Aysel Yıldırım
Ehrensache/Namus Meselesi
Theaterperipherie[[dipnot1]]
Yazar: Lutz Hübner
Yönetmen: Alexander Brill
2004’te iki Türk genç erkek, Almanya Westfalen eyaletinin Hanau kentinde iki genç kadından birini öldürür, diğerini ağır yaralar. İki kadın otoban kenarına atılmıştır; 30 bıçak darbesi alan kadın ölmüştür, arkadaşı ise 14 bıçak darbesi aldığı halde kurtarılır. İki zanlı Türk, olayın hemen akabinde tutuklanır.
Bu olay 2004 yılında Almanya’da yaşanmış gerçek bir olaydır. Namus Oyunları haftası etkinlikleri çerçevesinde Garajİstanbul’da izleme fırsatı bulduğumuz ehrensache/Namus Meselesi adlı oyun da bu gerçek hayat hikayesinden yola çıkılarak yazılmış:
Oyun sorgu odasında başlar. Alman doktor Kobert, ayrı ayrı katil zanlısı Sinan ve suç ortaklığı yapan arkadaşı Cem’i sorgular. Israrla hatırlamadıkları/itiraf etmedikleri cinayet, flash-backler ve yaralı kurtulan kız arkadaş Ulle’nin tanıklığı ile açığa çıkar. Olayın aslı şudur: “İki Türk delikanlı Frankfurt’ta bu iki genç kadınla tanışmış ve eğlenceli bir gün geçirmek amacıyla, şehrin merkezine inmişlerdir. Fakat Sinan’ın Elena’yla ilişkisi/gerilimi öyle bir hal alır ki, geri dönüş yolunda Sinan Elena’yı 30 yerinden bıçaklayarak öldürür. Tanık Ulle ise 14 yerinden bıçaklanır.”
Yazara ve theaterperipherie’ye göre, bu bir namus cinayetidir: Sinan Elena’yı, olayı bir “namus meselesi” haline getirerek öldürür. Elena kendisine davranması gerektiği gibi davranmayarak, isteğini yerine getirmeyerek Sinan’ın onurunu kırmış, namusunu kirletmiştir. Sinan Elena’yı kirlenen namusunu temizlemek için öldürür. Çünkü Sinan “namuslu bir ailenin namuslu oğludur”. Elena’nın ise kirlenecek bir namusu yoktur, çünkü o zaten “namussuzdur”. Bakire değildir, kirlidir. Sinan onunla eğlenebilir, ama asla evlenmez. Çünkü Sinan el değmemiş, “kullanılmamış” “namuslu” bir kadınla evlenecektir. Gönlünce eğlenemediği bir kadın ise, Sinan’ın onurunu kırmış olacak, hatta belki dedikodular üzerinden Sinan’a ve aile ismine de halel gelecektir. Dolayısıyla Sinan’ın bu işi temizlemesi gerekir. 30 bıçak darbesinin arka planı kabaca böyledir. BMV sahibi, çalışan, henüz bekar Sinan kişisel gururundan evvel erkeklik gururunu ve aile onurunu korumak adına Elena’yı ve onun tarafından kirletilen namusunu “temizler”.
Ehrensache/Namus Meselesi, temelde bu edimi anlamaya ve değerlendirmeye çalışıyor; namus cinayetini anlatırken kurban kadına ve onun deneyimine odaklanmanın ötesinde, fail olarak konumlanan erkeğe ve erkekliğe odaklanıyor. Theaterperipherie namus cinayetini, geleneksel/ataerkil toplumun kurduğu namus mefhumunu korumak adına erkeklik tarafından kadınların “kurban edildiği”, ama diğer yandan erkeklerin de “tutsağı” olduğu bir olgu olarak ele alıyor. Meselenin erkeklik açısından nasıl yaşandığını, erkeğin/suçlunun psikolojisini, ataerkil toplumun genç erkekler üzerindeki etkisini sorguluyor. Sinan, yapılan sorgulamalarda kendini savunurken, onu bu cinayeti işlemeye neyin ittiğini de betimliyor; kendisini aklayamıyor ama ataerkil yapının hayatında hangi çıkmazları ördüğüne dair ciddi veriler veriyor. Erkekliğin erkeği de ezdiği vurgulanıyor: aile ve erkeklik “onuru”, “namusu” olarak tanımlanan şey, özgür bir kimlik kurmaya çalışan erkek üzerinde de baskı oluşturuyor. Bu baskı ile yüzleşemeyen Sinan, “hata” yaptığında, hesabı “namussuz” olan ve “namusuna” leke süren kadına kesiyor.
Oyun bu yönüyle, namus cinayetini erkeğin gözünden anlatması, erkekliğin ve namus söyleminin Almanya’da kuruluş biçimini araştırması ve eleştirmesi anlamında önemli.
Diğer yandan oyunu değerlendirirken, eleştirelliğin geliştirildiği bağlamı ve eleştirenin tavrını biraz daha dikkatle incelemek gerekiyor. Namus Oyunları Haftası’nda konuk olan iki yabancı oyun –Ehrensache/Almanya ve Is.Man/Hollanda- Türk-Kürt göçmen nüfusun yoğun olduğu bu iki batılı ülkede, namus cinayetlerinin kamusal bir tartışmanın –şöyle ya da böyle- konusu olduğunu gösteriyor. Adelheid Rosen’in oyunu Is.Man Hollanda’ya 60 ve 70’li yıllarda göç etmiş Türkiyeli erkekler etrafında örülen yarı-kurgusal bir namus cinayetini tartışıyor.Ehrensache/Namus Cinayeti de dördüncü kuşak Türk erkeklerinin[[dipnot2]] namus serüvenini merkeze alan bir yapı kuruyor. Gruplarla yapılan söyleşilerden, her iki oyunun da namus cinayetlerini alternatif bir çerçeveden inceleme derdi içinde olduğunu öğreniyoruz: iki grup da, ülkelerinde namus cinayetlerinin “göçmenlerin/doğuluların ülkeye taşıdığı, İslam ve dini fundamentalizm temelli bir sorun” olarak algılandığını, ama kendilerinin alternatif bir bakış üretmeye çalıştıklarını, bu sorunu artık “kendi toplumlarının sorunu olarak gördüklerini, namus cinayetlerinin İslam ve fundamentalizm çerçevesinde Şarklılaştırılmaksızın ataerkil sistem analizi içinde çözümlemeye çalıştıklarını savunduklarını” belirtiyorlar.[[dipnot3]]
Pekala, gerçekten Batı merkezli bir bakışı aşan bir eleştirellik kurabiliyorlar mı? Is.Man adlı oyunu izleyemediğimiz için onu yorumlayamayacağız, fakat ehrensache/Namus Meselesi‘ne dönecek olursak, bu noktada oyunun çeşitli zafiyetler içerdiğini söyleyebiliriz. Namus cinayetleri söylemsel olarak gelenek ya da kültüre bağlanarak, o kültüre dışarıdan bakan Batılı bir göz tarafından eleştiriye tabi tutulduğunda, şayet o Batılı göz ‘Doğulu/geleneksel’ olanla arasındaki iktidar ilişkilerini ve kendi Batılı kültürü içinde de pekala mevcut olan şiddeti de eleştiriye tabi tutmuyorsa, sonuç genellikle, o iktidar ilişkilerinin yeniden üretilmesi ve Batılının şiddetinin Doğulununki üzerinden meşrulaştırılması şeklinde oluyor. Biz bu filmi, Türkiye’de zaten izliyoruz. Namus cinayetleri “töre” üzerinden tanımlanarak doğrudan Kürt kültürüne atfediliyor. Bu atıf üzerinden, aslında Kürdi olmayan toplumun tümüne yayılmış namus/aşk/tutku cinayetleri görmezden geliniyor ya da temize çekiliyor.[[dipnot4]] Almanya bağlamında da aynı senaryonun bir versiyonu yazılıyor sanki: ama bu kez şiddet “Türk kültürü” üzerinden betimleniyor ve yine Batılı erkeğin uyguladığı şiddet mevzu bahis olmuyor. Oyunda en rasyonel, en soğukkanlı, “Batılı akıl” doktor Kobert, krize girmiş, köşeye sıkışmış Türk failleri “sorguluyor”. Ve oyun geleneğe/kültüre dair empatik bir sorgulama içinde olduğunu iddia etse de, aslında dramatürjik olarak bu “iyi niyetli” sorgulama doktor Kobert’in “sorgusu” ile örtüşüyor. Doktor Kobert (ideolojik olarak da Batılı akıl), iki delikanlıyı (geleneğin kıskacındaki Doğulu erkeği) sorguluyor; “nesnel” bir biçimde, bu cinayeti neden işlediklerini anlamaya çalışıyor, onların konumunu “sorunsallaştırıyor”. Fakat Doktor Kobert’in konumu ya da onun nezdinde hiçbir Batılı erkek aklın konumu ya da şiddeti “sorunsallaştırılmıyor”. Acaba, “Alman erkekliği” şiddetten arınmış bir erkeklik mi?
Oyun sonrasında grupla yapılan söyleşide, bu soruyu gruba sorduğumuzda, erkekler ve kadınlar arasındaki şiddetin tüm toplumlarda var olduğu konusunda hemfikir olduklarını belirttiler. Alman kadın oyuncu Anja Arnckne, kıskançlık yüzünden Alman kadınlarının da öldürüldüğünü, fakat bunun aşk cinayeti olarak kayda geçtiğini hatırlattı. Yönetmen Alexander Brill, kadının Alman toplumunda da şiddete maruz kaldığını, ama aşk cinayetinin bireysel bir suç olduğunu, namus cinayetinin ise ataerkil/sistemik bir suç olduğunu belirtti.
Acaba aşk cinayeti bireysel bir suç mu, yoksa ataerkinin göbeğinde şekillenen sistemik bir suç mu? İlkini iddia etmek, töre/gelenek söylemini eleştirirken, tutku ve aşkın bir nevi “modern töreye” dönüştüğünü göz ardı etmek anlamına gelmez mi?[[dipnot5]]
Program dergisinden bir bölümü alıntılamak istiyorum; “Tüm toplumlarda erkekler ve kadınlar arasında şiddet vardır. Kadına yönelik şiddetin resmi olarak onaylanmadığı demokratik Batı toplumlarının aksine, bazı kültürlerde bu şiddet onay görmektedir…”
Ülkemizde de, bu şiddet hukuki anlamda belli ölçülerde onay görüyor. Bilindiği gibi 2004 sonrasında CMUK’ta yapılan değişikliklere rağmen, geçen dört yıl içerisinde, namus cinayetlerinin yaptırımları, çeşitli tüzükler üzerinden hafifletilmeye devam edildi. Hukukun, namus cinayetlerine dair ciddi yaptırımlar getirmesi yönündeki talebi haklı buluyoruz. Ve Batılı ülkelerin bu açıdan daha ileri bir noktada oldukları doğru. Bunun yanı sıra, hangi bağlamda olursa olsun, Batıdan Doğuya doğru bakarken, söz konusu kültürü, şiddeti ve onaylanma biçimlerini çok boyutlu işlemeksizin, en önemlisi öz eleştirel bir tutum geliştirmeksizin kültürü/geleneği eleştirmek ancak “geleneğin kıskacındaki kadın ve erkekler” söylemini yeniden üretiyor. Bu söylem de Batılıyı ancak kurtarıcılık/manipülatörlük kıskacına taşıyor.