi Türk toplumunda da günlük yaşamın kurulmasında merkezi konumda bulunmaktadır. Ama tıpkı dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi namus kisvesi altında kadınların öldürülmesi meselesi Türkiye’de de “töre cinayetleri” başlığı altında ülkenin doğusuna havale edilmiştir. Türk modernleşmesinin başat belirleyeni olan kalkınmacı söylem tarafından sürdürülen bu öteleme, kadın cinayetlerinin çokluğunu ve tüm ülke sathında yaygınlığını görmemizi engellemektedir. Ayrıca, bu söylemin şekillendirdiği modern yasalar ve bu yasalar çerçevesinde yapılan yargılamalar adalet ve eşitlik duygusunu zedelemektedir. Başka bir deyişle ülkenin batısında kadınları öldüren erkekler, doğusunda kadınları öldüren erkeklerden daha az ceza almakta ve mazur görülmektedir.
Sonuç olarak, ataerkinin en vahşi görünümlerinden biri olan kadın cinayetleri zamandan ve mekandan bağımsız olarak aynı amaca hizmet ederler ve aynı sonuca yol açarlar. Bu nedenle asıl yapılması gereken söz konusu manipülasyonu ve ikiyüzlülüğü görmek, her yerde ifşa etmek ve karşısında durmaktır. Neticede adına ister “töre cinayeti” ister “kıskançlık cinayeti” ister “aşk cinayeti” denilsin geriye kalan sadece ölü bir kadın bedenidir.
KAYNAKÇA
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, 2007 Töre ve Namus Cinayetleri Raporu, 25.05.2008.
Demirler Derya&Gümüş Pınar, “TCK Değişirken”, Erişim tarihi; 03.01.2009, http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=460#_ftn1
Eyüpoğlu, Meriç, “Erkek Vuruyor, devlet “haksız tahrik” diyor”, Feminist Politika, S.1, Kış 2009.
Faraç, Mehmet, Töre Kıskacında Kadın, Günizi Yayıncılık, İstanbul, Eylül, 2004.
Kardam, Filiz, Namus Gerekçesiyle Öldürülme ya da Kendi Canına Kıyma: Kadın Cinselliği Üzerinde Baskıların Benzer Koşullarda Farklı Sonuçları mı?, Erişim Tarihi:27.12.2009. http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/namus_ger_oldurme.pdf.
Kardam, Filiz, Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri- Eylem Programı için Öneriler Sonuç Raporu, BM Kalkınma Programı& Nüfus Bilim Derneği & BM Nüfus Fonu, Ankara, 2005.
Koğacıoğlu, Dicle, “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğllaşması: Namus Cinayetleri Örneği”, Feminist Yaklaşımlar 2006-2007 Seçkisi, İstanbul, Mart 2008.
Milliyet Gazetesi, Doğum kontrol hapı, cinayette tahrik nedeni kabul edildi, 20 Eylül 2007.
Mojab, Shahrazad, ‘Namusun’ Tikelliği ve ‘Öldürmenin’ Evrenselliği: Erken Uyarı Sinyallerinden Feminist Pedagojiye”, Namus Adına Şiddet: Kuramsal Ve Siyasal Yaklaşımlar, Der: Shahrzad Mojab – Nahla Abdo, Çev: Güneş Kömürcüler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Eylül 2006.
Radikal Gazetesi, “Başka Hülyalar öldürülmesin”, 18 Ocak 2009.
Radikal Gazetesi, “Cilve yaptı’ indirimi”, 8 Kasım 2007.
Sancar, Serpil, Türkiye’de Kadınların Hak Mücadelesini Belirleyen Bağlamlar, Sivil Topluma Bütüncül Yaklaşım Toplantısı İçin Hazırlanan Metin, Ankara, 12.01.2006.
Sirman, Nükhet, “Akrabalık, Siyaset ve Sevgi: sömürge Sonrası Koşullarda Namus – Türkiye Örneği”, Namus Adına Şiddet: Kuramsal Ve Siyasal Yaklaşımlar, Der: Shahrzad Mojab – Nahla Abdo, Çev: Güneş Kömürcüler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Eylül 2006.
Sirman, Nükhet, aşkı “modern töre” olarak niteleyerek bu olguyu çok net bir biçimde açıklar: Sirman, Nükhet, Kadınların Milliyeti, Miiliyetçilik Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. Der. Tanıl Bora. 4. Cilt, 2002.
Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan (10/148, 182, 187, 284, 285) Esas Numaralı Meclis Araştırması Komisyonu raporu içerisinde Leyla Pervizat ile yapılan sözlü görüşme tutanağı.
WHO, World Report on Violence and Health, Geneva, Erişim tarihi: 25.12.2009 http://www.who.int/violence_injury_prevention/violence/world_report/wrvh1/en/.
http://www.tdkterim.gov.tr, Erişim Tarihi:27.12.2009.
Yalçın Sancar, Türkan, “Töre Ötekinin Sorunu mu?Ayrımcılık ve Şiddet”, Güncel Hukuk, Eylül 2007.
Yargıtay “Haksız” Haksız Tahrik İndirimini Reddetti, Bianet, Erişim Tarihi:2 Ocak 2010 http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/118362-yargitay-haksiz-haksiz-tahrik-indirimini-reddetti
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2006/4529 K. 2007/6751 T. 24.9.2007
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2007/8437 K. 2008/3340 T. 25.04.2008
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2007/8437 K. 2008/3340 T. 25.4.2008
Yargıtay 1. Ceza Dairesi E. 2009/2339 K. 2009/1937 T. 8.4.2009