Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü ve Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Haftası etkinlikleri çerçevesinde 23 Kasım 2009 tarihinde düzenlediğimiz Öldürmeye Değil Yaşatmaya Yatırım panelinin kısaltılmış metnini okuyucularımızla paylaşıyoruz. Panelde Küresel Kadın Grevi’nin (Global Women’s Strike) kurucularından ve koordinatörlerinden, kadın hakları savunucusu aktivist yazar Selma James ve Küresel Kadın Grevi koordinatörleri Nina Lopez ve Maggie Ronayne ile kadın emeğini, seks işçiliğini, yoksulluğu, kapitalizmi, militarizmi, muhalif yapıları ve taban hareketlerini tartıştık.
Selma James: 1972’de Uluslararası Ev İçi Emeğin Ücretlendirilmesi Kampanyası’nı başlattığımızda, bizim de parçası olduğumuz işçi sınıfı hareketinde yer alanların, herkese kucak açtığını fark ettik; bizim dışımızda. Çoğu, işçi sınıfı hareketinin altını oyduğumuzu söylüyordu. Kadın hareketindeki feministler ya da kadınlar da yaptığımızdan hoşnut değillerdi; çünkü kadınların evde, tarlada ve toplumda ücret almadan yaptığı işlerin, kadınların hayatındaki temel kriz olduğunu söylüyorduk. Bu, hem en fakir cinsiyet olduğumuz hem de nasıl sömürüldüğümüzün erkekler tarafından gizlendiği anlamına geliyordu. Bizim için, yaptığımız işin ücretlendirilmesi çok önemliydi, çünkü bu, kadınların erkeklere bağımlılığını sona erdirmenin ve emeğimizin görünür olmasını sağlamanın tek yoluydu. Zira bu toplumda emeğin ücretlendirilmediği sürece, çalışmıyorsun demektir. 1972’de kendimizi içinde bulduğumuz durum buydu. Devletten para istediğimizi söyledik ve kadın hareketinde yer alan birçok kadın hata yaptığımızı, bunun evde kurumsallaşmamızla sonuçlanacağını belirtti. Biz de, evde, kendi yönetimimizle kurumsallaşacağımız yanıtını verdik. Bu şekilde, emeğimizin ölçülüp değerlendirilmesi ve ücretlendirilmesi için mücadele edecek uluslararası bir hareketin temeline sahip olduğumuzu hissettik. Kısa sürede de, talebimizin askeri bütçeden karşılanması gerektiğini fark ettik. Askeri harcamalar, toplumdaki en büyük para israfı. Biz yaşatandık, askerse öldüren. Nihai olarak da öldürmeye değil yaşatmaya yatırım yapmak istediğimizi dillendirdik. Sonuçta, emeğimizin görünür kılınması ve ücretlendirilmesi talebiyle başladık. Tüm endüstrinin ve kârın temel kaynağını üretenin biz olduğumuzu ve bu yüzden emeğimizin ekonomi için yaşamsal önem taşıdığını söyledik. İşçi sınıfının sanayide çalışan erkeklerden oluştuğuna inanıyorlardı. Hâlâ bugün “işçiler” ve “insanlar” hakkında konuşuyorlar; bu “insanlar”ın kim olduğunu bilmiyorum. Hepimiz işçiyiz ve hepimiz kendi sömürülmemizin yeniden üretim sürecinin bir parçasıyız. Ancak aramızdaki güç ilişkilerini anladığımızda bir araya gelebiliriz; mesela sanayi ülkelerinde yaşayanlarımız, Üçüncü Dünya ülkelerinde olanlarımızla karşılaştırıldığında daha fazla para ve kaynağa erişim olanağına sahip. Şehirde yaşayanlarımız, kırsal kesimde yaşayanlarımızdan daha farklı bir pozisyonda. Çoğu zaman, göçmenler, o ülkede doğmuş olanlardan çok daha zayıf. Kadınlar ise kesinlikle erkeklerden aşağıda bir konumdalar. Bu nedenle, bir yandan da ortaklıklarımız üzerinden örgütleniyorduk: Yaptığımız iş, ücretlendirilmeyen emek ya da düşük ücretler. Ayrıca her zaman, aramızdaki ayrımların farkında olarak, birleşmemiz için bu ayrımların ele alınması -özellikle de daha az güce sahip olanlarımızın oluşturduğu otonom örgütlenmeler tarafından ele alınması- gerektiğini temel alarak örgütlendik.
İşçi sınıfının yeteri kadar kapsayıcı olmadığına dair bir örnek olması için, şimdiye dek politik bir sorun olarak görülmeyen emzirme konusundan bahsedeceğim. Aslında bu son derece politik bir sorun, zira milyonların hayatı buna bağlı. Kadınlar emzirebilmek için mücadele veriyor; bu, birçok bebek ölürken anne sütünün yerini almaya çalışan mamalar üreten devasa çokuluslu şirketlere rağmen annelerin beslenmeleri gerektiği anlamına geliyor. Biz de bu mücadeleye dahil olduk, bir kitap yazdık, bunu tartışmak için Afrika’ya gittik. Çokuluslu şirketlerle anlaşan yozlaşmış hükümetler tarafından gelecek nesillerini beslememeleri için büyük baskı altına alınan kadınlarla çalıştık. Emzirme hakkına ve gereken zamana sahip olmayanın hem kadınlar hem de bebekler olduğunu açıklığa kavuşturduk. Kısır döngü burada: Bu, bir sınıfın hayatta kalma mücadelesi; hem erkeklerin hem de kadınların sorunu.
İş olarak görülmeyen emeğimize dair son bir örnek daha vereceğim. Birçok ülkede askeri hizmeti reddeden erkekler ve kadınlar bulunmakta. İsrail’in yanı sıra, Türkiye, İngiltere, Etiyopya, ABD, Kanada; dünyanın her yerinde vicdani retçiler var. Birlikte çalıştığımız erkekler, uluslararası bir vicdani ret ağı örgütlüyorlar: Savaşa hayır diyen kadınlar ve erkekler. Öncelikle, herhangi bir yerde bir vicdani retçi gördüğünüzde, eğer dikkatle bakarsanız, arkasında bir dizi kadın olduğunu fark edebilirsiniz: Annesi, eşi, teyzesi, kız kardeşi, büyükannesi. İnsanlar vicdani retçileri desteklerken bazen kadınların retçiler için verdikleri ciddi politik emeği desteklemiyor, hatta fark etmiyorlar. Kadınların desteklemesinin sebebine gelince; kadınlar bunu yapıyor çünkü o erkeğin ya da kadının doğumundan itibaren bakımıyla ilgilenenler zaten kadınlar ve bu bakım için, tabii ki ücret almıyorlar.
Düşünmenizi istediğim diğer bir şey ise, bu savaş karşıtı harekete samimi bir şekilde dahil olan tüm insanları gördüğümüzde, savaş karşıtı hareketin nelerden oluştuğuna dair farklı bir görüş kazanmaya başladığımız. Çoğu zaman, bir miting olduğunda platformun üzerinde erkekler yer alır, kadınlar ise görünmez ve hareketin ne kadar geniş olduğu açığa çıkmaz. Böylece, kadınların yaptığı bakım işini ölçmeye başladığınızda, sadece işçi sınıfının genişliğini değil, aynı zamanda kapitalizm ve savaş karşıtı hareketlerin genişliğini de görmeye başlarsınız. Olduğumuz her yerde bir şeyleri görünür kılmaya çalışan hareketlere dahil olduk; ama sadece fikirlerimizle değil, verdiğimiz somut mücadelelerle: Emzirme hakkı, özellikle bekâr anneler için bakıcı hakkı, aile yardımı, tecavüzden ya da ev içi şiddetten kaçmak için gerekli paraya sahip olma hakkı ve diktatörlerin yönettiği Üçüncü Dünya ülkelerinden kaçıyorsan göç hakkı. Bu yüzden, öldürmeye değil yaşatmaya yatırım yapmakla başlayarak hareketin ne kadar geniş olduğunu ve yaptığımız işin özünü kaybetmeden ne kadar çok birlikte hareket edebileceğimizi belirginleştirerek birçok mücadeleye dahil olduk. Teşekkürler!
Nina Lopez: Bu etkinliğin Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dahilinde olması sebebiyle, ben özellikle örgütlerin şiddete karşı çalışmalarından ve kadın mücadelesiyle de bağlantılı olarak Londra’daki bir kadın merkezinden bahsetmek istiyorum. 1976’da ortaya çıktığında Selma ve benim de dahil olduğumuz Tecavüze Karşı Kadınlar (Women Against Rape) üzerine konuşacağım. Bu örgütlenme başlangıcından bu yana, Tecavüze Karşı Siyah Kadınlar Eylem Projesi (Black Women’s Rape Action Project) ve İngiliz Fahişeler Kolektifi (English Collective of Prostitutes) ile çok güçlü bir ilişki içinde birlikte çalışıyor. Tecavüze karşı kampanyayı başlattığımızda, sol, tecavüzün önemli olmadığı, çünkü devrim gerçekleştiğinde zaten artık tecavüz diye bir sorun kalmayacağı anlayışını güdüyordu. Hiç kimse bize devrimin ne zaman geleceğini söyleyemediği, tecavüz her gün gerçekleştiği ve kadınlar bundan bezmiş olduğu için beklemek istemediğimize ve tecavüzü bitirmek için bir kampanyanın gerekli olduğuna karar verdik. Ayrıca o zamanın, tecavüzden sadece erkek bireyleri sorumlu tutan ve devlet karşıtı bir duruşa sahip olmayan feministlerine de karşı durmak zorundaydık. Devletin tecavüzün teşvik edilmesindeki ve sürdürülmesindeki rolünü görmezden geldiler. Mesela, bir adamın tecavüz etmesine izin verildiği ve polis tecavüzcüyü tutuklamadığı için adamın mahkemeye çıkmadığı, ya da mahkemeye çıktığında hâkimin “Ah evet ama çok parlak bir kariyeri var, onu cezaevine gönderemeyiz, bu onun kariyerini mahveder.” dediği durumlar mevcut. 1977 yılında, bir asker bir kadına tecavüz ettiğinde hâkimin, askerin çok parlak bir kariyeri olduğu için sadece iki ay ceza verdiği çok ünlü bir dava vardı. Bu şekilde, bunun tekrarlandığı her durumda, devlet erkeklere “Tecavüze devam edin, biz bunu önemsemiyoruz.” mesajını veriyordu. Böylece, erkekler bir kadına tecavüz edip yakalandıklarında bundan suçluluk duymayıp sadece şanssız olduklarını düşünür hale geldiler, çünkü çoğu kez bedel ödemiyorlardı. O zaman feministlere söylemek zorunda olduğumuz diğer bir şey ise evlilik içindeki tecavüzlere karşı bir kampanya başlatacağımızdı; çünkü tecavüzlerin çoğu, kadınların önceden tanıdıkları erkekler tarafından gerçekleştiriliyordu. Evlilik içi tecavüz, en yaygın tecavüz biçimiydi. Bundan ilk bahsettiğimizde, bir feminist şöyle yanıtladı: “Bunu yapmamalısınız; meseleyi çok genişletiyor ve bu da iyi bir fikir değil.” Biz bu düşünceyi reddettik. O zamandan beri tecavüze karşı kampanyalar yürütüyoruz; evlilik içi tecavüzü suç olarak tanıyan kanun değişikliğinin yapılmasını sağlamak on altı yılımızı aldı. Bu, kadınların tecavüze karşı kazandığı önemli başarılardan biriydi. Şu anda, evlilik içinde tecavüze uğramış bir kadınsan, mahkemeye gidebilirsin ve eşin, eski eşin ya da erkek arkadaşın suçlu bulunabilir.
Şu anda kadınlara ve birçok erkeğe, özellikle genç erkeklere sorarsanız, kadınların istemedikleri herkese hayır deme hakkına sahip olduğuna dair bir söz birliği vardır. Ancak göreceksiniz ki, Birleşik Krallık’ta rapor edilen tüm tecavüz davalarının sadece %6,5’i failin suçlu bulunmasıyla sonuçlanıyor ve tecavüz vakalarının sadece ’u polise bildiriliyor. Bildirilen ’luk dilimin ’dan daha azı, tecavüzcünün suçlu bulunmasıyla sonuçlanıyor. Bu, okyanusta bir damla gibi. Bunlar yaşanıyor, çünkü polis, kadına yönelik şiddetin yanında duruyor. Kadınlar bir tecavüz vakası bildirdiğinde, polisler inanmıyor ve kanıtları düzgün bir şekilde toplamayı reddediyor. Bu yüzden, çoğu durumda, jüri tecavüzcüyü suçsuz buluyor, çünkü deliller sunulması gerektiği gibi sunulmamış oluyor. Birleşik Krallık, bizler gibi on iki insanın oturup bir dava için karar vermesi anlamına gelen bir jüri sistemine sahip. Deliller sunulmazsa, ya da düzgün bir şekilde sunulmazsa, zanlının suçlu olduğundan emin olmadıkları sürece, birini yedi sekiz yıl gibi bir süre için cezaevine göndermek istemiyorlar. Kampanya sürecinde, çoğu zaman bunun jürinin suçu olmadığını, kamunun suçu olmadığını fark ettik. Bu aslında polisin ve kovuşturucu otoritelerin, kadınlara karşı önyargılı davranıp bazen davanın mahkemeye gitmemesine ya da davanın düşürülmesine neden olan hâkimlerin suçu.
Ayrıca, tazminata karşı da mücadele vermek zorundayız, çünkü, Birleşik Krallık’ta tecavüz mağduruysan ya da başka bir suçtan dolayı mağdursan, devlet sana, suçun ciddiyetine bağlı bir miktar para veriyor. Ancak, mesela seks işçisiysen, uyuşturucu kullanıyorsan ya da daha önceden hırsızlıktan hüküm giymişsen, tazminatın reddediliyor ya da daha az miktarda tazminat alıyorsun. İki fahişe kadın, aynı adam tarafından bıçakla tecavüze uğramıştı. Bu davayı özel takibe almaya karar verdik. Kadınlar kaçırılmış, bağlanmış ve tecavüze uğramışlardı ve kovuşturma polisi, kovuşturmayı reddetti. Jürinin fahişelere zaten inanmayacağını söyledi. Biz ücretsiz çalışacak avukatlara ulaşmak, önceden birbirini tanımayan bu iki kadını bir araya getirmek ve davanın mahkemeye gitmesini sağlamak için iki yıl boyunca çalıştık. Bunu yaptığımızda, adam suçlu bulunmuş ve on dört yıl mahkûmiyetle cezalandırılmıştı. Bu, kadın bir seks işçisi olduğunda bile delil doğru bir şekilde sunulduğunda jürinin bunu kabul edeceğini kanıtlıyordu. Bizim için büyük bir zaferdi.
Tecavüze Karşı Siyah Kadınlar Eylem Projesi’nin yaptığı işin çoğu mülteciler üzerineydi: Afrika’dan gelen kadınlar, Doğu Avrupa ve Irak’tan, savaştan ya da diktatörlüklerden kaçarak İngiltere’ye gelen kadınlar. Genellikle çocuklarını geride bırakıyorlar, çünkü başka bir seçenekleri yok. Çoğunun tecavüz sonucunda doğmuş bir çocuğu var. Büyük bir çoğunluğu tecavüze uğramış ya da başka şekillerde işkence görmüş. İngiltere’deki iltica sisteminde, mümkün olduğunca çok insanı sınır dışı etmeye çalışırlar, çünkü hükümet kadınların Britanya’da kalmasını istemez. Kadınların ülkelerini terk etmelerinin sebebinin savaş olmasının onlar için hiç önemi yok; sorumluluk almak istemiyorlar. Kadın merkezimizde, kadınların iltica hakkını kazanmalarını sağlamak için büyük bir mücadele veriyoruz. Gözaltındaki kadınlarla çalışıyoruz. Mülteciler ve destekçileri için bir el kitabı hazırladık, uçakta ya da havaalanında sınır dışı edilme anında buna karşı neler yapılabileceğine dair çok somut talimatlar içeriyor. Eğer savaşmaya hazırsan ve seninle birlikte savaşan insanlar varsa, son ana dek kazanma olasılığın var. Kadın mülteciler, çocuklarını Afrika’da bırakmış olsalar bile annelik işlerinin tanınmasını istiyorlar. Teşekkürler!
Maggie Ronayne: Küresel Kadın Grevi dünyanın pek çok ülkesinde savaşa karşı örgütleniyor. Ben İrlanda’da yaptığımız işlerin bazı- larından bahsedeceğim. Afganistan- ’daki savaş başladığında, ABD hükümeti yakıt ikmali yapmak ve Orta Doğu’ya giden birlikleri için üs sağlamak üzere İrlanda’da bir havaalanını kullanmaya başladı. Bu, 2003’te Irak Savaşı başladığında da devam ediyordu. İrlanda tarafsız bir ülke olduğu için İrlanda Anayasası’na göre bunun illegal olduğunu hareket olarak vurguladık. Diğer bir deyişle, bizim herhangi bir savaşın parçası olmamız ya da herhangi bir savaşı desteklememiz beklenmiyor. Bu tarafsızlık, İrlanda’daki antiemperyalist mücadelenin sonucu. Diğer halklara karşı yürütülen herhangi bir emperyalist savaşın parçası olmayacağımız, İrlanda Anayasası’nda açıkça yazılmıştı. Bu yüzden, biz bu durumu İrlanda’nın tarafsızlığını görmezden gelerek bizleri militarize etmeye ve uluslararası savaşlara yakınlaştırmaya çalışmak olarak algılıyoruz. Bu havaalanında, birçok gösteri ve şiddet içermeyen başka eylemler yapılmaya başlandı. Bir kadın örgütü olarak Küresel Kadın Grevi, bu eylemlerin çoğunda, savaşın kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkisini vurgulamak ve ayrıca kadınların savaş karşıtı örgütlenmesini görünür kılmak için yer aldı.
İrlanda’da bunu yapan tek kadın örgütüydük ve sol içinde düşmanca tavırlarla karşılaştık; kadınlar olarak savaştan nasıl bahsedebiliyorduk? Yılmadık ve havaalanında, kadınların savaş karşıtı duruşlarını vurgulamak isteyen erkekleri de dahil ettiğimiz ulusal bir gösteri düzenledik. Yaptığımız şey, bu savaşın mağdurlarının büyük çoğunluğunun Orta Doğu’daki kız kardeşlerimiz ve çocukları olduğuna, mültecilerin büyük kısmının da onlar olduğuna dikkat çekmekti. Ama kadınlar aynı zamanda her savaş karşıtı hareketin can damarıdır; çünkü hem savaşların neden olduğu yıkımı biliyoruz hem de bir araya geldiğimizde, örgütlenmek ve nihayetinde bu savaşları durdurmak için yeterli güce sahip olduğumuzun farkındayız. Örgütlediğimiz uluslararası gösterilerde yapmaya çalıştığımız şey sadece kadınların savaş karşıtı duruşlarını vurgulamak ve savaşın kadınlar üzerindeki etkilerini görünür kılmak değil, aynı zamanda İrlanda’daki farklı kesimlerden savaş karşıtı kadınları bir araya getirmekti. Bizim için en önemli şeylerden biri, Kuzey İrlandalı kadınları, Güney İrlandalı kadınlarla yan yana getirebilmek. 1923’teki devrim başarısızlıkla sonuçlanınca, Kuzey İrlanda Britanya tarafından işgal edildi. Şu anda İrlanda’nın iki kesimi oldukça farklı ve biz Güney’dekiler, Kuzey’deki savaşta ne olduğundan bihaberiz. Ayrıca, medya ve hükümetler tarafından da ayrı tutuluyoruz. Bu yüzden, sınıra ve farklılıklara rağmen bir araya gelmek bizim için önemli. Kuzey’den birçok kadın ve erkek, savaşa karşı durmak için bize katıldı. Ayrıca birçok farklı kesimden kadın vardı; öğrenciler, işçi kadınlar, ev kadınları, bekâr anneler, mülteci kadınlar. Afrikalı kadınlar da karşı karşıya oldukları savaş durumundan, İrlanda’ya gelip yerleşmeye çalıştıklarında İrlanda hükümetinden gördükleri ırkçılık ve diğer şiddet biçimlerinden bahsettiler.
İrlanda Anayasası, kadınların ev içi emeği ile ilgili bir maddeye sahip. Kadınların görevlerinden ve bu tür şeylerden bahsediyor. Biz, Venezüella Anayasası’nın 88. maddesiyle aynı çizgiye sahip, bakım işinin tanınması ve ücretlendirilmesi ile ilgili bir maddeyle bunun tersine çevrilebileceğini düşündük. Feminist örgütler buna karşı çıktılar, evde kurumsallaşacağımız fikri yüzünden kadınların emeğiyle ilgili tüm ifadenin anayasadan çıkarılmasını istediler. Kadınların işinin tanınmasına devam edileceğinden emin olmak için bu feminist örgütlerle de mücadele etmek zorunda kaldık.
Kuzey’deki ayrımcılık karşıtı mücadelenin, Katolik yoksulluğuna karşı mücadelenin, barınma ve iş mücadelelerinin büyük kısmı kadınlar tarafından yapıldı. Kadınlar kendi yoksulluklarından da bahsetmeye başlamışlardı ama silahlı mücadele başlar başlamaz, bunların çoğu görünmez oldu. Kadınlar da silahlı mücadeleye katıldılar, bir yandan da Kuzey’de Britanya ordusuna, yoksulluğa ve bazen kadınların toplumun ihtiyaçları hakkında söylediklerini dinlemeye hazır olmayan kendi taraflarındaki erkeklere karşı mücadele vermeye çalıştılar. Mesela, 1976 yılında, sınırın iki tarafından kadınlar, Katolik kadınlar ve Protestan kadınlar bir araya geldi ve bir grev düzenlediler. Bizim tarafımızdaki birçok erkek silahlara sahip ve bazı kadınların her yerde var olan silahlı ataerkiden bahsettiklerini biliyorum. Erkeklerin silahı var ve bu bir ayrıcalık hâline geliyor. Kadınlar, özellikle bu durumun çözülmesi gerektiğini söylediler.
Ölüm, yıllarca kan döküldükten sonra sona erdi. Birçok hayat kaybedildi. Ama insanların mücadele verdiği şeylerin çoğu elde edilemedi. Özellikle kadınlar bu süreçte nadiren yer aldılar. Hükümetler IRA (Irish Rebublican Army)’yla konuştular ama kadın- larla neye ihtiyaç duydukları hakkında konuşmadılar. Bu yüzden, hâlâ pek çok sorun var. Ve hâlâ devam eden bir mücadele de var. Bunun bir kısmı, bu barış sürecinden yararlanmış fakat birçok insanın taleplerini savunmayan bireylere, örgütlenmelere ve STK’lara karşı yürütülüyor. Teşekkürler!
Tartışma Kısmı
Feminist örgütlerin size karşı çıktıklarını söylediniz, bu ne zamandı, hâlâ karşılar mı?
Nina Lopez: 1976-77 yıllarında Tecavüze Karşı Kadınlar olarak yola çıktığımızda, evlilik içi tecavüz konusunu gündeme getirdik. Feminist örgütler meseleyi genişlettiğimizi söylediler. Bu tarihten önce kendimizi feminist olarak tanımlıyorduk ancak daha sonra bu tanımdan vazgeçtik. Çünkü feminist olmak, sadece kariyerlerini düşünen, politik durumu ve toplumun önceliklerini değiştirmekle ilgilenmeyen kariyer kadını olmakla çok özdeşleşmişti. Kendi ekonomik durumlarını değiştirmek için uğraşıyorlardı, ancak tüm kadınların ekonomik durumunu değiştirmeyi umursamıyorlardı. Özellikle, seks işçileriyle ilgili konularda sorun yaşadığımız bu feministler, müşterilerin suçlu sayılması için birçok kampanya yürüttüler. Tüm seks işçilerinin ticaret yaptığını söylüyorlardı ki bu nereden çıktığı bilinmeyen büyük bir yalan. Karşı olduğumuz feministler, fahişeliğin aslında yaşamını sürdürme çabası olduğuna inanmıyorlar. Polisle, İçişleri Bakanlığı’yla ve hükümetle birlikte hareket ettiler, bu feministlerin baskıcı hükümetlerle hiçbir problemi yok. Fahişelere karşı yasalar çıkarılmasında hükümetle birlikte çalıştılar, çünkü fahişelerden nefret ediyorlar. Hatta annelerden de nefret ediyorlar. Çocuklarını desteklemek ya da bu parayı çocukları için harcamak üzere fahişelik yapan kadınlar olduğu gerçeğini inkâr etmelerine sebep olan güdü, bekâr annelere verilen devlet yardımının kesilmesine sebep olan kanununun onaylanmasına izin vermelerini de sağladı. Bu kanunlar değiştiğinde, ilk yaptıkları şey, bekâr annelere yardımları kesmek oldu. Bu, kendini feminist addeden ve anneleri çalışmaya çağıran bir bakan tarafından yapıldı. Yalnız annelerin çalışmaya itilmesi gerektiğini söylediler; çocuklara ne olacağıyla ilgilenmiyorlar. Hatta annenin çalışmasının çocuklar için daha iyi olduğunu söylemeye bile çalıştılar. Hükümetin içinde ve dışında yerleşmiş birçok feminist, bekâr annelere ve seks işçilerine kesinlikle karşı.
Selma James: Kadın hareketi çok geniş ve her tür kadın, kendi yollarıyla, bu harekete dahil. Ancak görünür olanlar bir hareket oluşturabilenler. Kariyer sahibi olmak için hareketi bıraktılar ve kariyer edinebildiler, çünkü geri kalanlar olarak büyük kısmımız daha az kazandık, ya da hiçbir şey kazanmadık. Bunun için kanıtım şu: Şu anda parlementoda yüzden fazla kadın var. Bizim için mücadele etmiyorlar, daha fazla güç kazanmak için mücadele ediyorlar. Eklemek istediğim ikinci şey ise, çok yakın zamanda hükümet özelleştirildi ve hükümetin birçok işlevi, şu anda sivil toplum kuruluşları tarafından yerine getiriliyor. Bu organizasyonlar gerçekten büyük bir sorun, çünkü polisin tecavüzü soruşturmamasını şikâyet etmek yerine polisle birlikte çalışıyorlar. Polisin tecavüzü soruşturmamasını bağışlıyor ya da en azından görmezden geliyorlar. Bu meseleler ilk olarak gündeme getirildiğinde, insanların tecavüz karşıtı STK ve tecavüze karşı hareket arasındaki farkı anlamaları zordu. Her zaman ayrımı iyi yapmak gerçekten çok önemli: Tabandan başlayarak taban için mücadele verecek bir örgütlenme mi yoksa gerçekten tabanın isteklerini kullanarak bize karşı duracak bir örgütlenme mi?
Ev içi emeğin ücretlendirilmesi konusundaki argümanlardan biraz daha bahseder misiniz? Bildiğim kadarıyla, bunun kadınların ev işleriyle uğraşarak sonsuza kadar evde kalmasına sebep olacağı ya da bunu haklılaştıracağı tartışılıyor.
Selma James: Öncelikle, ev içi emeğin ücretlendirilmesini istiyoruz çünkü çalıştığımızın farkına varılmasını istiyoruz! İkinci olarak, daha fazla çalışmadan ekonomik bağımsızlık istedik ki bu aslında şu anda yaşanan şey: Kadınların sorumlulukları şimdi iki katı. Birçok kadın, bir yandan aileyle uğraşıp bir yandan ücretli işte çalışmaktan çok yorulduğunu söylüyor. Son olarak, askeri bütçeyi ortadan kaldırmak istedik; kadınların ve çocukların yoksulluğu ile askeriyenin muazzam zenginliği arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak istedik. Bir yanda başta ABD ordusu olmak üzere, toplumun zenginliğinin ve kaynaklarının ne kadar büyük bir kısmının ordulara aktarıldığı, diğer yanda ise kadınların ve çocukların karşı karşıya olduğu büyük kaynak eksikliği. Bu taleplerimize erkeklerden çok fazla karşı çıkan olmuyor. Bize soruyorlar: Bizden mi para istiyorsunuz? Hayır diyoruz, sen de bir şey kazanmıyorsun. İstediğimiz onların parası değil, bizim hakkımız olan paraya gerçekten sahip olanlardan paramızı talep ediyoruz; en başta ordudan ve çokuluslu şirketlerden. Erkekler, kendi parasına sahip olan kadınların aslında onlar için çok büyük bir güç olduklarını bir süre sonra anladılar. ‘20’lerde ve ‘30’larda Britanya’da aile yardımları için kampanya düzenlendiğinde, annelerin her ay ya da her hafta her çocuğuna yardım alması için kadınları destekleyen ilk grup Madenciler Sendikası’ydı. Çünkü kendileri greve gittiklerinde, kadınların parası sayesinde çocuklarının grev yüzünden açlık çekmeyeceğini anlamış ve bu şekilde aslında kadınların desteğini daha da alacaklarını fark etmişlerdi. Erkekler, özellikle de dünyayı değiştirmek isteyenler, kadınların sadece erkek egemenliğine değil, aynı zamanda işverenler ve devlete karşı da güçlü olduğunu fark ettiler. Feministler genellikle böyle değildi. Kadınların geri kalmış olduğunu düşündüler ve çalışmaya başlayarak ve bir sendikaya katılarak bilinçlenmeleri gerektiğine inandılar. Diğer yandan, bu şekilde konuşan kadınların genellikle hizmetçileri var. Yani, birileri onların ev işlerini yapmak için maaş alıyor ve bu maaşlar çok düşük.
1970lerde kendinizi feminist olarak adlandırdığınızı söylediniz, fakat şimdi öyle olmadığını söylüyorsunuz. Ama söylemleriniz bence oldukça feminist. Bu, feministler yüzünden mi, yoksa feminist değil misiniz gerçekten?
Selma James: Kendimi tekrar feminist olarak adlandırmaktan mutluluk duyardım, ancak çoğu kadının şu anda feministlerin başka hiçbir şeyi umursamayan kariyer kadınları olduğunu düşünmemesi kaydıyla. Kelimeyle bir sorunum yok, ama sorun, feminizmin tanımlanma biçimi. İngiltere’de bir kadın, Margaret Thatcher’ın feminist olduğunu iddia eden bir kitap yazdı, kitap çok satanlar arasına girdi. Böyle bir yerde ben kendime nasıl feminist diyebilirim? Aynı şekilde, Hillary Clinton’ın feminist olduğunu iddia ederek Obama yerine Clinton’ı istediklerini söyleyen feministler vardı ve bu bizim Britanya’da da uğraştığımız bir konuydu.
Fakat Türkiye’de kadınların bakım işine ya da seks işçilerine karşı olmayan feministler var.
Selma James: Virginia Woolf, benim ideal feministim ve kendimi onunla tamamen özdeşleştiriyorum: “Bir kadın olarak, ülkem yok. Bir kadın olarak, ülke istemiyorum. Bir kadın olarak, benim ülkem tüm dünya.” Eğer bu feminizm ise, bunun arkasındayım. Fakat “bir kadın olarak ülke istemiyorum” kısmını atladılar, oldukça önemli bir nokta eksik bırakıldı.
Maggie Ronayne: İrlanda’daki feminizm deneyimimiz de çok benzer. ABD hükümetinin örgütlenmelere para sağlamasıyla, kendilerine feminist diyen ve Irak’ın yeniden inşasına destek sağlayacaklarını iddia eden kadınlardan oluşan STK’lar Irak’a gittiler. Fakat aslında, olabildiğince çok kişinin yaşamasını sağlamak için gereken temel işi yapan kadınlara zarar vererek Irak’taki kadın hareketinin altını oydular ve bu şekilde ABD’nin Irak’taki çıkarlarını ilerlettiler. Ve bunu feminizm adı altında yaptılar. Oysa biliyoruz ki kendilerine feminist diyen başka kadınlar buna öfkelendiler ve karşı çıktılar. Özellikle Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi için, Haifa Zangana ve Shahrazad Mojab gibi Kürt kadınlarının bu durumu gündemleştirmeye çalıştıklarını biliyorum. Bizim “Hayır, feministlerin inandıkları ya da söyledikleri bu değil.” diyebilmemiz için bu alternatif sesleri duymaya ihtiyacımız var. Fakat maalesef İrlanda’da ya da Birleşik Krallık’ta, feministlerden böyle şeyler duymadık.
Enternasyonalizm ile ilgili görüşlerinizi neye borçlu olduğunuzu merak ediyorum. Çünkü birçok feminist mücadele, yerel mücadelelere adanmış, fakat siz sürekli bu enternasyonalizm perspektifini vurguluyorsunuz ve bu uluslararası komünizmle olan ilişkileri akla getiriyor. İnsanlar sizi sosyalist feminist olarak tanımlarsa ne düşünürsünüz?
Selma James: Bunun hakkında ne düşünürüz? Ne demek istediklerini anlamamız gerekiyor. Enternasyonalizmin imalarından biri, kesinlikle tüm ayrımları, aramızda var olan duvarları kırmamız. Bu, hayati derecede önemli, düşmanlarımızın küreselleştiğini biliyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey, yapabildiğimiz her ülkede, kadınların kendi durumları hakkında tabandan eylemlilikler düzenlediği, kadınları görmezden gelmek yerine onları bir şekilde güçlendirecek bir taban ağı inşa edebilmek. Bu, şu anda çok kolay değil; bir şeyi şekillendirdiğinde, çok kolay bir şekilde bozulabilir ve bize karşı dönebilir. Hepimiz örgütlenmeler oluşturma ve daha sonra o örgütlenmenin bize ait olmaması deneyimine sahibiz. Şimdi bu olanağa sahibiz, hepimizin internet ulaşımı var, skype var ve bedava konuşabiliyoruz. Birden fazla dil konuşan üniversite öğrencileri var, yani çevirmenlerimiz olabilir ve bu durumda birbirimizi desteklememize ket vuracak bir bürokrasi ve “Hayır, bunu yapamazsın çünkü bu anayasada yer almıyor.” diyecek bir dizi insan olmaksızın, birlikte olmamamız, birlikte hareket etmememiz için hiçbir sebep yok. Ve ben, kadınlar ve erkeklerin her zaman istediği şeyin bu olduğunu düşünüyorum.
Peru’da, ev içinde çalışanlar, işçilere uygulanan kanunların kendilerine de uygulanmasını sağlayan hakları kazanmak için bir sendika kuruyorlar, çünkü gerçek işçi olarak sayılmıyorlar. Her gün 12-14 saat, haftada 6-7 gün çalışıyorlar ve hükümete göre gerçek işçi değiller. Bu yüzden, işçilerin şartlarının kendilerine de uygulanması için mücadele veriyorlar. Diğer ülkelerde, lezbiyen kadınlar çocuklarının kendilerinden alınmaması için mücadele veriyorlar, ya da ABD’de, özellikle renkli kadınlar, bir sosyal ağın parçası; çocuklarını hükümetten geri almak için mücadele veriyorlar. Çocuklar, sözde bakım merkezlerine alınıyorlar ama aslında fakir kadınlardan hükümet tarafından kaçırılıyorlar. Fakat bu, annenin hatası değil. Annenin, hiç parası olmadığı ya da evsiz olduğu için çocuğu kullandığını söylüyor ve çocuğu alıyorlar.
Yani, bunlar, kadınlarla başlayan ama sadece kadınlarla bitmeyen, herkesi dahil eden işçi sınıfı mücadelesinin çeşitli yönleri ve bizim enternasyonalle kastettiğimiz şey bu. Fakat bunu taban seviyesinde tutmak, şu anda yaptığımız gibi, doğrudan iletişim kurmak, bana kazanabileceğimiz tek yol gibi görünüyor. Milyonlarca insan, ‘60’larda ya da ‘70’lerde yaşadığımız yenilgilerin tekrarlanmaması için ne yapmak gerektiğini düşünüyor. Geçmişin hatalarından nasıl kaçınılabilir? Söylediğimiz şeylerden biri şu ki, kadınlar, bazı cevaplara sahipler, tümüne değil, ama en azından bazılarımız ciddi sorulara sahip ve bu da başlangıç noktası. Birçok erkek, yaptığımız şeyleri saygıyla takip ediyor ve kendi eylemliliklerini, eskisinden daha geniş bir bağlamda görüyorlar ve benim ilerleme olarak adlandırdığım şey bu.
Evlilik içinde tecavüzden bahsettiğinizde aldığınız tepkiler ve özellikle diğer kadınların karşı duruşlarından biraz daha bahsedebilir misiniz?
Nina Lopez: ‘70’lerde tecavüze karşı harekette yer alan kadınlar, evlilik içi tecavüzün bir suç olarak tanınmasını istediler, fakat daha sonra bunun kanunu çok genişleteceğini ve bu yüzden, tecavüz vakasının inanılırlığını kaybedeceğini söylediler. Biz de, çoğu tecavüz vakası evde yaşanıyorken nasıl inanılırlığını kaybedebileceğini sorduk. Bunu dışarıda tutamayacaklarını, çünkü bunun tanınması gereken en önemli tecavüz biçimi olduğunu söyledik. Genellikle, bir yabancının tecavüzüne uğramanın, tanıdık birinin tecavüzünden çok daha travmatik olduğunu söylediler. Tecavüz zaten travmatik bir şeyken, kim bir tecavüzün diğerinden daha travmatik olduğunu söyleyebilir? Bir kadın “Hayır.” dediği halde gerçekleşen şey tecavüzdür ve bir tecavüzü diğerinden üstün tutamayız. Feministlerin hükümetle konuşup “Bazı tecavüzlerle diğerleri arasında ayrım yapmalıyız.” deme eğiliminde olduğu zamanlar vardı fakat bizim bu meselede taviz vermememiz sonucu yapamadılar. Bu yüzden, kadın hareketi, kendilerini feminist olarak adlandırsalar da adlandırmasalar da, tecavüzün tecavüz olduğu noktasında uzlaşmak zorunda kaldı.
Selma James: Hükümetin yapmaya hazır olduğu şeylerden biri, tecavüz karşıtı organizasyonlara finansal kaynak sağlamaktı, çünkü hiçbir zaman bu konudan hükümetin sorumlu tutulacağını beklemiyorlardı. Şöyle düşündüler: “Bunlara biraz para verelim, onlar da erkeklerle savaşsınlar.” Bizse şöyle dedik: “Bize tüm parayı verin ki, biz ve çocuklarımız tecavüz tehlikesi altında olduğumuz durumlardan kurtulabilelim. Ayrıca, polisin suçluyu bulmasını, mahkemeye getirmesini ve delillerin okunmasını sağlayın.” Bunu izleyen ilk şey, Tecavüze Karşı Kadınlar’a verilen finansal desteğin kesilmesiydi. Eğer erkeklerle mücadele edip bu meseleyi orada bırakmayacaksan, seni finanse etmeyeceğiz. Tecavüze Karşı Kadınlar’ın faaliyeti durdurup, meseleyi orada bırakacağını düşündüler ama yanılıyorlardı.
Bugünlerde Türkiye’de savaş ve barış hakkında çok ciddi bir gündem var: “Türkiye’ye barış nasıl gelebilir?” Bu konu hakkında sizin İrlanda’daki deneyimlerinizi sormak istiyorum.
Maggie Ronayne: Barış Anneleri, bize Türkiye hükümeti ve ABD hükümeti tarafından söylenenle aslında buradaki, Batı Türkiye’deki ve Kürdistan’daki Kürtlerin neler yaşadığı gerçeği arasındaki farkı anlattılar. O anda bizi ilgilendiren bir şey, sadece İrlanda’da değil, ulusal kurtuluş mücadelesi veren her yerde BM ve ABD’nin İrlanda barış sürecini tüm dünyaya nasıl sözde muhteşem bir model ve her yerde izlenmesi gereken bir barış süreci örneği olarak ithal ettikleriydi. Nihayetinde savaşı durdurmayı başarmış bir harekete itibar etmemiz gerekiyor. Fakat sözümona bunun sonucu olan barış süreci, gerçekte insanların istedikleri ve mücadele ettikleri şekilde olmadı. 90’larda yaşanan, savaşın bitmesi ve AB ve ABD’den gelen parayla birlikte ortaya çıkan bir coşku hâliydi. Birçok insan için, bu müzakerelerin ne hakkında olduğu anlaşılmazdı. Kadınlar, herkes için yerelde nelere ihtiyaç duyulduğuna dair önerilerde bulundular. Fakat bu kadınlar tabandan geldikleri ve üniversite derecelerine sahip olmadıkları ya da finanse edilen organizasyonlardan birinde yer almadıkları için dikkate alınmadılar. Savaştan sonra hâlâ ortalarda silahların olduğu silahlı bir mücadele durumunda, tecavüz ya da mücadeledeki erkekler tarafından uygulanan diğer şiddet biçimleri gibi konuları gündeme getirmek kadınlar için o zamanlarda çok daha zordu. Cumhuriyetçi örgütlenmelerden oluşan bir duvarla karşılaştılar. “Bu, mücadele için sağlıklı değil, asıl mesele bu değil ve şimdi bu tür şeyleri gündeme getirirseniz mücadeleye zarar vereceksiniz.” gibi şeyler söylediler. Bu yüzden, İrlanda’nın barış sürecinde yaşananlar, ABD, Birleşik Krallık ve bundan kazanç sağlayan diğer partiler tarafından yansıtıldığı gibi değil.
Savaşın yıllardır süregeldiği ve en korkunç kıyımların yaşandığı Liberya’da, Afrika’da, bir noktada, barış süreci başladı ve erkekler uzlaşamadı. Kadınlar, haftalarca müzakerelerin sürdüğü binanın etrafını kuşattılar ve “Bir anlaşmaya varılıp bu ülkeye barış gelene kadar, dışarı çıkmanıza izin vermeyeceğiz.” dediler. Ve kazandılar. Savaş istemiyorsak, bunu tabandan inşa etmek zorundayız çünkü bize dayatacakları barış, istediğimiz barış olmayacak. Tüm toprağı alıp bunu barış olarak adlandırdıklarında, bununla uzlaşamazsın. Bu yüzden, taban hareketleri, gerçekten istediğimiz barış için hükümeti zorlayacak başka bir şey inşa ediyorlar. Vurgulamak istediğim diğer bir noktaysa, savaşa gitmeyi reddeden mültecileri desteklemenin önemi. Bu bir ayrıntı değil, her türlü örgütlenme için merkez olmalı.
Aynı zamanda, seks işçileriyle de çalışıyorsunuz. İlk başladığınızda, özellikle feministler arasında, fahişelikle ilgili tartışmalar yaşandı mı ve sizin fahişeliğe karşı pozisyonunuz neydi? Ayrıca, seks işçilerinin kilise işgalinden bahsedebilir misiniz?
Selma James: Ben İngiliz Fahişeler Kolektifi’nin ilk sözcüsüydüm. Ayrıca bir de Ev İçi Emeğin Ücretlendirilmesi Kampanyası vardı. Kadınlar için kamusal alanda konuştum ve öncesinde, doğru şeyleri söyleyebilmek için beni eğittiler. Kadınların fahişeliğe yönelik, fahişeler için yaptıkları ilk şey, fahişeliği yüceltmediğimizi, fakat eğer kadınlar yaşamlarını devam ettirebilmek için bu yolu buldularsa, kendilerini ortaya koyduklarında hepimizin onları desteklemesi gerektiğini açıkça ifade etmekti. Daha önce ise, çalışmayan ve haksızca tutuklanmış kadınların suçsuz kabul edilmelerini sağlamak için, hukuki hizmeti hedefledik.
“Suçsuzsan, suçu reddet!” dediğimizde, bir ayaklanma başlattığımızı sanırsınız. Polis, mahkemeler ve avukatlar çok öfkelenmişlerdi fakat bazı avukatları, kadın suçsuz olduğunda kadına suçu kabul etmesini söyledikleri ve hiçbir kadını savunmadıkları için onları daha önce hiç bilmedikleri kanunlar hakkında eğittik. Bu o kadar başarılı olmuştu ki, kadın merkezindeki her kadına eziyet etmeye başladılar ve biz o kadar çaresiz bir durumda hissettik ki, bir kiliseye girdik; on iki gün boyunca, çocuklarımızla birlikte kilisedeydik. Ulusal bir ünümüz oldu. Kilisenin kapılarından bakarsanız, bir köşede bekleyen polisi, diğer köşede ise kadın tüccarlarını görebilirdiniz. Bu ikisi çok iyi anlaşıyordu. Medya ve halkı on iki günde eğitmeyi başardık. On iki günde, bizimle birçok röportaj yaptılar. Kiliseden kadınlar gündüz çıkıp konuşuyor ve tekrar geri geliyorlardı. İnanılmaz bir deneyimdi. Bebekler vardı, Londra’nın her yerinden, aslında İngiltere’nin her yerinden bizi görmek için gelen kadınlar vardı.
Daha sonra ne olduğuysa, kötü fahişelerin de aslında kadın olduğunu görmelerini sağlamak için halkı eğitmeye başladık. Birkaç yıl once, fahişe beş kadının öldürülmesini basının “Beş fahişe öldürüldü.” şeklinde lanse etmesi üzerine halkın öfkelendiğini gördüğümde, özellikle memnun olmuştum. “Beş fahişeyle ne kastediyorsunuz?” diye sordular. Beş kadın öldürüldü. Fahişeydiler, ama öncelikle kadındılar ve bu yaşandığında yıl 1982’ydi –kilise işgalinden neredeyse on üç yıl sonra- ve kilise işgalinin gerçekten başarı kazandığını görmüştük.
Nina Lopez: Toplumsal görüşün ne kadar değiştiğine başka bir örnek olarak, hükümetin seks işçilerine karşı yeni kanunları onaylamasını ve toplumun büyük bir kısmının fahişeliğin tanınmasını desteklemesini verebilirim. Bu, 1975 yılında kampanyaya ilk başladığımızda, söz konusu olamayacak bir şeydi. Fahişelikle ilgili her tartışmada, ilk şey her zaman fahişeliğin ne kadar alçaltıcı olduğu, nasıl şöyle olduğu, nasıl böyle olduğu ve kadınların bunu nasıl yapabildikleriydi. Yani, tartışma tamamen yön değiştirdi. Yakın bir zamanda Kraliyet Hemşirelik Koleji (The Royal College of Nurses) yıllık kongresinde, kadınların fahişe olarak çalışmaları ve kriminalize olmamaları için oylama yaptı. % 93 kabul etti! Biliyorsunuz ki, hemşirelerin, fahişelerle ilişkili olarak böyle bir tavır almaları çok şaşırtıcı. İnsanların ne düşündüğü ve istediğiyle hükümetin eylemleri arasında inanılmaz büyük bir uçurum var. Ne yazık ki, şu anda insanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar, fakat enerjilerini durumu değiştirebilecek başka bir taban hareketi inşa etmek için kullanan insanlar çaba harcıyorlar. Fakat insanların, fahişelik, tecavüz ve bekâr annelerin durumuyla ilgili düşünceleri ilişkili olarak oldukça değişti. Şu anda insanlara çocuklarından ayrılmış bekâr annelerin çocuklarına geri gidebilmeleri hakkında ne düşündüklerini sorarsanız, toplumun büyük bir çoğunluğu “evet” diyecektir.