Zabel Yesayan üzerine bir oyun yapma fikri önce Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nde doğdu ve 8 Mart 2015 tarihinde bir oyun çıkarıldı. Ardından BGST oyunu geliştirmeye karar verdi ve prodüksiyon şu anki halini aldı. Bu süreci anlatabilir misiniz, proje nasıl ortaya çıktı ve nereden nereye geldi?
Duygu: 2015 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatro kulübünde çalışan öğrenciler ve kulübe danışmanlık yapan BGST’li mezun üyeler olarak 1915 yılının yüzüncü yılında BÜKAK’ta Zabel Yesayan üzerine bir çalışma yürütmeye başladık. Son yıllarda Zabel Yesayan’ın eserleri Türkçe ve İngilizce’ye çevrilmeye başlamıştı; onun edebiyatı üzerine yapılmış araştırmalara erişmek mümkün hale gelmişti. O çalışmayı yürütürken kendi hayat hikayesinin de bir bölümünü anlattığı Silahtar Bahçeleri’ni okuyunca bu romanı sahneye koyma fikri oluştu. Genelde 8 Martlara bir kısa oyun veya skeç çıkardığımız için bu geleneğimizi devam ettirmeyi düşündük. 8 Mart 2015’e yoğunluklu olarak BÜKAK’da çalışan öğrencilerle birlikte bir kısa oyun hazırladık. Bu oyun Zabel Yesayan’ın doğumundan üniversiteye gitmesine kadar ilk gençliğini kapsayan bir anlatı üzerine kuruluydu, çünkü Silahtar Bahçeleri’nin ilk cildinde hayatının bu dönemini anlatıyordu.
Hayatının hepsini anlatmak mümkün olabilir mi gibi sorular aklımızdaydı, seyirci görüşleri de almıştık. 2016 yazında oyunu geliştirmek ve Zabel Yesayan’ın bütün hayatını anlatabileceğimiz bir formda çıkarmak üzere çalışmaya başladık. Bu çalışma sonucunda oyun 8 Mart’ta seyirciye sunulduğu halinden çok farklı bir yöne verildi ve şu anki oyun oluştu.
Nasıl farklı bir yöne evrildi?
Duygu: Birincisi yalnızca ilk gençliğini değil bütün hayat öyküsünü anlattık. İkincisi ise oyuna yeni bir düzlem ekledik. Şöyle ki, 1915’te aranan Ermeni aydınlardan biri olan Zabel Yesayan İstanbul’dan kaçıyor ve yıllarca Avrupa’da, Kafkasya’da sürgün hayatı yaşıyor. 1933 yılında Sovyet Ermenistan’ına yerleşiyor. Ama 1937 yılında Stalin’in “büyük temizlik” operasyonunda tutuklanıyor ve 1943 yılında bilinmeyen koşullarda hayatını kaybediyor. Bu bize çok çarpıcı geldi; İstanbul’dan kaçarak “canını kurtarabilmiş” bir aydın 60’lı yaşlarında, en birikimli olduğu, en huzura ereceği yaşlarda içeri alınıyor ve psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Oyunu buradan başlatıyoruz. 2016 Haziran ayından Kasım’a kadar metin üzerine ön hazırlık süreci devam etti. Sonra kadrodaki diğer oyuncu arkadaşlarımız, sanat yönetmenimiz, ışık, dekor, kostüm tasarımcılarımız ile çalışmaya başladık. Bu kez 2017 yılının 8 Mart haftasına oyunu çıkarmayı hedefledik. 6 Mart’ta da ilk kez seyirciyle buluştu.
Nasıl bir çalışma yöntemi tercih ettiniz?
Aysel: Şöyle bir iş bölümü yaptık: Metin yazarlığı sorumluluğunu Duygu ve ben aldık. Yaz aylarında biz kurguyu ve oyunun yeni öyküsünü çıkardık. Ardından Duygu ve ben yine dış öyküyü oluşturan sorgu sahnelerini yazmaya ve sahnede doğaçlamaya başladık. Metin yazımıyla beraber sahneleme, oyunculuk üslubu önerisi de oluşmuş oldu. Kurgu yapımız gereği Zabel -daha gerçekçi bir üslupla oynanan- sorgudan, hücrenin soğukluğundan uzaklaşma ihtiyacıyla geçmişine sığınıyor. “Gizli cennetim” diye andığı Silahtar Bahçeleri kitabına konu olan çocukluk ve ilk gençlik yıllarına gidiyor, sonra ise Adana, 1915, Fransa yıllarını hatırlıyor. Bu flashback bölümleri için de yazarlar olarak metin önerileri getirdik; birlikte çalışmaya başladığımızda diğer arkadaşlarla birlikte sahne üstünde metne son halini verdik. Kumpanya ile bir araya gelindiği andan itibaren katılıma açık bir yapı oluşturduk. Sevilay Saral sanat yönetmenimizdi; erken dönemden itibaren kurgu, oyunculuk yorumu ve metin konusunda yol gösterdi, bizlere metin çalışması ve oyunculuk çalışması yaptırdı. Masa başı ve sahne çalışması birbirini besleyerek ilerledi.
Duygu: Ne tamamen masa başı ne tamamen sahne çalışması, dönem dönem bazılarının ön plana çıktığı ama ilişki içinde olduğu bir süreç yürüdü. Masa başı hazırlığa önem versek de her zaman o metnin sahne üzerinde oyuncuların da katkısıyla, ama bu katkının tekrar metin yazarları ve sanat yönetmeni tarafından gözden geçirildiği bir şekilde oluştu oyun.
Zabel Yesayan çok yönlü bir insan. Döneminde alışık olunmayan türden bir eğitim almış; yazarlık kariyerinin ilk döneminde edebiyatçı olarak umut vaat eden eserler ortaya koyuyor. Adana katliamı, 1915 gibi kırılma noktalarıyla yazarlığı farklı bir yöne evriliyor, gördüklerini aktarmaya veriyor kendini. Sonra Sovyet Ermenistanı’nda kendine yeni nesli eğitmek gibi bir görev ediniyor, toplumuma böyle hizmet ediyorum diyor. Siz bu hayat hikayesinde vurgulayacağınız noktaları nasıl seçtiniz, öykü haritanızı nasıl oluşturdunuz?
Aysel: Zabel Yesayan’ın biyografisini anlatmaya karar vermiştik. Hayatının ilk döneminden üç nokta seçtik: Aile yaşantısı, ilk gençlik yılları, ardından yazar olmaya karar verişi ve oradaki idolü Sırpuhi Düsap’la karşılaşması. Olgunluk yıllarından neyi seçmeliyiz dediğimizde ise, bizi tarih yönlendirdi. 1909 Adana Felaketi ve 1915 Nisan’ında kaçışını anlatacaktık; bundan kaçış yoktu! Çünkü Zabel 1908’de II. Meşrutiyet ile Fransa’dan dönüyor ama Meşrutiyet’in yarattığı heves kursaklarında kalıyor; 1909’da Adana’da büyük bir Ermeni kıyımı gerçekleşiyor. Hem raporlama yapması hem de bir yetimhane kurması için Patrikhane tarafından bir heyetle birlikte Adana’ya gönderiliyor. Bunu anlatmamak olmazdı, çünkü Zabel’in bir aktivist olarak kendisini ortaya attığı ve bu çekişmeli tarihsel sahnede önemli bir rol oynayıp bir o kadar da zorlandığı çok önemli bir dönem. 1915’i de anlatmak zorundaydık; Zabel 24 Nisan gecesi toplatılması emredilen Ermeni aydınlar listesindeki tek kadın. Çok enteresan bir kaçış hikayesi var. Son olarak da hikayenin finaline yaklaşırken, Zabel’i Fransa’da öğrencileri karşısında bir veda konuşması yaparken göstermek istedik, edebiyatçı/eğitmen kimliğiyle de görmek ve onunla öyle vedalaşmak için.
Tarihi kişilikleri, daha doğrusu gerçek kişilikleri ele alan bir oyun metni oluştururken ister istemez olay örgüsü, öykü, sahneleme vb. başlıkların yanına tarihsel gerçekler, bu gerçekler bazında ne anlatılmak istendiği de ekleniyor. Bir anlamda ikinci bir çalışma düzlemi yaratılmış oluyor. Sizde kurgusal düzlem ile tarihsel gerçeklere dayanan düzlem nasıl bir araya geldi?
Duygu: Biyografide seçtiğimiz dönemler aslında tarihsel arka planda da mihenk taşları. Biyografiden seçtiğimiz anlar tarihsel arka planda da vurgulanması gerektiğini düşündüğümüz anlarla örtüştü. Mesela yazar olmaya karar verip üniversiteye gitmesi tesadüf değil. 1895 yılında gidiyor, bu Abdülhamit’in Ermenilere dönük katliamları başlattığı yıl. Ermeni toplumunda buna nasıl ses çıkarılacağı veya çıkarılıp çıkarılmayacağının tartışıldığı, ortamın politikleşmeye başladığı bir dönem. Hatta babası bu ortamda böyle dışa dönük, sözünü esirgemeyen kızına ne olacağından emin olamadığı için yurt dışına göndermiş olabilir. Ya da 1915 yılında aranan aydın listesindeki tek kadın olduğu söyleniyor. Belki de bir sebebi bugün okuduğumuz Yıkıntılar Arasında kitabını yazmış olmasıdır. Bu iki düzlem bizim dramaturjik tercihlerimizi hem belirledi hem de zaten tercihlerimizle örtüştü. Zabel Yesayan’ın yaşadığı dönem, Osmanlı imparatorluğunun çöküş dönemi dediğimiz ve o kargaşaya sahne olan dönem, bu iki düzlemi birlikte anlatmamızı sağladı.
Bu tarihsel düzlemin parçası olarak, Zabel’in tanıklık ettiği ve bizlere aktardığı bölümlerde insani olarak tahammül edilmesi çok zor, çok ağır anlatılar da var. Mesela Yıkıntılar Arasında böyle bir kitap. Siz bu felaketlere sahne üzerinde nasıl yaklaştınız?
Aysel: Felaket arka planda güçlü bir şekilde dururken Zabel Yesayan’ın kişisel olarak bu felaket içinde nasıl bir sorumluluk aldığını ve onun içinden nasıl geçtiğini resmetmeye çalıştık. Yani merkeze Zabel Yesayan’ın deneyimini koyarken felaketi arka plana koyduk ama felaket sahnelere sürekli müdahil oldu. Felaketin işaret fişekleri ya da yarattığı yıkım yer yer tokat gibi sahnelerde kendini hissettiriyor. Böylelikle aslında son derece yaratıcı ve üretken bir aydını ağır kayıplara, sürgüne ve nihayet ölüme mahkum eden toplumsal koşullara “yabancılaştırmak” istedik.
Zabel Yesayan kendine feminist demese de dönemin aslında ön plana çıkması ve dönem anlatılarında yerini alması gereken kadınlarından biri; bir kadın ve yazar olarak ilgi ve merak uyandıran bir isim. Sizin için Zabel’in öne çıkmasının nasıl bir anlamı var?
Duygu: Duruşunu -aydın olarak, feminist olarak- kendi dramaturjimize yakın hissettik. Çok açık sözlü, iktidar karşısında her zaman pozisyonunu ve eleştirel mesafesini koruyan, yazan bir kadın; oldukça birikimli, Sorbonne’da edebiyat ve felsefe okumuş. Her zaman mücadele ediyor. 1908’de Fransa’da bir hayat kurabilecekken buraya geliyor. 1915’te buradan kaçıyor ve hayatta kalanların tanıklıklarını dinleyip onları Ermenice’den Fransızca’ya çeviriyor. Sonra “60 yaşına geldim artık oturayım köşemde” demek yerine Sovyet Ermenistanı’na gidip entelektüel aydınlanmaya devam ediyor. Bu yönü bizi çok etkiledi. Aynı zamanda da edebi dili. Tasvir yönü çok kuvvetli. Okuduğunuz bütün kitaplarında bize o dönemin ya da kendi karakterlerinin ruh halini, Yıkıntılar Arasında‘da Adana’da yaşananları, Üsküdar’ı anlattığı romanlarında o dönemin Üsküdar’ını renkleriyle, kokularıyla görselleştirerek anlatıyor adeta; sanatçı olarak da bizi heyecanlandıran bir yazar.
Aysel: Zabel Yesayan çok cesur bir kadın ama ucuz kahramanlıklara da soyunmayan bir kadın. İktidarla karşılaştığında o korkunç baskılar altında elbette politika yapıyor ama mevziyi hep korumaya çalışıyor. Sürgün Ruhum‘un önsözünde yazdığı gibi cesareti ve şansı sayesinde soykırımdan kurtulmuş bir kadın. Çok önemli bir “Ermeni” aydını olmasına rağmen hiç milliyetçi olmamayı başarmış bir aydın. Antimilitarist fakat öylesi bir dönemde savaşmayı yorumlayış biçimi çok incelikli. İyi bir anne ama kendisini felakete attığında çocuklarını, sevdiklerini ardında bırakmayı göze almış bir kadın, onlara zarar gelmemesi için yeri geldiğinde senelerce çocuklarından ayrı kalmış… Felaketin tanığı… Hatta romanları felaket edebiyatının ilk örnekleri olarak gösteriliyor ama tanıklıklarında hamaset yapmadan ya da aşırı dozda duygusal davranmadan sadece gördüğü şeyi anlatabiliyor. Örneğin Yıkıntılar Arasında’da Adana Felaketi’ni izlerken, İstanbullu orta sınıf bir aydın olarak kendi kimliğini de ortaya koyuyor, aslında “tam olarak anlamam, anlatmam mümkün değil” de diyor. Çok, çok samimi bir dil. Bizde hayranlık uyandıran böyle bir dolu özelliğini sayabiliriz daha.
Oyunun tüm kadrosu, metin yazarı, oyuncu, tasarımcı, sanat yönetmeni herkes kadın. Aynı zamanda da bir kadın hikayesini anlatıyorsunuz. Bu hikayeyi kadın gözüyle kurgulamak ve anlatmak oyuna ne kattı?
Duygu: Zabel’in hayat hikayesini anlatırken bir tarih de anlattık. Eğer bu karma bir oyun olsaydı yine aynı tarih anlatılırdı. Ama muhtemelen bu sefer 1915 gecesi hastanede saklanan bir Zabel değil de belki polisle karşılaşan bir Zabel görürdük. Adana’da Vali Cemal’le karşılaşan bir Zabel görebilirdik. Bu da yine değerli ve izlemesi ilginç, seyir keyfi veren bir oyun olurdu ama biz zihnimizi “bu hikayeleri kadınlar nasıl yaşamıştır” noktasında çalıştırdık. Bu da bizim metni ve kurguyu oluşturanlar olarak daha yaratıcı olmamızı sağladı, hem de sahne üstündeki kadın oyuncuların farklı tiplemeler çıkarmasına katkıda bulundu. Her zaman erkeklerin üzerinden anlatılan o tarihi kadınlar üzerinden ve kadınların gözünden anlatmayı denediğimiz için yazarlık ve oyunculuk anlamında da geliştirici bir süreç oldu.
Aysel: Evet, mesela sorgu sahnesi… Zabel’i muhtemelen bir erkek sorgu komiseri sorgulamıştır, ama biz kadın komiser koyduk karşısına. Bir erkek olsaydı belki bu sahnedeki gerilim ve baskı daha rahat kurulurdu. Ama bir kadın komiserin hemcinsi, yoldaşı ve soydaşı olan bir başka kadın üzerinde nasıl baskı kurduğunu araştırmak daha zorlayıcı ve enteresandı. Kadın komiser Sovyet kimliğini ve aslında dönemin baskıcı kimliğini nasıl giymiş, ataerkil kimliği nasıl kuşanmış, bunu araştırdık. O kadının aynı zamanda Anadolulu bir yetim olabileceği yönündeki ima buradan çıktı ve iki kadın arasındaki gerilim farklı bir boyuta taşındı. Seyircilerimizden şöyle bir yorum geldi örneğin; “Bu iki kadın arasında bir dayanışma olur mu diye bir beklentiye giriyoruz ama olmuyor, bu beklenti haklı bir biçimde boşa çıkıyor, kadın popülizmine düşülmüyor.”
Duygu: Zabel’in 1915’te saklandığı hastane odasında farklı hikayeleri olan kadınlarla bir araya gelmesi de benzer bir tercihin sonucu.
Aysel: Bunlar sanatsal sonuçları ama kadın kadına tiyatro yapmanın farklı sonuçları da oldu sürece dair; kadın dayanışmasına inanan ve feminist bir örgütlenmeden gelen kadınlar olduğumuz için süreç oldukça ferah ve dayanışmacı geçti. Üstelik bazı çalışma günleri, dışarıda bombaların patladığı, çalışma yapmak için zor buluştuğumuz günlerdi, son derece moral bozucu gelişmelerin olduğu, ölüm haberlerinin geldiği günlerdi. Ama bir araya gelmek ve üretmeye devam etmekten güç aldık, çalışma alanı da bir direniş noktası gibiydi.
Oyun boyunca Zabel’in hayatına tanıklık etsek de oyunu 100 yıl öncenin meselesi gibi izlemiyoruz; günümüze dair de veriler söz konusu. Zaten siz de yazarın eserlerinin “bugüne yazılmış mektuplar gibi” olduğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Duygu: Biyografi içinden sahneleri seçerken şuna da dikkat ettik: Sahnelerdeki temalar evrensel kadınlık ve insanlık durumlarını anlatıyor. Zabel Yesayan’ı hiç bilmeyen veya bu konulara hiç ilgi duymayan bir seyirciyi de yakalayabilecek evrensel temalar, doğum, evlilik, ilk aşk, kamusal alanda cinsel taciz, meslek seçimi, aktivizm, kaçış, nasıl bir hoca olduğu gibi temaları anlatıyoruz. Bunlar sahnelerken oyuncuların, yazarların, sanat yönetmeninin kendi hayatlarından örneklerle paslaşabilen temalar. Ya da sorgu sahneleri… Biz oyunu kurgularken sorguyu anlatma kararı verdiğimizde Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay sebepsiz bir şekilde tutukluydu. Onlarla yapılan röportajları okurken Zabel Yesayan’ın da deneyimini okuyor gibiydik. Arada 100 yıla yakın zaman farkı olmasına rağmen yapılanlar ve yaşadıkları çok benzer. Bu da evrenselliğin ve güncelliğin örneği. Müzelik ve tarihi bir hikayeyi alıp bir dönem oyunu yapıyoruz gibi hissetmedik.
Aysel: Aslında dönemler de çok paralel. Bugünkü iktidar tarafından da bol bol Abdülhamit referansları veriliyor zaten. İstibdat döneminden ne kadar farklı bu dönem? Yine kırımların yaşandığı bir dönemdeyiz. Zabel’in bir aydın olarak karanlıkla ve adaletsizlikle boğuştuğunu görüyorsunuz. Pek çok şeyi günümüzle paralel bulmaya başlıyorsunuz. Bugün de bir aydın hakikati savunuyor ve ondan vazgeçmiyorsa çok benzer şeylerle karşılaşabiliyor. Bugünkü seküler toplumun da bir nevi “azınlıklaştırılmaya” çalışıldığı bir süreçten geçiyoruz.
Duygu: Zabel’in bazı özel mektuplarında umutsuzluğa düştüğünü, “ne yapacağım şimdi hiç yazmak istemiyorum” dediğini gördük. Ama kısa bir süre sonra bizim bugün okuduğumuz ve belki de çok beğendiğimiz bir parçayı yazmış. Bir kahraman değil, kahramanlaştırmaya çalıştığımız bir insan değil, bütün yaşadıklarına rağmen, yer yer içine dönen ama her zaman bir şeyler yapmak için çalışan, kendi durduğu yerden üreten bir kadın olduğu için umut verici.
Oyunda Antigone’den de bir alıntı var. Zabel ve Antigone arasında paralellik kurduğunuz için mi böyle bir alıntıya yer verdiniz?
Aysel: Antigone’de ölülerini gömemeyen bir toplum vardır. Antigone çıkar ve yasaklandığı halde kardeşinin ölüsünü gömer. Bugün de insanlar -metaforik olarak- ölülerini gömemiyorlar. Zabel de Antigone gibi, iktidara karşı adaleti bırakmayan bir yazar. Sonunda karanlığa gönderiliyor, ama karanlığa da binlerce zayiat veriyor giderken. Antigone gibi; Antigone de sonunda ölüyor ama eylemiyle binlerce zayiat veriyor baskıcı zihniyete. Hatta zalim kral Kreon bu yüzden önce oğlunu, sonra eşini kaybediyor, nihayet kendi de ölüyor.
Daha önce de kadın hikayelerini sahneye taşıdınız. Ama sanırım ilk kez tarihte yer edinmiş bir kadın karakterin hayatını anlatıyorsunuz. Mesela Bir Kadın Uyanıyor’da oyuna konu olan kadın arkadaşınız çalışmaları izleyebiliyordu. Bu oyunda karakter farazi de değil yanı başınızda da değil. Bu durum nasıl etkiledi yaklaşımınızı ve çalışma biçiminizi?
Duygu: Hem Türkiye arşivleri hem de Sovyetler arşivleri sebebiyle Zabel Yesayan’ın hayatı ve neler yaptığına dair belgeler, yazışmaları yok; bazıları belki yok edildi, bazıları henüz gün yüzüne çıkmamış. Ama bazı belgeler veya otobiyografik eserleri de mevcut. Birebir anılarını yazdığı bölümler, kendisine çok benzeyen bazı karakterleri var. Bilmediğimiz görmediğimiz bir kadının karakter ve yaptığı eylemler üzerine bilgi sahibiyiz. Ama tarihsel malzemede yer yer kopukluklar da var. Bu aşamada bizim hayal gücümüz de devreye girdi. Belirli yerlerde tanıdığımız kadarıyla Zabel Yesayan’ın nasıl davranacağını, ne diyeceğini ya da iktidarın veya karşısındaki kişinin ona ne demiş olabileceğini hayal ettik. Tarihsel malzeme ile hayal gücümüzü birleştirdik. Okuduğumuz anılarda bile, bazen anıda tek cümleyle geçen bir şey bütün sahneyi oluşturdu. Ya da yazılmamış, söylenmeyen bir şey bizim bulduğumuz bir üslupta sahnelendi. Bazen de gerçekten elimizde sadece bir cümle vardı; mesela 1915 kaçış sahnesinde cümle şuydu: “Zabel Yesayan hastaneye saklandı, kendini önce Rum bir dantelacı sonra bir Türk kadın olarak tanıtarak Bulgaristan’a kaçtı”. O hastanede neler yaşanmış olabileceğini bizim hayal gücümüz ve dramaturjik tercihlerimiz belirledi. Ya da sorgulanmasıyla ilgili olarak yalnızca onunla aynı koğuşta kalmış bir kadının Ermenistan’da bir radyo programında anlattıklarını biliyorduk. Mücadeleci olduğunu, sonuna kadar direndiğini, ama bir gün, muhtemelen işkenceden sonra, işlemediği bir suçu kabul etmek zorunda kaldığını biliyorduk. Belgesel yapma iddiamız yok zaten. Kendi gördüğümüz Zabel Yesayan’ı tarihsel gerçeklikle çelişmeyecek şekilde bilimsel olarak anlatıyoruz. Yaptığımız tercihler hakikate uygun şekilde bizim dramaturjimiz ve hayal gücümüzden besleniyor.
Sahne tasarımının bir parçası olarak arka planda bir resim kullanıyorsunuz. Bu resim hem çeşitli ışık ve gölge oyunlarıyla işlevleniyor, hem de üzerinde kendine has bir anlatı var.
Duygu: Bu oyunda daha önceki oyunlarda denemediğimiz bir birlikteliği denedik, sahne tasarımını yaparken bir ressamla birlikte çalıştık. Dilek Şenyürek’in ürettiği resim oyun kadrosunun ürettiği metinle bir araya gelecek şekilde eş zamanlı olarak yapıldı.
Aysel: Oyunun hikayesiyle oyun boyunca sahne arkasında olan resim, resim sanatıyla tiyatro sanatını iç içe geçirdi. Çünkü biyografik bir hikaye var, biyografik yorumlanabilecek bir görsel var. Ya da Zabel bir yazar, görselimiz kağıt malzemenin yaratıcı bir kullanımıyla oluştu. Ayrıca Zabel’in biyografik romanlarından biri olan Sürgün Ruhum’da Zabel’in kendini bir ressam olarak anlattığını iddia edebiliriz, arkadaki resmi oluştururken Dilek bu romandan hayli esinlendi. Ayrıca ressamımız sadece bir resim yapmadı; sahne tasarımı içinde çok fazla boyutlanan bir şey kurdu. Farklı ışıklarla başka başka anlamlar kazanan, gölge oyununa müsaade eden, enteresan bir yapıt oluştu. Işık tasarımıyla birlikte oyun içinde pek çok olanak açtı görsel.
Duygu: Görsel hayat hikayesi yanında bilinçaltını da temsil ediliyor. Bu art alana dair bir veri, seyirci tarafından sezgisel olarak hissediliyor olabilir. Geçmişini hatırladıkça hatta Sürgün Ruhum’dan alıntılayacak olursak Zabel’in “hafızasında kapılar aralandıkça” tabloların aydınlanması ve arkasında gölgelerin hatıraların oluşması.
Renk tercihi, yani soğuk hücre renklerinden koyu kırmızıya giden skala içinde renklerin kazandığı anlam Zabel’in hayatının gittiği noktayı anlattı. Kurgu da öyle; gerçekçi, soğuk, karanlık hücreden daha renkli, mizahı gözyaşını aktivizmi kavgayı içeren geçmişe gidiyoruz. Ölüme giden karanlık kadın diğer tarafta canlı ve hayatını her yönüyle yaşamış ve yaşayabilecek bir kadın. Bu birliktelik bize farklı bir şey katmış oldu.
Şimdiye kadar sergilenen kadın oyunlarının sayısını dikkate alınca BGST’de bir kadın oyunu geleneğinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu oyun bu gelenek içinde nerede duruyor, böyle bir değerlendirme yapmanız mümkün olur mu?
Aysel: Bu geleneğin bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Projelerin ortaya çıkış itkisi de çok benzer. Projelerin hepsi bir 8 Mart eylemi gibi çıkıyor. Prömiyerlerini 8 Mart’ta yaptı hepsi. Bir kadın örgütlülüğü içinde olmaya, kadın dayanışmasına inanan bir topluluğuz; kadın çalışması yapmaktan keyif alıyor ve motive oluyoruz. Bu kadın dayanışmasını 8 Mart’a doğru yükselten bir motif olarak bir sanat eseri ortaya koymaya çalışıyoruz. Oyun, 8 Mart’ı güçlendiren, 8 Mart çağrısını da güçlendiren, 8 Mart’ın bizim hayatımızdaki yerini de güçlendiren bir şeye dönüşüyor. Zabel de aynen bu şekilde ortaya çıktı. Geliştirerek kalıcılaştırıp olgun bir sanat eserine dönüştürmüş oluyoruz.
Seyirci tarafından, özellikle de tarihsel gerçeklik bağlamında, nasıl algılandı?
Aysel: Sema Kaygusuz’un güzel bir yorumu vardı; yapmak istediğimizin anlaşıldığını hissedip mutlu olduk onu duyunca: “Tarihsel meselenin üzerini örtmeden ama ölüleri de incitmeden çok insani, samimi bir dil kurulmuş”, dedi. Oyunda tarihsel gerçeklik, daha doğrusu hakikat noktasında sapma olmaması bizim için çok önemli. Özellikle Ermeni izleyicilerimizden görüş almaya çalışıyoruz. Genelde görüşler olumlu. Agos’ta, Nor Marmara’da oyun hakkında olumlu, güzel yazılar çıktı, mutlu olduk elbette.
Duygu: Zabel Yesayan daha çok bilinen, okunan bir yazar olarak düşünsek de aslında bu yazarı hiç duymamış ve oyunda öğrenen seyirciler var. Böyle bir insan mı yaşamış, hemen gideyim kitaplarını okuyayım diyenler oldu.
Aysel: Bursa’da bir oyun oynadık; anladığımız kadarıyla seyircilerin çoğu Zabel’i tanımıyordu. Oyundan çıkan iki seyirci “Sahnede de hiç Türk yoktu, herkes Ermeni’ydi” diye söylenerek rahatsızlığını dile getirmiş. Halbuki oyunda Türk karakterler de var, ama Ermeni bir kadının ve Ermeni meselesinin gündem edilmesi dahi rahatsız edici onlar için. Ama bizce bu karşılaşmaların zaten yaşanması gerekiyor.
Teşekkürler.
Söyleşi: Sezin Gündoğan
Bu söyleşi Mimesis Sahne Sanatları Portali’nde yayınlanmıştır.