Arjin Eser
İlayda Habip
Öykü Eke
Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün bülteni olan BÜ’de Kadın Gündemi’nin 2019 Güz sayısında yayınlanmıştır.
2019[1] yaz döneminde Nikki van der Gaag’ın Feminizm adlı kitabını okuduğumuz altı haftalık bir çalışma yaptık. Kitabı okumaya başlamadan önce dünyadaki güncel feminist tartışmalardan haberdar olmak ve çeşitli coğrafyalardaki feministlerin ele aldığı konuları araştırmak temel motivasyonumuzdu. Bu doğrultuda, çalışma boyunca, çeşitli toplumsal hareketler tarafından daha çok sahiplenilen ve farklı toplumsal kesimlerin hak mücadelelerini de ajandasına ekleyen feminizmin dünyadaki yansımalarını tartışma fırsatı bulduk.
Nikki van der Gaag toplumsal cinsiyet ve kalkınma alanında çalışmalar yürüten bağımsız bir araştırmacı. Nikki van der Gaag cinsiyet eşitliği meselesine odaklanırken kadınların hayatını köklü bir şekilde değiştiren feminizmin erkekler için de özgürleştirici olacağını savunuyor. Yazarın, Feminizm ve Erkekler adlı kitabı daha önce Aram Yayınları’ndan Türkçeye çevrilmişti. Feminizm: Dünyanın Neden Bu Kelimeye Hâlâ İhtiyacı Var? kitabı ise 2018 yılında Sel Yayıncılık’tan çıktı. Adından da anlaşılacağı gibi yazar bu kitabında bugün dünyanın neden hâlâ feminizme ihtiyacı olduğunu sorguluyor. Kitap, yakın tarihli bir yayın olması nedeniyle oldukça güncel meselelere eğiliyor ve sadece Batı dünyasındaki değil farklı coğrafyalardaki feminist tartışmalara yer veriyor.
Batı dünyasında feminizm, kadın hakları alanında pek çok kazanım elde etse de feminist mücadelenin bitmiş olduğundan söz etmek mümkün değil. Türkiye’de de olduğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde kadınlar elde etmiş oldukları hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bugün de kadınlar çeşitli ayrımcılık sistemlerine ekleniyor ve onların uygulayıcısı olabiliyor, bugün de hâlâ pek çok kadın kendilerini bölen eşitsizliklere karşı bir araya geliyor ve kazanılmış haklarına yapılan saldırılara karşı mücadele ediyor. Batılı kadınların elde ettiği pek çok hak Afrikalı, Asyalı kadınlar, Arap coğrafyasındaki kadınlar içinse hâlâ temel mücadele konuları arasında yer alıyor. Feminizm kitabı bugünün dünyasında feminizmin ve feminist olmanın ne anlama geldiğini tartışırken dünyanın pek çok yerinden feminist kampanyalardan örneklere yer veriyor, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından hazırlanan toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli istatistiki veriler doğrultusunda tüm zaferleri ve yenilgileriyle canlı bir feminizm sunuyor okurlara.
Feminizm, Adil Olmayan Bir Dünyaya Tepki
Nikki van der Gaag için feminizm adil olmayan bu dünyaya karşı verilen bir tepki. Ve daha iyi bir dünya kurmak için feministlerin daha önceki dönemlerde olduğu gibi bugün de biraz sorun çıkarmaları gerekiyor. Kadınlar adil olmayan bu dünyanın kendilerini sıkıştırdığı edilgen pozisyonu kırarak kendi hayatlarına sahip çıkmak ve adil bir dünyaya giden yolun öznesi olmak için dünya çapında feminist mücadeleyi örgütlüyorlar. Kadınlar kendi coğrafyalarındaki özgün gündemlerinin yanı sıra feminizme sahip çıkarak beyaz, orta sınıf ve batı merkezli bir feminizm anlayışını yıkmaya ve daha çeşitli ve tartışmacı bir feminizmi kurmaya çabalıyorlar.
Bugün sahip olduğumuz haklar bizlere bahşedilmedi. Kadınlar, haklarını uzun soluklu mücadeleler sonunda kazandı. Bu haklar çoğu zaman feminizme referans yapılmadan ele alınabiliyor. Nikki van der Gaag, feminist hareketin hakkını teslim ederek bugüne kadar hareketin neler başardığını ele alıyor. Bugün dünyanın pek çok ülkesinde elli yıl öncesine göre kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda çok daha ileride olduğumuzu söylemek mümkün. Kadınların kamusal yaşama artan katılımının yanı sıra toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik hukuki kazanımlar, istihdamda artan kadın oranı, kız çocuklarının eğitime erişimlerinin artması ve Vatikan dışındaki tüm ülkelerde kadınların oy hakkına sahip olmaları feminist hareketin önemli kazanımları arasında yer alıyor. Bu kazanımlar “hayır”ı cevap olarak kabul etmeyen, bedelini hayatlarıyla ödeyen kadınların feminist bir toplum kurmak için “çıkardıkları sorunlar” sayesinde gerçekleşti. Yine de tüm bu kazanımlardan söz ederken kadınların özel ve kamusal alanda çok çeşitli ayrımcılıklara ve cinsiyetçiliğe maruz bırakılmalarının devam etmesi, feminist mücadelenin hâlâ acil bir ihtiyaç olduğu gerçeğini gözler önüne sunuyor. Yazar, kadınların kazanımlarının da bugün dünya çapında tehlike altında olduğunu kitap boyunca vurguluyor. Kadınların sıkı ve güçlü bir mücadele göstererek elde ettikleri kazanımlar Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkede bugün birer birer hedef alınıyor.
Nikki van der Gaag’a göre dünya çapında yükselen sağ popülist iktidarların söylem ve politikaları, dini aşırılık, savaşlar, şiddet içeren çatışmalar, kapitalizm, iklim krizi kadınların hayatını ve kazanılmış haklarını olumsuz yönde etkiliyor. Yazar feminist bir gelecek için adil bir dünyanın önünde engel teşkil eden her sisteme karşı mücadele vermemiz gerektiğini kitapta sürekli hatırlatıyor. Böyle bir mücadeleyi örebilmek, kadınlar arasındaki dayanışmayı büyütebilmek için feministler olarak sahip olduğumuz imtiyaz ve ayrıcalıkları sürekli sorgulamamız gerekiyor. “Kadınlar yalnızca kadın oldukları için değil, aynı zamanda sınıflarından, ten renklerinden, cinsel yönelimlerinden veya sakatlıklarından dolayı da ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyorlar.” Kapitalizm, ırkçılık, milliyetçilik ve ikili cinsiyet sisteminin yarattığı ayrımcılık hem kadınların halihazırda maruz bırakıldığı ayrımcılıkları derinleştiriyor hem de bu ayrımcılıklara yeni boyutlar ekliyor. Bunun yanı sıra son zamanlarda Trans Exclusionary Radical Feminism (TERF) tartışmalarıyla öne çıkan trans dışlayıcı yaklaşım, kadınlığı biyolojik determinist bir bakış açısıyla tanımlıyor ve trans kadınları feminizmin dışında bırakıyor. Tam da bu noktada kesişimsel bir feminist perspektif kadınların diğer kimlikleri nedeniyle yaşadıkları ayrımcılıkları ifşa etmek için vazgeçilmez bir yerde duruyor. Feminizmin günümüz dünyasında tüm bu ayrımcılık biçimlerini gündemine alması, sadece insanlar arasında değil türler arasında da bütünlüklü bir yaşam kurabilmek açısından hayati bir önem taşıyor.
Kapitalizm, Çatışma, İklim Krizi ve Dini Muhafazakarlık
Nikki van der Gaag kadınları tehdit eden ataerkil düşünce ve davranışların altında yapısal eşitsizliklerin yattığını belirtir. Bu nedenle bireysel haklara odaklanmak yerine sistemik adaletsizliklere odaklanmamız gerektiğini savunur. Kapitalizm, savaş ve çatışmalar, muhafazakarlık, dini aşırılık ve iklim krizinin getirdiği tehditler eşitsizlikleri derinleştiriyor. Yazar, ataerkiyle yakından ilişkili olan bu dört küresel zorluğun feminizm ile ilişkisini ele almanın, feminist hareketin bugünkü duruşuna ve mücadele yöntemlerine dair önemli bir analiz sunacağını savunuyor.
Bugünün kapitalizmi feminizmi görmezden gelmiyor. Neoliberal pazarda feminizmi tüketimle ilişkilendirerek ele alıyor. Pek çok batılı ülkede feminizm popülerleşiyor. Nikki van der Gaag’ın belirttiği gibi feminizm tişörtten sabuna her şeyi satmak için kullanılıyor. Diziler, filmler, klipler feminist söylem ve taleplere yer veriyor. Bu durum hem insanların feminist düşünceyle karşılaşmasını kolaylaştırıyor hem de feminizm evcilleşiyor mu sorusunu sormamıza neden oluyor. Feminist söylemin bu kadar görünür olması feminizmin kitleselleşme potansiyelini ve bu konudaki kazanımlarını gösteriyor; ancak feminizmin popüler kültür içindeki temsili, radikal söylemlerini görünmez kılarak feminizmi yaşam tarzına indirgeme tehlikesini de beraberinde getiriyor. “Tişörtten sabuna her şeyi satmak için” kullanılan feminizm, toplumsal hiyerarşilerde radikal dönüşüm talep eden politik bir hareket olmaktan çıkıyor ve bir moda, bir etikete dönüştürülerek kapitalizm tarafından evcilleştiriliyor. Nikki van der Gaag, aynı zamanda, feminist söylemi reklam amaçlı kullanan şirketlerin Güney yarım küredeki ülkelerde kadınları haklarını gasp ederek, düşük ücret karşılığında uzun süreler çalıştırdıklarını hatırlatıyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bu şirketler tarafından nasıl sermaye kaynağına dönüştürüldüğünü vurguluyor.
İklim krizi nedeniyle dünyamız büyük bir tehdit altında. İklim krizi tartışmalarında “krizin hepimizi eşit etkileyeceği” sıklıkla kullanılan bir argüman. Oysa iklim krizi toplumda dezavantajlı konumda olan kesimleri, kadınları daha fazla etkiliyor. İklim krizini ayrımcılık sistemleriyle ilişkisi içinde ele almak kadınların karşılaştığı sorunları görünür kılıyor. Örneğin; yoksulluk ve ırkçılık kadınların sağlık, eğitim gibi hizmetlere erişiminin önünde engeller yaratıyor ve bu nedenle kadınlar “iklim değişikliğine hazırlanmak ve uyum sağlamak için erkeklerden çok daha az imkana ve kaynağa” ulaşabiliyorlar. Kadınlar yaşanan tsunami, sel gibi felaketlerde sırf yüzme bilmedikleri için ölebiliyor ya da çocuklarını korumaya çalışırken çok daha fazla zarar görebiliyorlar. Nikki van der Gaag, kadınların bu felaketlerin yükünü daha çok üstlendikleri hâlde ekolojik krize yönelik çözüm üretilen alanlardan dışlandıklarını; ancak kadınların yine de iklim krizine karşı mücadelede aktif rol aldıklarını söylüyor. Karar alma mekanizmalarına hem küresel hem yerel ölçekte tüm toplumsal kesimlerin eşit katılımının sağlanmasının kadınların deneyimlerinin de bu alanlarda tartışılmasının önünü açacağını ve demokratik yapıların kurulmasını sağlayacağını savunuyor.
Günümüzde savaşların yaşanma biçimi de değişiyor ve savaşlar daha çok sivil halkın yaşam alanlarında gerçekleşiyor. Savaşların yeni biçimi daha fazla insanın ölmesine neden oluyor ve bu durumdan en çok etkilenen kadınlar ve çocuklar oluyor. Zamanının çoğunu savaşın yeni hedefi olan yaşam alanlarında geçiren kadınlar ve çocuklar öldürülmenin yanı sıra “savaş silahı olarak kullanılan tecavüz ve cinsel şiddetin de başlıca kurbanları” olarak karşımıza çıkıyor. Nikki van der Gaag, savaşlar sırasında anne ve çocuk ölümlerinin, erken yaşta zorla evliliklerin, oğlan çocuklarının askere alınmasının, kadın ve çocuk kaçakçılığının ve partner şiddetinin arttığını vurguluyor. Savaşlar aynı zamanda pek çok insanın yerinden edilmesine de neden oluyor. Bu süreçte kadınlar hem yolculuklarında hem de göç ettikleri yeni yaşam alanlarında pek çok yeni zorlukla karşı karşıya kalabiliyor. Bunun yanı sıra yazar, kadınların yalnızca savaştan etkilenen edilgen bir pozisyonda olmadığını; savaşçı olarak da karşımıza çıkabildiklerini hatırlatıyor. Barışın tesis edilmesi sürecinde de “anahtar rol oynayan kadınların” çabaları onların özneliğini gözler önüne seriyor. Buna karşın kadınlar barış müzakerelerinde büyük ölçüde temsil edilmiyorlar.
Bugünün dünyasında karşımıza çıkan diğer küresel zorluk artan köktendincilik. Son on yılda şiddeti haklı göstermek ve kadın haklarına saldırmak için dinin daha fazla araçsallaştırılmasına ve aşırılık yanlısı köktendinci grupların yükselişine tanıklık ediyoruz. Ataerkil dinin yeniden canlanmasıyla tüm dünyada feminizm karşıtı tepki artıyor. Nikki van der Gaag, artan köktendinciliğin dinamikleri üzerine düşünürken bu dinamiklerin artan eşitsizliklerle ilişkisini kurmanın önemli olduğunu belirtiyor. Mülksüz ve haklarından mahrum bırakılmış kişiler bu dünyada bir yer bulmak veya öteki dünyadaki yerlerini garantilemek için dine yönelebiliyor. Köktendinci gruplar yoksul insanlara devletin sağlamadığı temel ihtiyaçlarını karşılamayı vadederek örgütlenebiliyorlar. Örneğin, Somali’de yapılan bir araştırmaya göre eşitsizlik sistemlerinin yarattığı aşağılanmışlık ve dışlanmışlık hissi, gençleri aşırılık yanlısı hareketlere veya şiddete başvuran gruplara katılmaya ve onları desteklemeye iten etmenler arasında yer alıyor. Artan eşitsizliğin beslediği köktendincilik “kadınlara yönelik şiddeti haklı göstermek, kadın haklarına saldırmak” için toplumda bir araç olarak işlevleniyor. Köktendinciliğin beslediği geleneksel yargılar aynı zamanda kadınların bedenleri üzerindeki denetimi, ataerkil ailenin denetimini, heteroseksüelliğin “normalliğinin” dayatılmasını ve genç kadınların eğitime erişiminin sınırlandırılmasını arttırarak kadınları ev içi alana sıkıştırıyor. Diğer yandan tüm bunların karşısında bu dinlere inanan kadınlar toplumsal cinsiyet eşitliğini içeren bir dinî anlayış için köktendinciliğe karşı da mücadele ediyorlar.
Nikki van der Gaag hayatımızı kuşatan bu küresel eşitsizliklerin ataerkiyle ilişkisini kurmanın ve bu eşitsizlikler karşısında toplumsal hareketlerin birlikte çalışmasının hayati önemde olduğunu vurguluyor.
Başarılı Bir Kadına Ket Vurabilirsiniz: İktidar, Politika ve İmtiyaz
Feminizm kitabında kadınların çalışma yaşamında karşılaştığı zorluklara dair bir bölüm ayrılıyor. Bugün kadınlar pek çok meslek dalında iş gücü piyasasına dahil oluyor. Son yıllarda üst kademelerde yer alan kadın yöneticilerin ve kadın liderlerin sayısı artıyor. Özellikle Kuzey ülkelerinde kadın istihdamının oldukça yüksek olması sebebiyle iş hayatında Kuzeyli kadınların feminizme artık ihtiyaçları kalmadığı söylemi de yayılıyor. Nikki van der Gaag, kadınlar iş gücüne katılsalar, kariyer sahibi olsalar da iş yaşamındaki ayrımcılıkların devam ettiğini belirtiyor. Özellikle kayıt dışı, düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışan tabanın kadınlar olduğu gerçeğinin hemen hiçbir ülkede değişmediğini gözler önüne seriyor. Ayrıca yapılan araştırmalar kadınların pek çok yerde hâlâ aynı iş için erkeklerden daha az ücret aldığını belgeliyor. Kadın-erkek ücret eşitsizliğine tabii ki başka eşitsizlik biçimleri de giriyor, siyah veya yerli Amerikan kadınların ve trans kadınların ortalama ücretlerinin bir erkeğinkine oranı neredeyse yarı yarıya. Yönetici sınıftan kadınlar da hâlâ cam tavanı kırmaya çalışıyor. Kitapta geçen verilere bakıldığında Kuzeyli olmanın veya daha üst seviyelerde çalışmanın toplumsal cinsiyet engellerine takılmada bir çözüm olmadığı görülüyor. Ülke yönetiminde söz sahibi olma konusunda da kadınların hâlâ çok ileride olduğu söylenemez.
Ücretsiz bakım işi ister CEO ister fabrika işçisi olsun kadınların hayatlarını farklı şekillerde belirliyor. Sınıfsal eşitsizliklerin yanında kadınların işyerinde erkeklerle eşitlik kazanmasını önleyen sebeplerden biri de, kadınların erkeklere göre iki ila on kat daha fazla ücretsiz iş, çocuk bakımı ve giderek artan bir şekilde yaşlı bakımını üstleniyor olmaları. Bu durum milyonlarca kadının aslında iki farklı tam zamanlı işte çalışıp tek maaş aldığı anlamına geliyor. Özellikle yoksul kadınlar veya etnik köken sebebiyle marjinalleştirilmiş kadınlar bu durumun mağduriyetini daha çok yaşıyor çünkü sınıfsal ayrıcalığa sahip kadınların aksine çocuk bakımına para ödemeye güçleri yetmiyor.
Kadına Yönelik Şiddet: Hiç Bitmeyen Bir Salgın
Feminist hareketin en önemli müdahalelerinden biri ataerkil şiddeti ve bu şiddetle mücadeleyi gündeme getirmesidir. Bugün kadına yönelik şiddetin çok boyutlu olduğu, coğrafya, ırk, sınıf, milliyet fark etmeksizin her kadının şiddete uğradığı, uğrayabileceği biliniyor. Pek çok ülkede kadına yönelik şiddeti, cinsel taciz ve tecavüzü cezalandıran yasalar bulunuyor. Ancak günümüzde yine de kadına yönelik şiddet bir salgın gibi yayılıyor. Şiddet ve şiddet tehdidi kadınları kontrol etmenin, kadınlar üzerinde tahakküm kurmanın bir aracı olarak kullanılıyor ve kadınların toplumda eşit bir rol oynamasını engelliyor. Nikki van der Gaag kadına yönelik şiddeti ele alırken ataerkil şiddeti önlemeye yönelik feminist projeleri de gündeme getiriyor. İstatistikler kadınların karşılaştığı şiddetin tanımadıkları erkeklerden ziyade çoğunlukla tanıdıkları ve çok yakınlarında olan erkekler tarafından uygulandığını söylüyor. Kadına yönelik şiddetin ırk, sınıf, coğrafya ayrımı gözetmediğini, her kesimden erkeğin, eşlerine, çocuklarına, kız kardeşlerine ve yakın çevresindeki kadınlara şiddet uygulayabildiğini belgeliyor. Nikki van der Gaag’nın vurguladığı gibi bu istatistikler kadına yönelik şiddetin aldığı vahim boyutu gözler önüne serse de toplum bu verilere alışmaya başlıyor. İstatistikler, “herkesin bildiği bir şey” hâline geliyor, ev içi şiddet, partner şiddeti olağan, sıradan bir konu gibi ele alınabiliyor. Nikki van der Gaag, bunun nedenini şiddeti belli koşullarda normal kabul eden ataerkil zihniyetin toplumlar üzerindeki güçlü etkisiyle açıklıyor. Toplumda, kadına yönelik şiddet, ya da genel olarak şiddet meşru bir tahakküm mekanizması olarak görülüyor. Uluslararası kurum ve kuruluşların dünya çapında yaptığı araştırmalar, dünyanın pek çok yerinde şiddete karşı çıkan görüşlerin yanında belli koşullarda şiddetin kabul edilebilir olduğunu, hatta kadınların bunu hak ettiğini savunan görüşleri belgeliyor. Pek çok ülkede erkeklerin eşlerini dövebileceğini kabul eden yaklaşımlar oldukça güçlü. Şiddet uygulayan erkeğin bazen haklı olabileceği, kadınların kışkırtıcı davranışlarının şiddete neden olduğu savunulabiliyor. Evlilik içinde kadın rıza göstermese de erkeğin seks yapma hakkı olduğu savunularak tecavüz meşrulaştırılabiliyor. Gerçek erkeğin karısını kontrol eden erkek olduğu fikrini, bir kadının kocasına itaat etmesi gerektiğini savunan geniş kesimler var. Erkekler arasında bazen kadınların tecavüze uğramak istediğini iddia eden sesler de çıkabiliyor.
Nikki van der Gaag, şiddetin ataerki ile bağlantısını ortaya koyarken erkek olmanın yeniden tanımlanması gerektiğini söylüyor. Erkeklerin şiddete gerek duyma ve şiddete başvurma eğilimlerini inceliyor ve çocukluktan beri şiddetle iç içe olan ve şiddete maruz bırakılan oğlan çocuklarının şiddeti normalleştirme eğiliminde olduklarını belirtiyor.
Kadına yönelik şiddete karşı yasalar olsa da pek çok ülkede bu yasaların uygulanmasında sorunlar çıkabiliyor. Yasaların uygulanma aşamasında kadınlara yöneltilen suçlayıcı ve alçaltıcı tavırlar kadınların yargı mekanizmalarına olan güvenini kırabiliyor ve kadınların toplumda güvende hissetmesinin önünde engel teşkil edebiliyor. Kadınların yürürlükteki uygulamalara dair yeterli bilgiye ulaşamaması ve çoğu zaman haklarından habersiz bırakılması, kadınların yasal yollara başvurmamasının önündeki başka bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Nikki van der Gaag, kadına yönelik şiddetin yaygın olarak kabul görüyor olmasının kadınların yardım almaktaki gönülsüzlüğüyle bağlantılı olabileceğini de söylüyor.
İnternet ve sosyal medyanın yaygın kullanılması kadın düşmanlığının ne kadar güçlü olduğunu da göstermiş oldu. Feminizm karşıtı, öfkeli görüşler sanal mecralarda da yoğun olarak yer buluyor. Fikirlerini açıkça söyleyen kadınlar ataerkil öfkenin odak noktası hâline geliyor. Bu saldırıların ardında yatan kadın düşmanlığı sıklıkla homofobi ve ırkçılıkla iç içe geçiyor. Sanal ve gerçek dünya arasındaki sınırların muğlaklaşmasıyla bu saldırılar gerçek bir tehdide dönüşebiliyor. Sanal istismar çocuklar üzerinde de oldukça etkili. Çocuklar sanal ortamda hem akranları hem de yetişkinler tarafından yapılan zorbalığın ve istismarın hedefinde kalabiliyorlar.
Nikki van der Gaag, erkeklerin de kadın hakları konusunda eğitimli olmadıklarına dikkat çekiyor. Bir kadın hak talep ettiğinde erkek bunu kendi iktidarına yönelik bir saldırı olarak görüp şiddet uygulayabiliyor. Kadın haklarının kendi alanlarını kısıtladığını iddia edip feministleri suçlamaya yönelebiliyorlar. Bu nedenle Nikki van der Gaag, erkeklerin kadın hakları konusunda eğitilmesi gerektiğini savunuyor. Kadına şiddet uygulayanlar çoğunlukla erkekler olduğu için ataerkil şiddeti önlemek amacıyla erkeklerle birlikte çalışılmasının önemine dikkat çekiyor. Bu mücadelenin şiddetin bireysel ve toplumsal sonuçlarından etkilenen herkese açık olması gerektiğini, özellikle erkeklerin bu mücadelenin müteffikleri olması gerektiğini vurguluyor. Şiddete karşı çıkmayı teşvik eden feminist projelere ihtiyacımız olduğunu belirtiyor.
Bedenlerimizi Geri Almak: Feminist Bir Proje
Kadınların bedenleri uzun zamandır denetim altında. Bu durum hem kapitalizmin kadınlar üzerinden kurduğu endüstrilerin faydalandığı hem de nüfus politikaları bağlamında devletlerin faydalandığı bir politika olarak önümüze çıkıyor. Nikki van der Gaag da kadınların bedenlerini denetim altına alan mekanizmaları açığa çıkarmaya çalışıyor ve feministlerin de kadın bedeninin özgürlüğü ile ilişkili olarak çokça tartıştığı konulardan olan seks işçiliği ve pornografiyi tartışmaya açıyor. Yazar, kadınların bedenlerini medyanın hangi bedende olmamız gerektiğine dair öğretilerinin, bedenlerimize nesne muamelesi yapan pornografi sektörünün ve giysilerimize ve çocuk sayımıza karışan dini ve siyasi liderlerin “ideolojik bir muharebe alanı”[2] olarak tarifliyor.
Nikki van der Gaag cinsel nesneleştirmenin kadınların kendi bedenlerine bakışını nasıl etkilediğini açığa çıkarıyor. 1970’lerde Boston Kadın Kolektifi tarafından hazırlanmış Bedenlerimiz, Kendimiz: Kadınlar için Kadınlar Tarafından Hazırlanmış Bir Sağlık Kitabı adlı kitabın giriş bölümünden bir alıntı yapıyor: “Bedenlerimiz dünyayla temas kurduğumuz fiziksel üslerdir; fiziksel benliklerimiz hakkındaki cehalet, belirsizlik, hatta en kötüsü utanç, bizi kendimize yabancılaştırır ve olmamız gereken bütüncül insan olmaktan alıkoyar.”[3] Caroline Heldman cinsel nesneleştirmeyi “kişiye seks objesi, başkasının cinsel zevkine hizmet eden kişi muamelesi yapılması süreci”[4] olarak tanımlıyor. Cinsel nesneleştirme medyada ve reklamlarda sunulan kadın imgeleri üzerinden yeniden üretiliyor. Kadınlara belli güzellik standartları üzerinden “dar ve gerçekçi olmayan”[5] bir görüntüye ulaşmaları empoze ediliyor. Kitapta bu durumun neden olabileceği sonuçlar şöyle aktarılıyor: Depresyon, bedenini her otuz saniyede bir kontrol etmenin alışkanlık hâline gelmesi, yeme bozuklukları, depresif bilişsel işleyiş, cinsel işleyiş bozukluğu, kendine saygının azalması, siyasi etkinliğin azalması, okuldaki notların düşmesi, kadınlar arası rekabet, bedenden utanma ve sürekli diyet yapma isteği.
Pornografi ve seks işi de feministler arasındaki tartışmalı konular olarak sunuluyor. Porno konusundaki tartışmaların ana ekseni porno endüstrisinin seksi, gerçekçi olmayan ve çarpıtılmış bir şekilde insanlara öğrettiği ve bunun gerçek ilişkileri de etkilediği yönünde. Burada esas sorun ise cinselliği pornodan başka yolla öğrenemeyenler için bu gerçekçi olmayan temsilin tek seks eğitmeni olması. Erkekler ve kadınlar cinsel davranışlarını ana akım pornolardan öğrendiklerinde kadınlar sekste sadece erkeklere zevk verenler olarak var oluyorlar. Bu yüzden ana akım pornonun gerçek hazzı temel almaması ve kadınlar üstünde baskı hâline gelen gerçekçi olmayan güzellik anlayışını benimsemiş olması ve kadına yönelik şiddeti meşrulaştırmanın bir aracı olması feministler tarafından eleştiriliyor. Ancak 2006 yılında Feminist Porno Ödülleri’nin verilmesiyle ortaya çıkan feminist porno hareketi ana akımın dışında gerçek hazzı tasvir eden ve cinsel temsil sınırlarını genişleten pornoların da olabileceğini savunarak ortaya çıkıyor. Feminist porno, sektörün feministleştirilmesi anlamına geliyor. Feminist porno yapanlar oyuncuların da olayın akışına müdahil olabildiği, çalışma koşullarının iyileştirildiği daha eşitlikçi bir porno sektöründen söz ediyorlar. Feminist porno yapan Pandora Blake feminist pornoyu şöyle anlatıyor: Feminist pornocular mizojinik eril bakışlı pornonun bir toplum olarak bizlere hizmet etmediğinin farkında. Bu konuda yakınmak yerine enerjimizi daha iyi bir şey yaratmaya harcıyoruz.
Seks işçiliği de feministler arasında önemli bir tartışma konusu. Seks işçiliği konusundaki feminist tartışmalar, seks içliğinin bir iş mi yoksa kadına yönelik şiddet mi olduğuna dair iki yaklaşıma yer vererek özetleniyor. Seks işinin bir iş olduğunu savunanlar kapitalist sistemdeki diğer tüm işler gibi bu işin de sömürüye açık bir alan sunduğunu söylüyorlar. Bu yüzden seks işçiliğinin suç olmaktan çıkarılması, güvenli çalışma koşullarının sağlanması ve sağlık hizmetlerine erişim gibi hakları savunuyorlar. Her iş gibi bu iş kolunun da ekonomik sömürüye açık olmasını daha az düzenlenen bir alan olmasıyla açıklıyorlar. Bunun karşısındaki yaklaşımda ise seks işi kadına yönelik şiddet ve cinsel sömürü olarak ele alınıyor. Fuhuşu kadınların seçebileceği bir iş olarak ele almanın, bu işin toplum üzerindeki etkisini ve erkeklerin talebini göz ardı etmemize yol açabileceğini savunuyorlar. Seks işi diyerek çoğunlukla kadınların çalıştığı ve sömürüldüğü bu sektörü bir meslek kolu olarak göstermenin, toplumda kadına yönelik oluşturulan ataerkil algıyı besleyebileceğini vurguluyorlar.
Sonuç Yerine
Nikki van der Gaag, kitap boyunca “Feminizme neden hâlâ ihtiyacımız var?” sorusunun cevabını arıyor. Feminizm bugün fazlasıyla popüler bir kelime olsa da feminist bir politika ihtiyacı pek çok ülkede hâlâ tartışılıyor. Feminizm kitabı birçok kazanımı olan feminist hareketin başarılarının tehdit altında olduğunu gözler önüne seriyor. Özellikle Türkiye’de bu kitabı okuduğumuz dönemi düşündüğümüzde birçok kazanımımızın elimizden alınmaya çalışıldığını görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’ni ve 6284 Sayılı Kanun’u hedef alan söylemler, kadın cinayetlerine karşı önleyici politikalar yerine idam veya hadım gibi uygulamaların savunulması, YÖK tarafından toplumsal cinsiyet eşitliğine dair tutum belgesinin kaldırılması, nafaka hakkına yönelik saldırılar, istismarı meşrulaştırıcı düzenlemelerin meclise sunulmaya çalışılması, belediyelerdeki kadın merkezlerinin kapatılması gibi uygulamalar yakın tarihte Türkiye’de mücadele ettiğimiz alanlar arasına ekleniyor. Bu noktada feminizmi doğru anlamak ve anlatmak kazanımlarımızı elimizde tutmamız ve tahayyül ettiğimiz toplumu kurmamız için tek seçenek gibi görünüyor. Nikki van der Gaag Feminizm kitabında feminizmi anlamak ve ataerkinin diğer sistemlerle bağlantılarını kurmak için iyi bir başlangıç sunuyor.
Yazar kitap boyunca kadınlar olarak bulunduğumuz yere, sınıfa, yaşa, etnik kökene, cinsel yönelime, fiziksel veya zihinsel yetilerimize göre farklılaşan deneyimlerimizi ancak dayanışarak feminist bir paydada buluşturabileceğimizi vurguluyor. Var olan farklılıklarımızın bizi güçlendirdiğini ve bu çeşitliliği kutlamamız gerektiğini ve birlikte olduğumuzda gücümüzün dünyada neler değiştirebildiğini bize gösteriyor. Dünyanın gördüğü en büyük küresel hareket olan feminizm ile politikalar üretip biraz sorun çıkarmak, hepimiz için daha iyi bir dünya yaratmanın en önemli adımı olabilir.
[1] Nikki van der Gaag, Feminizm: Dünyanın Neden Bu Kelimeye Hâlâ İhtiyacı Var?, Beyza Sumer Aydaş (çev.), İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
[2] A.g.e., s. 115.
[3] A.g.e., s. 115.
[4] A.g.e., s. 117-118.
[5] A.g.e., s. 118.