“Jin, Jiyan, Azadî”
Kadına yönelik şiddet, kadınla erkek arasındaki eşitsiz ilişkilerin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor ve önlenebilecek bir suç olduğu hâlde dünyada ve Türkiye’de artarak devam ediyor.
Türkiye’de kadına yönelik şiddet, genellikle ekonomik, psikolojik, kültürel ya da eğitimle ilgili bir sorun olarak görülürken çoğu zaman bireysel ya da bölgesel bir meseleye indirgeniyor. Şüphesiz ki ekonomik, kültürel, psikolojik ve eğitimle ilgili faktörlerin kadına yönelik şiddet üzerinde etkisi vardır. Ancak baskı ve sömürü ilişkilerini kuran ataerkil sistemi ve kadınla erkek arasındaki eşitsiz ilişkileri hedef almadan şiddeti sona erdirmek de mümkün değildir.
Siyasi iktidar ise şiddeti, aileyi güçlendirerek sona erdirebileceğini düşünüyor. Ülkemizde kadını sadece aile içinde tanımlama ve aile üzerinden kabul etme politikaları uzun yıllardır uygulanıyor. İktidar, aileyi güçlendirmek amacıyla kadına şiddetle mücadeleyi gündemine alsa da güçlü ailelerden ziyade giderek suça bulaşan aileler daha fazla karşımıza çıkıyor. Ve çoğu zaman aile kalkan hâline getirilerek bu suçların üstü örtülmeye çalışılıyor.
Kadınlar, ataerkil ailenin ve erkeklerin çizdiği sınırlar içinde kalmaya ikna olmadıklarında, kendi kararlarını vermek ve hayatlarına yol çizmek istediklerinde şiddet mekaniği devreye giriyor. Erkekler, kendilerine itaatsizlik ettiği için kadınlara şiddet uygulamayı kendinde hak görüyor ve çeşitli bahanelerle kadınları öldürmeye devam ediyor. Bu suçları bu kadar rahat bir şekilde işleyebilmelerinin bir nedeni de ceza almayacaklarını bilmeleri. Çünkü kadınlara karşı ağır suçlar işlemiş pek çok erkek haksız tahrik, iyi hâl indirimi ya da delil yetersizliği gibi gerekçelerle serbest bırakılıyor. Bu durum kadına şiddeti cezai olarak önemsizleştirirken benzer suçları işleme potansiyeli olan pek çok erkeğe de cesaret veriyor.
Erkeğin kadına uyguladığı şiddetin meşru görülmesi ve doğal kabul edilmesi ancak toplumda infial yaratan olaylar yaşandığında sorgulanmaya başlanıyor. Tıpkı kamusal alanda vahşice öldürüldüğüne şahit olduğumuz İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil cinayetlerinde olduğu gibi. Şiddet öncelenebilecek bir suç olduğu hâlde şiddeti önleyecek politikaların hayata geçirilmemesi de bu suçları teşvik ediyor. “Gülistan Doku’ya ne oldu?” sorusuna yanıt verilmiş olsa Rojin Kabaiş bugün belki de hayatta olacaktı.
Şiddet ikliminin toplumun pek çok alanında giderek yaygınlaştığı ve normalleştiği bir dönemden geçiyoruz. Sokak hayvanlarının katline izin veren yasalar meclisten geçerken hayvanlara yönelik şiddet olaylarında artış ve katliamlar yaşandı. Çocuklara, bebeklere yönelik şiddet inanılmaz biçimler aldı. Aile içinden işlendiği kesin olan cinayete tüm köyün sessiz kaldığı Narin Güran, bir mezarlıkta ölü bulunan Şirin Elmas Hanilçi, ve cinsel istismara uğradığı için hayatını kaybeden iki yaşındaki Sıla Yeniçeri şiddet sonucu hayatını kaybeden çocukların, bebeklerin sadece birkaçı. Yeni doğan bebekleri hasta ederek ya da öldürerek para kazanmaya çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının yıllardır bu işleri rahatlıkla yapabildikleri ortaya çıktı. Bu olayların hiçbiri toplumdaki şiddet ikliminden ve cezasızlık politikalarından bağımsız değerlendirilebilecek, münferit örnekler değil.
Hem toplumsal hayattaki hem de hukuki alandaki kazanımları ellerinden alınmaya çalışılarak kadınlar ataerkiye bağımlı hâle getirilmek isteniyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra şiddeti önlemekle yükümlü 6284 Sayılı Kanun’u hedef almak; anayasal hakkı olduğu hâlde kadının kendi soyadını kullanmaması için seferber olmak; kadının eğitim, çalışma hayatında karşısına pek çok engel çıkarmak; nafakasına göz dikip çocuğunun velayetini alarak boşanmasını engellemek… Bunlar kadına yönelik suçları önlemek yerine iktidarın son yıllarda öne çıkardığı politikalardan sadece birkaçı. Yaygınlaşan şiddet karşısında kadınları savunmasız bırakarak yalnızlaştıran, aileye ve erkeklere bağımlı kılan ataerkil politikalara en büyük yanıt; kadınların birbirine sahip çıkması ve örgütlü mücadelesidir. 25 Kasım eylemleri de kadınların şiddetsiz bir toplum taleplerini dile getirdiği, örgütlü gücünü gösterdiği alanların başında geliyor. Yıllardır ya yasaklanan ya da yaptırılmak istenmeyen bu eylemlere bu sene son derece absürt bir yasak daha geldi. Kürt kadınların başlattığı, İran’da Jîna Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından tüm dünyada yayılan “Jin, Jiyan, Azadî” sloganı bu sene Türkiye’de yasaklandı.
Feminist Kadın Çevresi olarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde mücadeleyi ve dayanışmayı büyüten tüm kadınları “Jin, Jiyan, Azadî” diyerek selamlıyoruz.