17 Ocak – 15 Şubat 2019 zaman diliminde Türkiye’den ve dünyadan toplumsal cinsiyet gündemiyle ilgili çeşitli haber ve yazıları 17 Şubat 2019 tarihindeki buluşmamızda ele aldık; ortaya çıkan tartışma noktalarını aşağıda paylaşıyoruz.
17 Ocak- 15 Şubat tarihleri arasında Türkiye’de feministler için öne çıkan pek çok başlık oldu: 8 Mart’ın yaklaşması ile birlikte dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen kadın buluşmaları, küresel kadın grevi çağrıları, 8 Mart’ın resmi tatil günü ilan edilmesi gündemi, Grevio’nun yeni dönem üyelerinin belirlenmesi sürecindeki gelişmeler, “Cinsiyetçi Kültüre Karşı Başka Bir Akademi Mümkün” imza kampanyası; Evlilik Affı, çocuk istismarı ve boşanma yasaları; Leyla Güven’in tecrite karşı sürdürdüğü açlık grevi protestosu, seçim süreci, tampon ve pedlere uygulanan %18 lüks tüketim vergisi… Bu ayki değerlendirme yazımızda bu başlıklardan üçü üzerinde duracağız: Şule Çet davası, akademi alanındaki gelişmeler ve Türkiye GREVİO başkanlığı tartışması.
ŞULE ÇET DAVASI
Üniversite öğrencisi Şule Çet, 28 Mayıs 2018’de önceden çalıştığı plazanın 20. katından düşerek, şüpheli bir şekilde yaşamını yitirdiğinde ölümü kayıtlara intihar olarak geçmiş, sanıklar adli kontrol şartıyla serbest bırakılmışlardı. Ailenin ısrarı ve kamuoyu baskısı ile açılan davanın ilk duruşması 6 Şubat’ta görülmeye başlandığında delillerin sanıklar tarafından karartıldığı, ifadelerinde tutarsızlıklar olduğu ortaya çıktı. Sanıkların emekli bir adli tıp uzmanına hazırlattığı ilk raporda şu ifadelere yer verilmişti: “Bir kadın bir erkekle tenha bir yerde içki içmeyi kabul etmişse ve hele erkeğin yalnız yaşadığı evine, odasına giderek birlikte içmiş olursa cinsel ilişkiye rıza göstermiş sayılır”… Bugün sanıklar ‘cinayet’, ‘nitelikli cinsel saldırı’ ve ‘hürriyeti tahdit’ suçlarından ağırlaştırılmış müebbet ve 39’ar yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyorlar. 6 Şubat’ta mahkeme, sanıklar Berk Akand ve Çağatay Aksu’nun tutukluluk halinin devamına karar verdi. Şule Çet cinayeti davasının ikinci duruşması 15 Mayıs 2019’da görülecek[1].
“Makbul” ve “Na Makbul”…
2000’li yıllar feminist hareketin kadın cinayetlerini 3. sayfa haberi olmaktan çıkardığı; medyayı töre ve namus cinayeti gibi isimlendirmelerden vazgeçirdiği yıllar olmuştu. Peki ya sonra? Sonra “Yeni Türkiye”ye ve onun cinsiyet rejimine doğru kararlı adımlar atılmaya başlandı. Bu süreçte Özgecan Arslan cinayeti gibi kırılma anları toplumda yine de güçlü tepkilerin gelişebileceğini gösterdi. Yaşananlar korkunçtu ancak bazı pozitif adımların atılmasına vesile olmuştu. Fakat bu adımlar da ilk fırsatta bir bir geri alınacaktı.
Şule Çet davası başlangıçta intihar süsü verilmiş bir kadın cinayeti olarak kalacak, en fazla magazinel boyutuyla medyada merak uyandırıp, çok “tıklanan” haberlerden biri olacaktı. Ancak ailenin davayı sürdürmek istemesi, kadın örgütlerinin davayı sahiplenmesi, feminist avukatların davaya müdahil oluşuyla dellileri karartılmış bu olay su yüzüne çıkmaya başladı. Şule Çet davası ses getiren bir davaya dönüştü.
Şule Çet cinayeti sık sık Özgecan Arslan cinayeti ile kıyaslandı: Özgecan’ın masumiyeti vurgulanırken, Şule Çet’in nereye, niçin gittiği sorgulanıyor; öldürülmeyi “hak ettiği” ima ediliyor ya da açıkça ifade ediliyordu. 6 Şubat günkü duruşmada sanıklar Şule Çet’in bekareti, içki içip içmemesi üzerine yorumlar yapıyor; hakim Şule Çet’in ev arkadaşına “Şule’nin eve erkek arkadaşlarını davet edip etmediği” sorusunu yöneltiyor; sanık yakınlarından biri Şule Çet’in ailesine kızlarının yası tutulacak biri olmadığını söylüyordu. İlk duruşmada bunun gibi pek çok utanç verici sahne yaşandı. Bir yandan konuya kamuoyunun ilgisini çekme çabası sürerken Şule Çet’in öyküsündeki trajik unsurlar önplana çıkarılıyor, bu detayların toplumu ikna etme gücü seferber edilmeye çalışılıyordu. Bu çabaların da ataerkil dili yeniden üretip üretmediği bir tartışma konusu oldu[2].
Trans cinayetlerinden Özgecan Arslan cinayetine uzanan yelpazede toplumsal tepkiler de çeşitleniyor. “Tereddütsüz” yas tutmaktan, kararsızlığa, oradan “oh iyi oldu”lara varabilen bir çeşitlilik bu. Aynı cinsiyetçi şiddetin elinde yaşamını yitiren iki kadın “makbul” ve “na makbul” diye birbirinden ayrılabiliyor, birinin “tereddütsüz” yası tutulurken bir diğerinden nefret edilebiliyor, ya da karşısında “kararsız” kalınabiliyor. Şule Çet davasında da sosyal medyada ve dava sürecinde tanık olduğumuz karalama girişimleri, konunun gündeme güçlü bir şekilde taşınması ve yürütülen hukuki mücadele sonucu boşa çıkarılmış oldu. Şule, Özgecan ve yaşamını yitiren yüzlerce kadın dile gelse bu manzara karşısında neler söylemek isterdi acaba?
Medya ve Şule Çet Davası…
Hukuk mekanizması güvenilmez hale geldiğinde medya, mücadele için bir araç olarak devreye sokuluyor ister istemez. Şule Çet davasında da hem tepkileri görünür kılmak hem de davanın seyrini değiştirmek üzere su yüzüne çıkmamış verilerin kamuoyuyla paylaşılması aşamasında medyadan yararlanıldı. Kadın örgütlerinin desteği, ailenin itirazı, öykünün karanlık tarafları bu sayede kamuoyuna yansıdı ve yine belki de bu sayede konu kadın milletvekilleri tarafından meclis gündemine taşındı.
Öte yandan bu cinayetin medyaya nasıl yansıtıldığı da ayrı bir tartışma konusu. Çünkü örneğin yukarıda bahsettiğimiz utanç verici söylemler yine aynı medyada yer buldu. Ayrıca bu olayda da verilerin medya yoluyla parça parça kamuoyuyla paylaşıldığına tanık olduk. Davanın seyri için faydalı bir strateji mi işliyordu yoksa izleyicilerin merakını canlı tutmaya çalışan bir broadcasting (dipnot) taktiğine mi başvuruluyordu?
“Kadın cinayetleri politiktir ama bazıları daha politiktir”
İnci Hekimoğlu Şule Çet davası ile ilgili yazısında bize kamuoyunun bir süredir unuttuğu bir bağlantıyı yeniden hatırlattı: Militarizm[3].
Yazıda sanıkların cinayet gecesi konuşup mesajlaştıkları, bir nevi akıl hocalığı talep ettikleri kişinin Savunma sanayinin en önemli şirketlerinden Pegasus Savunma Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’nin sahibi Turgut ailesinin kızı olduğunu öğrendik. Söz konusu şirket 2003 yılında kurulmasından sonra hızla büyümüştü ve halen Emniyet Genel Müdürlüğü, Kara ve Hava Kuvvetleri gibi kurumların en önemli tedarikçisiydi. Öğrendiklerimiz bununla da sınırlı kalmıyordu: sanık avukatlarından biri öğrenciliğinde üniversitenin paramiliter çeteleriyle haşır neşirdi; diğer avukat ise bir JİTEM üyesinin avukatlığını yapmıştı. Sanıkların tutuklanmalarına gerek görmeyen Alev Ersan Arbuz ise başka bir kadın cinayetini daha kayıtlara “kaza” olarak geçirmiş, dosyayı kapatmıştı: 25 yaşındaki öğretmen Esin Güneş de düşerek hayatını kaybetmişti, aynı Şule Çet gibi. Ailenin kendi imkânlarıyla topladığı delillerle başvurduğu Siirt Başsavcılığı üç yıl sonra davayı yeniden açmış, sonunda Esin Güneş’in “güvenlik görevlisi” olan eşi Güven Güneş ve suç ortağı taksici Beşir Üzüm, Esin Güneş’i Tillo Kalesi’ndeki uçurumdan atarak öldürmekten müebbet hapse mahkûm edimişti. Şule Çet’in soruşturma savcısı olan Alev Ersan Albuz 6 Şubat’daki duruşmada görevinden alındı: olay yerinde yeterli inceleme yapmadığı, delil toplamadığı, Şule Çet’in bedeninden alınan numuneler İstanbul Adli Tıp Kurumu’na geç gönderildiği için…
AKADEMİ
Akademi alanında gündeme gelen başlıklara değinirken farklı eğitim kademelerinde yaşanan olaylara da yer verme ihtiyacı duyduk. Akademinin yetiştirdiği “aydınların” konumlandığı ilk ve orta öğretimde neler oluyor? Göze çarpan iki haber şöyleydi:
İzmir’in Selçuk ilçesinde, 17 yaşındaki öğrencisine cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla gözaltına alınan okul müdürü T.O. serbest bırakıldı. Okul müdürü Tire İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından hakkında başlatılan idari soruşturma kapsamında açığa alındı.
İstanbul Küçükçekmece Kadriye Moroğlu Lisesi’nde yaşanan tacize öğrenciler sessiz kalmamış, okulda dersleri boykot etmiş ve sosyal medyada #TacizVarSesÇıkar etiketiyle kampanya başlatmıştı. Tacizci öğretmeni protesto eden 15 öğrenciye uzaklaştırma cezası verilmişti. Disiplin cezası alan öğrencilere, ilk dönem sonundaki karne gününde notları gereği hak ettikleri hâlde takdir ve teşekkür belgesi verilmediği iddia edildi.
Gelelim akademide olup bitenlere…
“Cinsiyetçi Kültüre Karşı Başka Bir Akademi Mümkün”
Bir grup akademisyen “Cinsiyetçi Kültüre Karşı Başka Bir Akademi Mümkün” başlığıyla bir imza metni yayınladılar. Metin, geçtiğimiz ay akademide yaşanan iki olay üzerine kaleme alınmıştı: Çankaya Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan Ceren Damar kopya çekerken yakaladığı öğrencisi tarafından öldürülmüş, Murat Paker’e yöneltilen cinsel taciz suçlamasının ardından akademide Paker’i sorgulamaksızın koruyan bir tavrın gelişebildiğine tanık olmuştuk. 17 Şubat 2019 tarihindeki sayıya göre imza metni 232’si akademisyen toplam 530 kişi tarafından imzalandı. Açıklamayı hazırlayan Dr. Senem Timuroğlu, Dr. Esra Sarıoğlu, Dr. Selda Tuncer ve doktora öğrencileri Mete Sefa Uysal ve Ozan Çağlayan imza metni ile birlikte bir platforma, bir destek ağına dönüşmeyi hedeflediklerini belirtiyorlar.
Türkiye’de öğrencilerin ve akademisyenlerin üniversitelerde karşılaştığı cinsel taciz, saldırı ve kurumların olaylara karşı tutumu hakkında güncel bir araştırma bulunmuyor. Ancak Türkiye ve pek çok ülkede cinsel taciz ve saldırının akademide de diğer sektörlerde olduğu gibi yoğun olarak yaşandığı konuşuluyor. Dünyadaki durumla ilgili bu ay gündeme yansıyan bazı rakamlar şöyle: İngiltere’de her 10 üniversite öğrencisinden 4’ü, ABD’de ise akademideki kadınların y#üzde 73’ü, erkeklerin yüzde 26’sı cinsel saldırıya uğruyor[4].
“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” vs. “Adalet Temelli Kadın Çalışmaları”
Akademide cinsiyetçi şiddet vakaları konuşulurken Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesini durdurdu, Tutum Belgesini web sitesinden kaldırdı. Özgecan Aslan cinayetinin ardından, 2016’da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için üniversitelerin kadın rektörleri ile bir araya gelen YÖK Başkanı Yekta Saraç, “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” yayımlamıştı. Tutum Belgesi, yükseköğretim kurumlarınca toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanabilmesi için yapılması gerekenleri dört ana başlıkta topluyordu:
*Yükseköğretim Kurumları eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği dersine nasıl yer verebilir?
*Yükseköğretim kurumları kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin genel kabul görmesi için neler yapılabilir?
*Yükseköğretim kurumlarının yöneticilerine, idari ve akademik personeline ve öğrencileirne toplumsal cinsiyet eşitliği farkındalığı kazandırmak için neler yapılabilir?
*Yükseköğretim kurumları cinsel taciz ve cinsel saldırıya karşı neler yapabilir?
Ancak YÖK hükümete yakın medyada Tutum Belgesi ile ilgili aleyhte yer alan haberler üzerine geri adım attı. “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kavramının farklı algılara yol açtığı gerekçesiyle genelgenin revize edilerek yeniden üniversitelere gönderileceğini duyurdu. Gelinen noktada “kavrama murat edilenin dışında farklı anlamlar yüklendiği ve bu yüklemelerin toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediği” belirtildi. YÖK başkanı, kadın çalışmalarına yönelik derslerin müfredatının ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ değil ‘Adalet Temelli Kadın Çalışmaları’ anlayışı içerisinde belirleneceğini; verilmekte olan ders, konferans ve seminerlerde Türk toplumunun “aile” kavramı başta olmak üzere sahip olduğu “üstün değerlerin” öne çıkarılmasına özen gösterilmesi gerektiğini de ekledi.
Toplumu aydınlatması ve toplumsal kabulleri sorgulatması beklenen akademi bu argümanlarla düzenlenip yönetiliyor; iktidarın eşitlik yerine adalet kavramını tedavüle sokma yönündeki ısrarlı çabası sonucu “toplumsal cinsiyet eşitliği” de Yeni Türkiye’deki yasaklı ifadeler lugatına eklenmiş oluyordu.
GREVİO, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE “AİLE MECLİSLERİ”…
Geçtiğimiz ay İstanbul Sözleşmesi’nin bağımsız uzmanlardan oluşan izleme ve denetleme mekanizması GREVIO’nun (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu) Türkiye’deki yeni dönem üye ve başkanlık seçiminde, prosedür değişikliğine gidilerek şeffaf olmayan bir atamanın yapıldığına tanık olduk. Türkiye, GREVIO adaylığı için uzun yıllardır bu görevi üstlenen ve İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu’nun da yeniden aday gösterdiği Feride Acar’ı değil, Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü Prof. Dr. Aşkın Asan’ı “tek aday” olarak gösterdi. Asan aynı zamanda AKP eski Ankara milletvekili.
Avrupa Parlemantosu karara tepkili. Feride Acar kararın politik bir tercih olduğunu belirtiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin yazarlarından biri olan Acar Mayıs 2018’de Apolitical isimli web sitesinin “Dünyada cinsiyet eşitliği konusunda etkili mücadele yürüten 100 isim” arasında yer almıştı. Aynı zamanda -yeni YÖK düzenlemesiyle artık tehdit altında olan- üniversite CTS birimlerinin hayata geçirilmesine katkıda bulunmuş bir isim. GREVİO başkan adaylığına yapılan müdahaleyi ve YÖK’ün Tutum Belgesi’ni geri çekme hamlesini birbirini tamamlayan jestler olarak yorumlamak mümkün.
Bu olaydan kısa bir süre sonra (yazıyı hazırladığımız sırada) İstanbul Sözleşmesi’ni karalayan bir kampanyanın duyurularıyla karşılaştık. Duyuruda 8 Mart Cuma günü Türkiye Aile Meclisi tarafından tüm camilerde bir “BASIN açıklaması DUA” etkinliğinin yapılacağı duyuruluyordu ve şu sloganlara yer veriliyordu: “Aile Yıkan Yasalar Kalksın”; “İstanbul Sözleşmesi İptal Olsun”; “6284 Sayılı Yasa Kalksın”; “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Eşcinsellik Terörü İnsanlık Suçudur”…
Bu 8 Mart “hareketli” geçeceğe benziyor…
[1] https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/203299-sule-cet-cinayeti-kronolojisi
[2] https://www.google.com.tr/amp/s/amp.artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/sule-cet-davasindaki-kilit-isim-ve-savunma-sanayi
[3] https://www.google.com.tr/amp/s/amp.artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/sule-cet-davasindaki-kilit-isim-ve-savunma-sanayi
[4] https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/204716-akademide-cinsel-saldirida-dunya-ulkeleri-ne-durumda