Eren Keskin’le Anayasa Değişiklikleri ve Toplumsal Muhalefet Üzerine

Söyleşiyi Yapan: Esra Aşan / Temmuz 2010

12 Eylül’de referanduma sunulacak olan Anayasa paketinde önerilen değişiklileri inceleme imkânınız oldu mu? Anayasa değişiklikleri kamuoyunda savunanlar ve reddedenler arasında kutuplaşmaya varan bir tartışma yarattı. Bu tartışmalara ilişkin görüşlerinizi alabilir miyiz?

Eren Keskin: Her şeyden önce şu anda Türkiye’de yerleşik olan anayasa 12 Eylül darbecilerinin yapmış oldukları bir anayasa. Biz de insan hakları savunucuları olarak çok uzun yılladır demokratik sivil bir anayasaya ihtiyaç olduğunu dile getiriyoruz. Bence böyle bir anayasanın yapılabilmesi için toplumda gerçek anlamda bir talebin olması gerekiyor. Yeni ve sivil bir anayasa demek demokratikleşme ve sivilleşme talebinin de varolması demek. Ama yaşadığımız coğrafyada bu yönde yeterli bir talebin olduğunu düşünmüyorum. Ordu ve AK Parti arasında temel noktalarda bir çelişki olduğunu düşünmüyorum; ama iktidarı kullanma konusunda çelişkileri var. Tüm tartışmalar bu çelişki içine hapsedilmiş durumda. Ya siz CHP, MHP gibi ordudan yanasınız ya da Ak Parti’den yanasınız gibi bir algı oluşuyor. Ben bunun son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. Tekrarlıyorum AK Parti ile ordu, arasındaki çelişkinin gerçek ve temel bir çelişki olduğunu düşünmüyorum. Onlar Kürdistan’ı bombalarken gayet güzel anlaşıyorlar. Ermeni Soykırımı’nı reddederken gayet güzel anlaşıyorlar.  Kadın politikalarında gayet güzel anlaşıyorlar ya da vicdani red hakkı konusunda gayet güzel anlaşıyorlar. O nedenle ben böyle bir çekişmenin içinde kendimi görmüyorum. Aradan demokratik sivil başka bir sesinin, üçüncü ses denilen bir sesin çıkması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de bana göre temel mesele militarizm. Yasama yürütme yargı kurumlarının bütünüyle militarizme bağlı olduğu bir yerde askeri anayasanın bir maddesi bile değişecek olsa; bu bizim içimize hiç de sinmeyecek bir şekilde bile olsa ben “evet” derim. Bu nedenle “Yetmez Ama Evet Kampanyası”na ben de adımı yazdırdım. Çünkü “Hayır” demek bir anlamda 12 Eylül Anayasası’na “Evet” demek. Hangi nedenle “Hayır” diyorsanız deyin 12 Eylül Anayasası’na “Evet” demektir. Burada sorgulanması gereken bence Türkiye’deki demokratik kesimler. Türkiye’de kendilerini demokrasi tarafında tanımlayan güçler gerçek anlamda bir demokratikleşme ve sivilleşme talebi yükseltemediler. Bunun sorgulanması gerekiyor.

Kamuoyunda ağırlıklı olarak HSYK yapısındaki ve yargı alanındaki değişiklikler tartışılıyor. İlgili maddelerde önerilen değişiklileri nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu anayasaya karşı çıkan Kemalist ve militarist çevrelerin yüksek yargıya ilişkin madde değişiklikleri nedeniyle anayasa değişikliğine karşı olduklarını düşünüyorum.  Son dönemde yaşanan tartışmalar yargının özellikle de yüksek yargının bütünüyle militarizme bağımlı olduğunu açıkça ortaya çıkardı. AK Parti bunu demokratikleşme için yapmıyor. AK Parti kaleleri biraz daha eline geçirmek için yapıyor. Ama burada yüksek yargıya küçük de olsa bir darbe vurulması benim için önemli. 15. Maddenin kaldırılması önemli. Gerçi bunun pratik bir anlamı kalmadı zaten zaman aşımına uğradı. Darbeciler yargılanmayacak. Bu tür suçlarda ben zaman aşımı kriterinin işlememesi gerektiğini düşünüyorum.

HSYK’nın başındaki kişiyle Genelkurmay başkanı arasında bana göre hiçbir fark yok. Genelkurmay başkanından farklı tek bir düşüncesi yoktur; olamaz tamamen onlara bağımlı çalışır. Bu değişiklik yeterli bir değişiklik mi? Deği; ama en azından bu yapıyı rahatsız ediyor. Kimin kimi atayacağıyla ilgilenmiyorum. Benim istediğim değişiklikler bunlar değil.  Benim için önemli olan bu değişikler yüksek yargının militarizme bağımlı yapısını bir şekilde etkileyecek mi etkilemeyecek mi? Etkileyeceğini düşünüyorum.

Nasıl etkileyecek?

Bir kere karar alma süreçlerinde bu kadar rahat davranamayacaklar. Mesela Cihaner Dosyasını ele alalım. Kişi olarak tutuksuz yargılanmanın esas olduğuna inanıyorum. Benim için Cihaner tutuklu tutuksuz yargılanmış bir önemi yok. Cihaner gibi militarizme bağlı savcıların olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yerel mahkemeler tutukluluğuna karar verirken Yargıtay bir anda dosya kendisine dahi gelmeden Cihaner’in tahliyesine karar verebiliyor.  Çünkü Yargıtay militarizme bağlı. Bu, başka bir dosyada olabilir mi? Bizim müvekkillerimiz var; gencecik çoçuklar, 3 yıldır tutuklu yargılanıyorlar. Tek bir somut delil yok haklarında. Mahkemeler o kadar taraflı davranıyorlar ki! Başkası için hak olmayan bir şeyi yüksek yargı kendi görüşündeki insanlar için hak olarak uygulayabiliyor.  Bu değişiklikle denetim daha fazla olacak ve bütün yapı onlardan oluşmayacak. Değişik görüşlerden insanlar olacak. Bu, en doğrusu değil belki ama onları rahatsız edecek. Önemli olan bu. Bu yapıda bir çatlak oluşturacak bile olsa benim için önemli. Büyük değişikliklerin olabileceği bir toplumsal yapıya sahip değiliz. Küçük çatlaklardan gidecek ne yazık ki. Gerçekçi bakmak gerektiğine inanıyorum. Devrim falan beklemesin kimse; olmayacak böyle şeyler.

Yapılacak olan değişikliklerin yürütmenin yargı üzerindeki etkisini güçlendireceği, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artıracağı ifade ediliyor.

Burada rahatsız eden şey Cumhurbaşkanı’nın Abdullah Gül oluşu. Eğer Necdet Sezer olsaydı kimse karşı çıkmayacaktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olduğu için Kemalist kesim militarist kesim bu değişikliğe karşı çıkıyor. Nedeni şu: İslamcılarla dolduracaklar, kalelerini güçlendiriyorlar. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, yarın bir darbe olabilir; Çevik Bir ya da İlker Başbuğ Cumhurbaşkanı bile olabilir. Buna karşı çıkanların demokratikleşme ve sivilleşme için karşı çıktıklarına inanmıyorum. Gerçekten yargı bağımsız olsa, yargı kendi içindeki atamaları kendi yapsa hiçbir bakanlık, Cumhurbaşkanı karışmasa. Yargının kendisi bütünüyle bağımlı. Cumhurbaşkanını yetkilerinin artırılması evet demokratik değil ama şu anda varolan işleyiş de demokratik değil.

Bu noktalar üzerinden “Evet” diyeceksiniz.

Bu gibi noktalardan bakarak ben referandumda “Evet” diyeceğim. İçeriğini beğendiğim için değil. Tabii ki AK Parti’nin hazırladığı bir anayasanın içimize sinmesi mümkün değil. Türkiye’de yerleşik tüm etnik, dinsel kimliklerin ve tüm cinsel kimliklerin tanımlandığı bir anayasanın olması gerekiyor. Bu coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Keldanilerin, Çerkezlerin, Süryanilerin, Alevilerin ve Ezidilerin birlikte yaşadığını, herkesin eşit haklara sahip olduğu, kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın kaldırılacağı, eşcinsellerin, farklı cinsel kimliklerin anayasal düzeyde tanınacağı, her kesimin eşit haklara sahip olduğu bir anayasa; sivil ve demokratik bir anayasa olur.  Bu anayasa değişikliklerinde bunlar yok. Sadece militaristleri rahatsız eden yönleri nedeniyle ve 12 Eylül Anayasası’nın bir şekilde darbe alması nedeniyle ben “Evet” demek gerektiğini düşünüyorum.  Belki bundan sonra daha önemli tartışmalar yapılır. Daha demokratik bir anayasa için önümüz açılır diye “Evet” diyeceğim.  Yoksa “Hayır” demek için çok neden var; ama bana göre “Hayır” 12 Eylül Anayasası’na “Evet” demek anlamına gelecek.

Diğer değişiklik önerilen maddelere bakacaksak… Eşitlik maddesinde kadın erkek eşitliğinin sağlanması için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağı ibaresi eklenmiş.

Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, CEDAW, kadın ve erkek arasındaki tüm ayrımcılıkların ortadan kaldırılması için gereken tedbirlerin alınmasını söyler. Türkiye bunun altına imza atmış zaten. Bu, anayasanın üstünde bir metin. Anayasa yetersiz demek yerine bunun uygulanmasını zorlamak önemli. Altında Türkiye’nin imzası var; bunu yapmak zorunda. Kadınlar bu konuda baskı gücü oluşturmaya çalışıyor. Bu, kadın örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin yapacağı çalışmalarla geliştirilebilecek bir süreç bence.

Çocuklarla ilgili düzenlemede “Her çocuk yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.” ibaresi ekleniyor.

Evet, bu gibi maddeler Avrupa ülkelerinin anayasalarında da var. Çocuğun şiddet görmesi halinde devlet çocuğu alabiliyor. Örneğin Almanya’da çocuğun şiddet görmesi halinde devlet hemen el koyuyor ve çocuğu şiddet gördüğü aileden alıyor. Bu yanıyla baktığımda iyi bir uygulama; ama bizim gibi toplumlarda ters sonuçlar da doğurabilir.  Çocuk esirgeme kurumlarının, çocuk yurtlarının yapılarına baktığımızda aynı şiddetin orada da egemen olduğunu görebiliyoruz. Bu genel bakış açısının değişmesiyle ilgili olabilecek bir şey. Avrupa’da belki aldıkları yurtlarda çocuklara gerçekten iyi bakacaklarına güvenebilirsin.  Ama burada böyle bir şey yok.

Çocukların yüksek yararı kelimesi farklı yorumlara açık. TMK mağduru çocuklar üzerinden düşündüğümüzde bu, çocukları terör örgütünden korumak amacıyla “teröre bulaşmamak çocukların yüksek yararınadır” diyerek çocukları ailelerinden almanın yolunu açılabilir.

İktidarı kim elinde tutuyorsa normal olanı o belirliyor. Çocuklar için normal olan nedir? Teröre bulaşmasın, kimse tarafından kullanılmasın gibi nedenlerle çocukları ailelerinden alabilirler. O nedenle bu tür kavramlar çok tehlikeli. Hiç olmaması gereken kavramlar. Mesela genel ahlak dediğimiz bu militer ve feodal ahlak anlayışı topluma yerleşmiş durumda. Hala kızlarını sokağa bırakmayan aileler çoğunlukta bu coğrafyada. Biz hep devletin bölünmez bütünlüğü, milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gibi kavramlardan çektik. Yüksek yarar da böyle bir kavram. Kim iktidarsa içini o dolduracak. Bunların çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

İş yaşamıyla ilgili düzenlemeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Memurlara toplu sözleşme hakkı getiriliyor. Toplu sözleşme hakkının yeterli olmadığı grev hakkı verilmediği için bu maddenin eksik olduğu ifade ediliyor.

Evet eksik; ama olumlu kullanılırsa biraz daha kapı açıyor iş alanındaki mücadeleye. Yeterli demiyorum ama bu tür kavramların bile girmesi, tartışılması önemli şeylerdir. İşçiler ve memurların taleplerini ne? Bunlar için sokaklara mı çıkıyor sendikalar, işçiler ve memurlar? Çıksınlar bakalım. Oluyor mu olmuyor mu? Eğer işçi sınıfı bir gün gerçek anlamda genel grev yapsa bu ülkede savaş da biter. “Savaşa Hayır” diye 1 milyon insan yürüyor mu? Biz sadece konuşuyoruz ama yapmıyoruz.

82 Anayasası daha önce de pek çok değişikliğe uğradı. Diğer değişiklikler bu şekilde tartışılmadı ve halk oylamasına da sunulmadı.

Az önce de belirttiğim gibi bu bence, tamamen AK Parti ve ordu arasındaki iktidar savaşı nedeniyle geliştirilen bir durum. Ergenekon davasıyla da bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Bize göre hiç de sistem karşıtı olmayan ama sistem içinde görünürde bir kavga var. Bu kavga etrafından herkes kendisini güçlendirmeye çalışıyor. Kemalist çevreler, militarist çevreler bir tarafta AK Parti diğer tarafta. Daha önce bu kavga bu kadar yüksek sesle yapılmıyordu. Tabii ki bunda uluslararası durumun, uluslararası emperyal güçlerin politikalarının farklılaşmasının da bir etkisi var.

Ergenekon davasının sistem içindeki bu sönük kapışmayı tetiklediğini düşünüyorum. Bugüne kadar hiç dokunulacağını düşünmeyeceğimiz kesimlere dokunuluyor. Üst düzey rütbeli subaylar hapse girebiliyor. Sonunda bir şey çıkacağına ben kesinlikle inanmıyorum ama en azından bir tartışma başladı Türkiye’de. Bütün gelişmelerin bu tartışmalar etrafında döndüğünü düşünüyorum.

Sol bu tartışmaların neresinde duruyor?

Bana göre Türkiye’de kendilerini muhalefet kesiminde tanımlayanlar resmi ideolojiden yeterli kopuşu sağlamış olsalar bu süreç değişim için çok uygun. Biz güçlü olmadığımız için aslında çok fazla değişim yok. Birçok şeyi dile getirmek gerçek bir sivil anayasa talebiyle ortaya çıkmak için uygun bir zemin var ama bir arada iş yapamıyoruz. Solun büyük bir kısmının da son derece militer ve statükocu olduğunu düşünüyorum. Gerçekten sivilleşme ve demokratikleşme isteyen çok küçük bir kesim var. Onların da sesi çok cılız çıkıyor o nedenle de “Yetmez Ama Evet” demek durumunda kalınıyor.

Bahsettiğiniz üçüncü yolun önemli olduğunu düşünüyorum. Hükümetin anayasa yapma sürecini, seçkin bir kesime anayasa hazırlatıp ya da değişecek maddeleri kendine göre belirleyip, kamuoyunun görüşüne sunup kısa sürede yanıt istemesini eleştiriyoruz. Anayasanın yapım biçimini eleştiriyorsak bir alternatif oluşturmamız gerekiyor. Kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalışan bir hükümet neden ezilenlerden yana bir anayasa yapma ihtiyacı duysun? Üzerlerinde çok büyük bir baskı hissedecekler ki bu değişiklileri yapabilmek zorunda kalsınlar.

Ben de böyle düşünüyorum. Biz bu yönde bir baskı yapamıyoruz. Taleplerimizi yeterince dile getiremiyoruz. Öyle olunca da böyle küçük küçük değişiklikler oluyor.  Esas sorgulanması gereken muhalefet. Biz bunu yaratamadık.

Nasıl bir yol izlenebilir?

Türkiye’nin çok temel bir problemi var, çok totaliter bir devlet yapısı var. Kitleler de devlete benziyor, devlet gibi düşünüyor. Devlet gibi düşünmeyenler o kadar azınlık ki bu gerçeği kabul etmek gerekiyor. Toplumda inanılmaz bir ordu hayranlığı var. Kürt meselesine, kadın meselesine, eşcinselliğe bakışta bir çelişki yok aralarında. O kadar geri ve statükocu bir toplum var ki böyle olduğu sürece de çok zor. Türkiye’de demokratikleşme ve sivilleşmenin çok uzun zamana yayılacağını düşünüyorum. Resmi politika, resmi tarih çocukluktan başlayarak insanların kafalarını yalanlarla dolduruyor. Bu coğrafyada yaşayan insanların % 95’inin bildiği her şey yanlış. Şimdi bu kolay kolay değişmez. Bırakın kitabı gazete okumayan bir toplum var. Merakı yok. Ne verilirse onu alıyor. Özellikle de kadınlar ve gençler dizilere endeksli yaşıyor. Değişim o kadar zor ki çok uzun erimli bir mücadele gerekiyor. İşin daha çok başındayız diye düşünüyorum.

Gerçekten sivil ve demokratik bir anayasa talebi varsa bu demokratikleşme ve sivilleşme talebidir aslında. Yüksek sesle dile getirilse ciddiye almak zorunda kalırlar. İtalya’da Gladio’ya karşı 1 milyon insanın yürüdüğü gibi burada da “tüm kimliklerin temsil edildiği demokratik sivil bir anayasa istiyoruz” diyerek 1 milyon kişi yürüsün bakalım ne oluyor? Biz bunu yapamadığımız sürece böyle olacak. Yetersiz olacak ama buna “Hayır” demek de bir çözüm değil.

Başında da söyledim burada sorgulanması gereken iktidardakiler değil muhalefet. Muhalefetin böyle bir talebinin olmaması temel mesele. Muhalefet kim Türkiye’de onu düşünelim. CHP mi muhalefet? Değil. CHP sistemin temel belirleyen partisi. MHP mi? Peki Solcular mı? Sol dediğimiz kesim öyle geniş bir yelpaze ki. Bunların büyük bir kesimiyle demokratik anayasa taleplerinde bile anlaşamazsın.  Vicdani red hakkının, feministlerin dile getirdiği hakların, pozitif ayrımcılığın bunların solun büyük bir bölümü tarafından da destekleneceğine inanmıyorum.  Oysa benim için en temel talepler bunlar. Sol da resmi politikayla çok biçimlenmiş bunu aşamadığımız sürece AK Parti gibi partilerin yaptığı değişikliklere “Evet” demek zorunda kalacağız.

Geçen sene bu dönemde Kürt açılımını tartışıyorduk. Bugün savaş koşulları yeniden başladı. Şimdi anayasa değişiklikleri ve referandum gündemimiz. Kürtler bu sürecin neresinde duruyor?

Öncelikle, Türkiye’nin Kürt sorununa yönelik politikasının Cumhuriyet öncesinden bu yana hiç değişmediğini düşünüyorum. Hiçbir zaman Kürtlerin temsilcilerini gerçek temsilciler olarak kabul etmemişler. Hep kendilerinin istediği kadar çözmeye çalışmışlar. O da zaten çözümsüzlük olmuş. Bugün durumu çok açık ortaya koymak gerekiyor. Bugün yaşadığımız savaş ortamında temel mesele bence şu: Kürt sorununun çözülmesini istiyoruz diyenler ikiye ayrılıyorlar. Bir kesim PKK’yi yok sayarak gelecek bir çözüm istiyor. Ordu her gelen asker cenazesiyle biraz daha güçleniyor. AK Parti, PKK’yi yok sayarak, birtakım kırıntılar verip Kürtleri kendi yanına çekmeye çalışarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bu, çözüm değil. Bir de “PKK’yi yok sayarak çözüm olmaz” diyen kesim var. Ben de böyle düşünüyorum. Bugün geldiğimiz noktada Kürt sorununda tartışılması gereken temel mesele bu.

 “Kürt sorunu PKK yok sayılarak çözülmez” diyen Kürtler ve sayıları çok az olan demokrat ve sivil insanlar zayıf kalıyorlar. Durumu çok açık ortaya koymak gerekiyor. PKK’nin tarzını beğenmeyebilirsiniz, silahlı mücadeleyi savunmayabilirsiniz. Ama PKK’yi yok sayarak bir çözüm olmayacak. Kimler savaşıyorsa onlar konuşacaklar. Bu olmadığı sürece de çözümsüzlük politikaları devam ediyor.  Bu süreçte ordu güçleniyor. Kimse şu yönden bakmıyor: Bir savaş ortamında, operasyonlar sürüyorsa, insanların tepesine bomba yağıyorsa karşı taraf da yanıt verecek. Bu iyi mi oluyor kötü mü oluyor ayrı bir tartışma. Ama sen savaşa zorluyorsan o da savaşmaya devam ediyor. O nedenle “Siz operasyonları durdurun, siz de silahları susturun” diyen sesin çok yükselmesi gerekiyor.  Bu son derece eksik. PKK’yi ortaya çıkaran nedenler ortadan kalkmadığı sürece PKK ortadan kalmaz. PKKlileri sayısal olarak bombalarla yok etseniz de yeni gençler dağa giderler.

 Kürdistan’a gitmeden bu durumu anlamak çok kolay değil. Biz, insan hakları alanında çalışanlar bu savaşın en acı olaylarına tanık olduk. Türk tarafının, askerlerin, ailelerinin acıları var. Diğer tarafta acı olmayan bir ev yok, aile yok. Bunların görülmesi gerekiyor. Bizim gözümüzün önünde köyler yakıldı, insanlar öldürüldü, arkadaşlarımızın otopsilerine girmek zorunda kaldık. Kendimiz bir sürü şey yaşadık. Daha önce pek çok yerde bu olayı anlatmıştım. Gözümüzün önünde bir köy yakılmıştı. O köyde yatalak bir kadın dumandan boğularak öldü. Taziye evine gittiğimde şunu düşünmüştüm: Eğer o kadın benim anneannem olsaydı ben dağda olurdum. Böyle çıkıyor insanlar dağa. Ben kendi adıma sorunun silahla çözülmeyeceğini düşünüyorum. Ama her yeni bir eve gittiğinizde dağdan başka çözüm olmadığını düşündürten olaylarla karşılaşıyoruz. Bu konu açıkça tartışılmadıkça da çözüm olmaz. PKKlilerin de insan olduğunu, ailelerinin ve kendilerinin çektikleri acılar sonucunda dağa gittiklerini anlamaya başladığımız anda bu sorun çözülecek.

Türkiye’de acılar yarıştırılıyor. Bir tarafın acıları görülüyor, televizyonlarda sunuluyor ve bunun üzerinden tepkiler örgütleniyor. Ama bir tarafın da acıları görülmüyor. Acıları görülmeyenler de “beni gör” diyor. Biz böyle bakmadığımız, Kürt halkının acılarını görmediğimiz sürece bu sorun çözülmeyecek.

Son KCK operasyonlarıyla Kürt hareketinin siyasal alanda da önünün kesilmeye çalışıldığını görebiliyoruz. Ama toplumsal muhalefetin bugünkü koşullarında barış ve demokrasi hareketi gelişecekse bunun da Kürt Hareketi tarafından geliştirilebileceğini düşünüyorum. Kürt Hareketi’nin bu alanda yaptığı çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yeterli değil tabii ki ama bu yetersizliğin altında onların kişisel yetersizlikleri yatmıyor. BDP bir kıstırılmışlık içinde. BDP’yi rahatlatacak Türkiye’den bir kesimin çıkması gerekiyor. BDP’nin yetersizliklerini eleştirmekten çok BDP’ye yol yapacak çalışmaların yapılması gerekiyor. Bunu da Kürtlerin değil, Türk kesiminin, Türk demokratlarının yapması gerektiğini düşünüyorum. Ama Türkiye’de solun gücünü ve etki alanını da biliyoruz. Seçimlerde sol grupların oy oranı bile %5’e varmıyor. Söylediklerinize katılıyorum. Kürt Hareketi, barış ve demokrasi mücadelesinin motor gücü olabilmeli.

BDP’nin ayrıca bütün Kürt kesimlerini içine alabilmesi gerektiğini düşünüyorum. BDP’nin Türkiye partisi olması kolay değil. Türkiye’deki demokrat kesimlerle iş yapabilirler ama herkesi kapsamak çok zordur. Kürt halkının daha geniş kesimlerini kapsayan bir parti olması gerektiğini ben de düşünüyorum. HADEP güzel bir çıkış yapmış ve geniş Kürt çevrelerini kapsayabilmişti. Birçok Kürt partisi var şu anda; keşke hepsi bir çatı altında toplanıp ortak talepler dile getirebilse.

Dediğim gibi, bu sorunu bu yaklaşımıyla AK Parti çözemez. Aynı noktaya geliyorum. Bahsettiğimiz üçüncü yol güçlenirse, demokratikleşme, sivilleşme ve barış isteyen üçüncü bir güç ortaya çıkarsa ve bunlar yüksek sesle dillendirilirse çözülür. Umutsuz da olmamak lazım. Bundan 10 yıl önce hiç tartışılmayan şeyler bugün tartışılıyor.