Anayasa ve Toplumsal Cinsiyet Panel Metni / 28 Ekim 2007
28 Ekim 2007 tarihinde, İstanbul Kitap Fuarı’nda yapılan etkinliklerden biri de “Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi”nin düzenlediği “Anayasa ve Toplumsal Cinsiyet” başlıklı paneldi. Moderatörlüğünü Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi, aynı zamanda derginin danışmanlarından Prof. Dr. Nükhet Sirman’ın üstlendiği panele, Av. Habibe Yılmaz Kayar (Kadınlara Hukuki Destek Merkezi-KAHDEM), Av. Fatma Benli (Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği-AKDER), Yeşim Başaran (LGBTT Dayanışma Derneği-Lambda İstanbul) ve Yard. Doç. Dr. Nazan Üstündağ (Feminist Yaklaşımlar Dergisi Danışmanı-Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi) konuşmacı olarak katıldı. Panelde yapılan konuşma ve tartışmaların tam metnini sizlerle paylaşıyoruz.
Nükhet Sirman: Bildiğiniz gibi “Anayasa Kadın Platformu” ezilenler ve kadınlardan yana özgürlükçü bir anayasa için bir metin çıkardı ortaya. Bunun dışında başka sivil toplum örgütleri de anayasa konusunda konuşuyorlar ama yine kadınları kadınlardan başka kimse düşünmüyor. Dolayısı ile biz bugün kadın bakış açısı ile bir anayasa nasıl olabilir? Kadınlardan yana bir anayasa nasıl olabilir ve kadınları göz ardı etmenin maliyeti nedir? konularında konuşmak istiyoruz. Ben sadece ve sadece burada kolaylaştırıcı olarak bulunuyorum. Konuşmacılarımızı konuşma sıraları ile tanıştırayım size. İlk önce Habibe Yılmaz Kayar konuşacak. Habibe Yılmaz Kayar Kadınlara Hukuki Destek Merkezi üyesi, aynı zamanda da internette kadın ve hukuk konusunda çok önemli işler yapan bir sitenin de üyesi, o sitede çok iş yapıyor. İkinci konuşmacımız Yeşim Başaran. Yeşim Başaran Lambda İstanbul’dan. Üçüncü konuşmacımız avukat o da AKDER ’in bir üyesi. Son konuşmacımız da Nazan Üstündağ. Nazan ve ben aynı zamanda Feminist Yaklaşımlar dergisinin danışmanlarıyız. Nazan burada biraz da Barış Meclisi’nin bir üyesi olarak konuşacak.
Habibe buyurun.
Habibe Yılmaz Kayar: Merhaba. Aslında anayasada kadının ve toplumsal cinsiyetin tartışılmasından öte, ben bir giriş konuşması yapmak ve bize pilot, kılavuz görevi görecek olan ilkelerden bahsetmek, ve Türkiye Hükümetlerinin uluslararası sözleşmeler karşısındaki tavrını açıklamak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti kendisi için bağlayıcı olan birçok uluslararası sözleşmeye imza atmış olan bir ülkedir. Bu uluslararası güvenceye bağlanmış sözleşmelerin doğru bir şekilde uygulanabilmesi için öncelikle doğru bir sözleşme okur-yazarlığına ihtiyacımız olduğunu ve bu okuryazarlığın yalnızca hukukçuların sorunu olmadığını, bütün yurttaşların, erkeklerin, kadınların ve hükümetlerin görevi olduğunu düşünüyorum.
Fakat aynı hukuksal metinlerin değişik sebeplerle çok farklı okunduğuna, anlaşıldığına tanık oluyoruz. Üstelik bazen yanlış okunduğuna, hatta daha da vahimi, okunmadığına tanık oluyoruz.
Bunu nereden çıkarıyoruz?
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri bir hukuk devleti olduğu iddiasıyla ve uluslararası sözleşmelerin gereklerini yerine getirme vaadiyle bir takım sözleşmelere imza atıyor.
Çok eski bir tarih, 22 yıl önce 1985 yılında T.C hükümeti CEDAW ( Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi)’ni bazı çekinceler ile ilk imzalayan ülkelerden biridir. Bunu -pek de zorlanmadan- neden imzalamıştır? Çünkü onun gereklerine uymak gibi bir niyeti yoktur. Uluslararası alanda bir sözleşmeyi imza eden prestijli bir ülke olmak istiyordu. Ve uluslararası mekanizmalar da onları hiç sıkıştırmıyorlardı açıkçası. Bu dönemde 82 anayasası vardı. 82 anayasasının getirdiği, uluslararası sözleşmelerin anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceğine ilişkin bir güvence vardı. Buna rağmen T.C Hükümeti uzun süre sözleşmenin gereklerini yerine getirmemiştir. TCK ve Medeni Kanunda İnsan Hakları ve CEDAW Sözleşmesine aykırı yasal düzenleme ve uygulama 2002 yılına kadar devam ettirilmiştir.(Hala devam eden aykırılıkları şimdilik tartışma dışı bırakıyorum)
2002 yılına kadar Anayasa Mahkemesi’ne giden birkaç dava yolu ile kadının işte çalışmasının erkeğin iznine bağlı olmasının anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu tespit edilmiş ve bu kararlarda CEDAW’a da gönderme yapılmıştır. Yine seks işçisine tecavüz sanığına indirim olanağı tanıyan TCK düzenlemesi Anayasa mahkemesinde iptal edilmiştir. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin de tarafı olan Türkiye, yine Anayasa Mahkemesi iptal kararı ile evlilik içi-evlilik dışı doğan çocuklar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmıştır.
Görüyoruz ki Uluslararası sözleşmelere aykırılıklar genellikle Anayasa Mahkemesine iptal istemli olarak gittiğinde tartışılmış ve sözleşmeler hukuksal dayanak olarak dikkate alınmıştır.
(Belirtelim ki aynı Anayasa Mahkemesi kadının evlilik sırasında eşinin soyadını alması zorunluluğunu düzenleyen Medeni Kanun’un ilgili maddesini eşitliğe aykırı saymamış ve iç hukuk yolları tüketildiğinde dava A.İ.H.M’ e taşınmış ve T.C.Hükümeti mahkûm edilmiştir.
Yine töre cinayeti olarak adlandırılan aile içi öldürmeyi düzenleyen ve sanık hakkında neredeyse beraata varacak indirimler öngören düzenleme yine aynı Anayasa Mahkemesince eşitlik ilkesine aykırı bulunmamıştır.)
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarına dayanak olarak gösterilen sözleşmeler mahkemelerde ve uygulamalarda görmezden gelinmiştir ve anayasa düzenlemesine aykırı hareket edilmesine izin verilmiştir.
Hükümetler bağlayıcı özellikte olan sözleşmelere uygun yasa yapmamış, aykırı yasaların uygulanmasına izin vermiş ve dahası Anayasa’nın 90/ son maddesindeki güvenceye rağmen, iç hukuk ile çelişki söz konusu olduğunda CEDAW sözleşmesinin doğrudan bir hukuk metni olarak uygulanması gerekliliği için hiçbir mekanizma geliştirilmemiştir.
Oysa 1982 anayasasının 90/son. Maddesi şöyledir;
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.
Yani Uluslararası sözleşmeler usulüne uygun bir şekilde kabul edilip yayınlanmışsa iç hukuk normu haline gelir. Sözleşme bizim yasamız haline gelir ve üstelik çok güçlü bir yasa haline gelir. Öyle güçlüdür ki anayasaya aykırılığı iddia edilemez ve hatta ve öyle güçlüdür ki eğer kendi hukuk düzeninizde bu sözleşmeye aykırı bir düzenleme varsa doğrudan doğruya sözleşmeyi uygulayabilirsiniz. Yani uluslar arası sözleşmenin uygulanma önceliği vardır.
Bir uluslararası sözleşmeye imza atmak demek onu Anayasa tarafından doğrudan güçlendirilmiş norm haline getirmek demektir. Yasal normun da üzerinde ve gücündedir.
Fakat neler olmuştur? Anayasanın 90/son maddesini hiçe sayan hükümetler halen bu sözleşmelerin gereğini yerine getirmemişlerdir. Örneğin kadınların evrensel hak bildirgesi diyebileceğimiz CEDAW hükümetlere, evlilikte, evliliğin başlamasında veya sürdürülmesinde, sonuçlarında kadın ve erkek yaşantısının her aşamasında eşitlik ilkesini öne sürmüşken, sözleşmenin amacına uygun düzenlemeler ancak 2002 yılında 4721 sayılı Türk Medeni Kanununa büyük ölçüde yansımış ve bunu TCK düzenlemesi takip etmiştir.
Bu düzenlemelere rağmen ve hatta A.İ.H.Sözleşmesine aykırılığın mahkemece tespitine rağmen şu anda bile Medeni Kanunda kadının ve çocuğun soyadı konusu hala eşitliğe aykırı bir şekilde kalmaya devam etmektedir. Yine Medeni Kanunun mal rejiminin geçmiş evlilik dönemlerine uygulanmasının önlendiği uygulama kanunu konusunda tartışmalar ve eleştiriler devam etmektedir. Bu konu Anayasa Mahkemesine dava yolu ile taşınmıştır.
Türk Ceza Kanununda da bazı tartışmaların olduğunu biliyoruz. Bütün bu açıklamalardan sonra hükümetleri/yasa yapıcıları uluslararası sözleşmeye uymamakla itham etmek çok da yanlış olmayacaktır. Sadece uymadıklarına değil, okumadıklarına da tanık oluyoruz.
Yürürlükte olan TCK tasarısı sırasında bu görülmüştür. Ceza kanunu ile ilgili komisyonla bir toplantıda “TCK tasarısı sırasında CEDAW’ı dikkate aldınız mı?” sorusuna komisyondan “CEDAW nedir?” diye yanıt verilmişti. Şimdi muhtemelen anayasayı hazırlayan komisyona “Anayasa taslağı hazırlanırken CEDAW ‘ı dikkate aldınız mı? Diye bir soru sorulsa “CEDAW nedir?” yanıtını almak şaşırtıcı olmayacaktır.
Anayasa mad.90/son uluslararası sözleşmelere uyma zorunluluğunu getirmektedir. Bu gereklilik Anayasa Taslağının hazırlığında da aynen geçerlidir. Son gördüğümüz Anayasa taslağında CEDAW’ın hiç okunmadığını ve Anayasa mad90/ son düzenlemesinin ise taslağa alınmadığını, unutulduğunu görmek mümkündür.
Bu durumuyla temel hak ve özgürlüklerin korunduğu ve güvenceye bağlandığı bir Anayasa hazırlamak niyetinde olmadıklarını düşünüyorum. Aksine hakların, sözleşmelerin ve güvencelerin inkâr edildiği ve kadına yer vermeyen “Babayasa” hazırlığı içerisinde olduklarını düşünüyorum.
Çünkü eskiden beri Anayasalar yapılırken hükümetler görünüşte toplumu temsil ediyormuş gibi yapsalar da, gerçekte temsil edilen toplumdaki egemen ilişkiler ve anlayışlar olmuştur. Bu egemen ilişkiler de erkeğe göre biçimlenmiş ilişkilerdir ve bunlar aynen yasalara ve anayasaya yansımıştır. İncelendiğinde 1961 Anayasası’nda kadın sözcüğünün geçtiği bir yer var o da “devlet çocuğu ve anayı korur” düzenlemesi. Metnin başka bir yerinde “kadın” sözü yok. Birçok konuda düzenleme başlıkları var, var kıyıların korunması, turizmin geliştirilmesi, sanayinin geliştirilmesi, sporun geliştirilmesi, vs gibi. Ama kadın yok. Kadın nerede var? Sadece” ana “olarak var. Çocuk doğurmamış kadın yok sayılmaktadır. Yurttaş Kadın olarak yok. Yani Nüfusun yarısı yok. Bu trajik durum, 1982 Anayasası’nda da devam ediyor. Yine aynı şekilde kadın, ana olduğu zaman anayasada kayda değer görülmektedir.
1982 Anayasası’nda bir takım zorlamalarla kadın sözü 10.maddeye eklenmiş ve “Kadın ve erkek eşittir” denmiştir. 10. madde aslında çok açık bir şekilde herkes, hiçbir statü farkına bakmaksızın eşittir diyordu. Ama eşitsizlik öyle bir ortadaydı ki hani ayıp olmasın diye kadın ve erkek eşittir denmiştir. CEDAW gereği fiili eşitlik sağlanması için özel önlem alınması gerekliliği talebi o dönemdeki kadın hareketinin açık bir talebi olarak tartışıldı fakat pozitif ayrımcılık sözünün buraya eklenmesi önerisi reddedildi. Arkadaki düşünce, erkeklerin hakim olduğu yaşantıdaki haklarını kaybetmesi endişesiydi.
CEDAW’da sözü edilen fiili eşitlik kavramı hükümetçe yeteri kadar anlaşılmadı.
Çünkü sözleşmenin ruhu ve amacı anlaşılmıyor ve hatta okunmuyor, yok sayılıyordu. Yani yine sözleşme okuryazarlığı sorununu ciddi olarak kendini göstermişti.
Yeni bir Anayasa hazırlığı içinde bulunduğumuz şu günlerde sorunumuz nedir?
Anayasalarda kadının kadın olarak, birey olarak, kadın yurttaş olarak, medeni hallere, çocuk sahibi olup olmamaya, birinin kızı, birinin eşi, birinin annesi olup olmadığı gözetilmeksizin insan olarak değerlendirilmeye, hiçbir başka şekilde açıklanmaksızın doğrudan doğruya temsiline ihtiyacımız var. Ve biz uluslararası anlamda CEDAW sözleşmesinin ve diğer sözleşmelerin tarafıyız. Anayasaya hazırlanırken bu sözleşmelerin gereklerinin gözetilmesi zorunluluğu vardır. Bu bir lütuf değildir.
Hükümetin açıkladığı tasarıda yer verildiği gibi, kadınlar bir dönemle sınırlı, korunması gereken, özel bakılmaya ve muhtaç kişiler değildir. Toplumun yarısıdır. Eşit itibarlı yurttaşlardır. Görmezden gelinemez ve yok sayılamazlar. Ama durup dururken görmediklerinin farkındayız. Görülmemiz gerekiyor. Bu nedenle daha önce anayasa konusunda oluşturulan grubun açıklaması bir etki yarattı, çünkü sessiz kalınsaydı hala okuma yazmayı beceremeyeceklerdi bu becerilerini kazandırmak durumundayız. Ya da mecburen bunu gerçekleştirmek durumundalar yoksa buna karşı uluslararası mekanizmalar da var. Bir hukukçu olarak biz bu mekanizmaları kullanmaktan gayet keyif alırız. Ve bunları kullanırız. Hükümetimize kolay gelsin. Teşekkür ederim.
Nükhet Sirman: Teşekkürler Habibe. Yeşim Başaran’a veriyorum sözü.
Yeşim Başaran: Merhaba, Feminist Yaklaşımlar Dergisi’ne çok teşekkürler. İki nedenle: Birincisi diğer konuları şu an içinde yaşadığımız savaş atmosferine heba etmediğiniz için, diğeri de anayasa tartışmasına toplumsal cinsiyetin sadece kadın-erkek rollerini değil, kime aşık olduğun, kadın gibi doğmadıysan da kadın kıyafeti giyip kadın gibi davranmak istediğinde buna da hakkın olduğuna dair bir yelpazeyi de kapsadığının bilinciyle bizi de davet ettikleri için çok teşekkürler.
Türkiye’de LGBTT hareketi, yani lezbiyen, gey, biseksüel travesti, transseksüel (bundan sonra hep LGBTT diyeceğim) çok yeni bir tarihe sahip. Biz örgütlenmeyi, mücadele etmeyi yeni yeni öğreniyoruz. Tüm bunların içinde hukuk mücadelesi çok yeni olduğumuz bir alan. Hukuk mücadelesi ile ilk tanıştığımız dönem Türk Ceza Kanunu tartışmaları sırasında kadın hareketinin güçlü çıkışının bize de şöyle bir değmiş olması. Onlar, daha biz bu taleple sürece eklemlenebileceğimizin farkında değilken, cinsel yönelim temelli ayrımcılığın ceza kanununda tanımlanmasını istemişlerdi. Üstelik bu talebi ceza kanunun tasarısına bile sokmuşlardı. Bunun üzerine biz de harekete geçip meclise gitmiştik 15 LGBTT birey olarak. Bu, bir dönüm noktasıydı bizim için, o on beş kişi açısından da tabii ama o anlamda söylemiyorum. Bizim için küçük, Türkiye için büyük bir adımdı. Çünkü pek çok LGBTT birey, meclise giderek hakkını sorabileceğini, yani vatandaş olabileceğini o girişim sayesinde gördü. Ve genelde eylemlerimiz çok duyulmaz ama birdenbire eşcinsel insanları –yani toplum dışı, marjinal, hani belki eğlence alanlarında olabileceği düşünülen bir kimlikle- devletle yan yana görünce, birkaç tane gazetede ana sayfada olmak üzere bütün gazetelerde yer almıştı. Bu tabii bizim sesimizin LGBTT bireyler tarafından da duyulmasında, dolayısı ile onların kendilerini güçlü hissetmesinde bir aşama olmuştu. Şimdiki anayasa tartışmaları da bu sürecin devamı aslında. Biz cinsel yönelim temelli ayrımcılığın tanımlanmasını istemiştik. Tasarıda olmasına rağmen Cemil Çiçek iki şey söyledi, birincisi: “Bunu biz anayasadakilerle sınırlayalım. Eşitlik maddesinde hangi tanımlar varsa -dil, din, ırk, cinsiyet- Türk Ceza Kanunu’ndaki ayrımcılık karşıtı maddede de aynı şey olsun fazladan bir şey eklemeyelim dedi”. Yani hukuki bir tartışma değil tabii bu. Diğeri de: “Zaten cinsiyet de kapsar”, dedi “eşcinsellerin sorunlarını”. Tabii ki kapsamadığı için biz hukuki sorunlar yaşıyoruz şu an. Hukuken tanınmadığımız için sorunlarımız var.
Türkiye’de eşcinsellik suç değil, başka ülkelerden insanlar baktıklarında “a ne güzel suç değil!” diyorlar, çünkü bir sürü ülkede yeni yeni değişse de, LGBT olmak nedeniyle ceza alabiliyorsunuz, hapiste yatabiliyorsunuz, idam cezası olan ülkeler var. Türkiye’de suç değil denince bir sorun da yokmuş gibi duruyor. Ama bu LGBTT bireyler kamusal alanı zorlamadığı için. Bir süredir her şey sütliman gözüküyordu. Biz yavaş yavaş son on yıldır kamusal alanı zorlamaya başlayınca hukuken tanınmıyor olmamız bize hukuki sorunlar olarak geri dönmeye başladı. Mesela şu an Lambda İstanbul derneğimiz yargılanıyor. Biz 93 yılından beri varız ama iki yıl önce dernek olalım dedik. Bu sadece Lambda değil Türkiye’deki diğer LGBTT dernekleri için de geçerli, yani hepimiz sırayla tüzük yazıp başvurduk. Başvurunca kuruluyorsunuz ama sonrasında uygun bulmadıkları bir şey varsa tüzüğünüzü onaylamıyorlar ve kapatmaya çalışıyorlar. Şu an biz o süreçteyiz. Yargılanıyoruz. Yargılanma gerekçemiz de lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel kelimelerinin genel ahlaka aykırı olması. Cemil Çiçek’in TCK tartışmaları sırasındaki söylemini dikkate alacak olursak, cinsiyet bizi kapsadığı için genel ahlaka aykırı sayılmamamız gerekirdi! Kadınlar genel ahlaka aykırı değilse cinsiyet de bizi kapsadığı için biz de genel ahlaka aykırı değiliz, öyle değil mi? Cemil Çiçek’i referans gösteriyoruz, onun sözüne dayanarak. Ama işler böyle yürümüyor.
Sonuçta anayasada eşitlik maddesine ek isteme nedenimiz, zaten var olan bir eşitsizliğe karşı devletin önlem almasını talep ediyor olmamız. Bu önlemi alması gerektiğini ona hatırlatıyoruz. O nedenle cinsel yönelimin anayasanın 10. maddesine eklenmesini istiyoruz. Sadece cinsel yönelimin değil cinsiyet kimliğinin de eklenmesini istiyoruz biz. Şu an biraz zıpçıktı kaçıyoruz hani, bunlar da kim ki? Cinsiyet kimliği ne? diye şaşırıyor pek çok insan. Muhalif çevrelerde de insanlar algılayamadı “cinsiyet kimliği niye isteniyor?” diye. Cinsellik kadın ve erkek anatomisi ile bağlantılandırılarak değerlendiriliyor. Ama bu transseksüelleri kapsamıyor. Kadın doğdum erkek kıyafeti giyiyorum, kadın doğdum erkek olmak istiyorum veya erkek doğdum kadın kıyafeti giyiyorum, erkek doğdum kadın olmak istiyorum, dediğinizde direkt yine hukuk dışı kalıyorsunuz. Cinsiyet kimliği talebimiz, travesti ve transseksüellere karşı olan ayrımcılığı ya da eşitsizlikleri engelleyecek bir hukuki tanınma ihtiyacı aslında. Cinsiyet kimliği ifadesinin anayasanın eşitlik maddesine girmesini bu nedenle istiyoruz.
Şöyle tartışmalar da var, mesela kotayla ilgili Ruanda üzerinden böyle bir tartışma yapılmıştı. Hani nerede var ki bu yasa maddesi, ya da şurada var burada yok meseleleri var biliyorsunuz. Yani devlet zaten vatandaşlarına doğalında tanıması gereken hakları yasalarda tanımlamayı taviz vermek gibi algılıyor. Yani doğalında bizim ölmeme hakkımız olmalı, rahat yaşayabilme, zarar görmeme, var olabilme hakkımız olmalı, ama devlet bunu bir taviz olarak algılıyor. “Daha şurada yok ki, niye Türkiye’de olsun, biraz vakit geçsin, onlar alsınlar yasalarına, bizi zorlasınlar, ondan sonra” gibi; Ki buna örnek biz cinsel yönelimi söylediğimizde -daha cinsiyet kimliğini tartışamadık bile- meclis anayasa komisyonu başkanı Burhan Kuzu ve AKP’nin anayasa komisyonu başkanı Dengir Mir Mehmet Fırat benzer bir tepki verdiler: “Daha Avrupa’da hiçbir ülkenin anayasasında cinsel yönelim tanımı yok, Türkiye’de niye olsun? Zaten toplumun çoğunluğunun kabul edeceği bir şey değil” dediler. Oysa biz zaten toplumun çoğunluğu eşcinsellerin ve transseksüellerin varlığı ile ilgili problem yarattığı için, o probleme karşı korunmak için istiyoruz bunu. Yoksa zaten niye herhangi bir kimliği herhangi bir hukuk maddesinde tanımlama ihtiyacı duyalım ki? Bizde tersine işliyor; Türk olmayı koruyorlar, aslında Türk olmadığı için zarara uğrayanları korumaları gerekirken. Bu konuda da aynı şey. Bu çoğunluğun fikrine bırakılabilecek bir şey değil.
“Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin tanınması hiçbir yerde yok” dendiği için biz hangi ülkelerin yasalarında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadeleri var, paylaşmak istedik. Cinsel yönelim ifadesi çok fazla anayasada yok. Ekvator, Fiji, Portekiz ve Güney Afrika Cumhuriyetinin anayasalarında cinsel yönelim eşitlik maddesinde tanımlanıyor ve bu ilk defa Güney Afrika Cumhuriyeti anayasasında tanımlanmıştı. Çoğu ülkede anayasal düzeyde bu tanımlamalar belki yok ama pek çok yasal düzenlemede LGBTT hakları korunuyor. 49 ülkede iş yerinde yaşanan ayrımcılığa karşı maddeler var. Mesela, kimseyi eşcinsel diye işten atamıyorsunuz. 17 ülkede, hepsi heteroseksüel evlilik kapsamındaki hakların tamamını içermese de, eşcinsel ilişkiler de hukuken kabul görüyor. Bu ara Venezuela’da anayasa için tartışılıyormuş. Şu an devlet içindeki komisyonlarda tartışılıyormuş. Cinsiyet kimliği ise cinsel yönelime göre biraz daha kötü bir durumda. Şu an herhangi bir uluslararası sözleşmede cinsiyet kimliği olarak bir tanımlama yok, yalnız 2007 Mart’ında yirmiye yakın insan hakları uzmanı, ki bunların arasında BM’de raportör olan insanlar ve Yakın Ertürk de var, YOGYAKARTA İlkeleri diye bir bildirge oluşturdular ve bu bildirgede cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığının engellemesi için ihtiyaç duyulan ilkeleri tanımladılar.
Bunun yanı sıra bir de 2006 Aralık’ta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyinde Norveç’in inisiyatifi ile bir araya gelen 56 ülkeden sivil toplum kuruluşları, Birleşmiş Milletler nezdinde çalışan komisyonlara ortaklaştıkları bir tavsiye kararı ilettiler. Bu karara göre de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığı, metinlerde olmasa bile, BM kararlarında dikkate almalarını önerdiler. Bu ülkelerin arasında Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye de var. Uluslararası referanslar çok güçlü değil. Ama onları mı bekleyeceğiz, biz neden daha özgür ve demokratik bir ülke olmayalım? Peki, ne oluyor ki eşitlik istiyoruz? Ya da eşitlik için ek bir hukuki kavram ya da maddelere ek istiyoruz? Bizim hukuki sorunlarımız pek çok kesime göre çok azmış gibi gözüküyor. Çünkü kamusal alan talebimiz kamusal alanda görünürlüğümüz çok az. Orayı zorladıkça artmaya başlıyor.
Şu an hukuki sorun yaşadığımız düzlem, buz dağının görünür kısmı. Hukuki olarak tanınmak kısa vadede belki Lambda’nın kapatılmamasını sağlar, travesti ve transseksüellerle ilgili davalarda elimizde dayandığımız bir madde olur. Örneğin, teşhircilik vesaire gibi hiç alakası olmayan ceza kanunlarını kullanarak, çok fazla para cezası kesiyorlar travesti ve transseksüellere. Polisin yakaladığı kıyafetle mahkemeye gelip, hakime “üstümde bu vardı bunu ben -mesela- Yargıcı’dan satın aldım, gidin onlara dava açın bunu giymek teşhircilikse” gibi, savunma yapmak zorunda olduğumuz davalarla uğraşıyoruz, onlar açısından faydalı olur. Ama LGBTT bireylerin çoğu o kamusal alanı zorlamadığı için kısa vadede çok bir şeyi değiştirmez gibi geliyor. Fakat toplumda hiç kimse seni tanımıyor ve herkes seni dışlıyorken, ailen, arkadaşların, vs. tarafından dışlanacağını bildiğin için, daha sen onlara ne hissettiğini söylememişken, hukuken böyle bir tanınmanın uzun vadede insanların özgüvenlerinin artmasına neden olacağına ve o kamusal alanı zorlama konusunda daha iradeli ve özgüvenli olmalarını sağlayacak bir açılım olacağına inanıyoruz. Bu değişiklik talebi gerçekleşir mi bilmiyorum ama belki de sırf tartışmış olmakla kalacağız, cinsel yönelim ile cinsiyet kimliği eklensin meselesini, ama eğer gerçekleşirse uzun vadede LGBTT hareketinin önünü açacağını, pek çok bireyin özgüvenini arttıracağını da düşünüyoruz. Teşekkürler.
Nükhet Sirman: Çok teşekkürler Yeşim. Şimdi üçüncü konuşmacımıza geçiyoruz Avukat Fatma Benli.
Fatma Benli: Önce ben başkan yardımcısı olduğum Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği-AKDER adına bu paneli düzenleyen Feminist Yaklaşımlar Dergisi’ne hem de pazar gününü burada bizimle geçiren sizlere teşekkür etmek istiyorum. Konu gerçekten çok önemli ancak zamanımız çok az, o yüzden çok şeyi kısa geçmek zorundayım. Ama neyse ki meslektaşım Habibe Hanım genel bir çerçeve çizdi kadın hakları konusunda, ben de anayasa-daki somut maddeler üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Çünkü anayasaların yapılma sürecine katılımı önemsiyorum. Bizler bireyler ve sivil toplum kuruluşları olarak anayasa taslağı üzerinde somut olarak görüş beyan etmeliyiz. Şu taslağın falanca maddesi yanlış, şu tarz sakıncalara sebebiyet verebilir, şu şekilde düzeltilmesi gerekir tarzında kendimiz inisiyatif almalıyız. Bu nedenle de yeni bir anayasanın gündeme gelmesinin öneminden bahsetmeli ve bu konuya gereken vurguyu yapmalıyız.
Biliyorsunuz ki 82 Anayasası darbe anayasası olduğu için hemen her kesim tarafından eleştirilen sürekli olarak değiştirilmesi gerektiği ifade edilen hatta Sami Selçuk’un deyimi ile her yönden gayri meşru olup, ömrü tükendiği beyan edilen bir anayasa. Ama her ne hikmetse anayasanın ne zaman değiştirilmesi teklif edilse ortaya TÜBİTAK, Odalar Birliği, Barolar Birliği gibi bir kurumun ya da bir partinin anaysa taslağı gündeme gelse, terör ya da başka bir sebeple gündem değişiyor ve anayasanın değişmesi rafa kalkıyor. Bu noktada buna sivil toplum kuruluşları tarafından karşı çıkmak zorundayız. Zira mevcut anayasamız 21.yy da artık Türkiye’ye yetmiyor. Bu nedenle 70’den fazla değişikliğe uğradı. Her değişiklik var olan sorunları çözse, bu sefer anayasanın içindeki bütünlüğü bozuyor. Bu noktada anayasa taslağının düzeltilmesi ama bunu gerçekleştirirken bizlerin katılımcı olması gerekiyor.
Öncelikle bu anayasanın hak ve özgürlükleri öncelemesi, yani bireyi öncelemesi, mevcut olan sorunlara katkıda bulunması ve devletin işlerliğini sağlaması gerekiyor. Sonuçta daha iyi olmayacaksa mevcut olan sorunları çözmeyecekse zaten yeni bir anayasayı çıkartmak için uğraş vermemize gerek yok. Bu anlamda ben anayasa taslağında 46. maddede çalışma esasları ile ilgili bölümde, kadınlar ile erkekler eşit çalışma şartlarına sahiptirler, kadınlar işe alınmada, çalışma koşullarında ve işe son vermede kadınlara karşı ayrımcılık yapılamaz, şeklindeki maddesini çok fazla önemsiyorum. Soyut olarak birtakım haklara sahip olmamız çok önemli değil. Önemli olan o hakları fiili olarak kullanabilmemiz. Maalesef Türkiye dünyadaki ülkelerin %90’ın yer aldığı 115 ülke arasında 105. sırada Eğer Kadının eğitim çalışma ve siyasal yaşama katılımlarının değerlendirildiği dünya toplumsal cinsiyet haritasına bakarsanız. KSGM raporlarına göre de 177 ülke arasında 77. yiz. Çalışma yaşamında ise OECD ülkelerinde en düşük oran Türkiye’de. Ne kadar çok çağdaşlaşmadan, demokratikleşmeden bahsedilirse bahsedilsin ortada fiili bir eşitsizlik var. Bu fiili eşitsizliği çözmek için özel düzenlemeler yapmak zorundayız. Bu nedenle Habibe Hanım’ın bahsettiği CEDAW, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi çok önemli. Bu nedenle mevcut anayasamızın 14. maddesinde yer alan eşitlik ilkesinde, “kadın erkek eşittir devlet bu eşitliği sağlama yükümlülüğü altındadır”, ifadesi çok önemli. Bu düzenlemenin taslakta yer almaması bu nedenle çok can sıkıcı. Bizim buna tepki vermemiz gerekiyor çünkü bu bize lütuf olarak verilen bir değişiklik değildi ki bugün geri alınsın. Devlet bu eşitliği sağlamak zorunda. İmza attığı CEDAW uyarınca sağlamak zorunda, hatta bana kalsa ayrımcılık ile ilgili özel bir kanun, buna yasalarında yer vermesi, kadın erkek eşitliği komisyonunu mecliste kurmak zorunda. Gerçi bu anlamda yapılan tepkilerin sonuç aldığını da görmekteyiz. Hükümet ilk zamanda yaptığı açıklamalarda bunun düzeltileceğini söyledi Ama bence söz yeterli değil itirazların daha yüksek sesle dile getirilmesi gerekiyor. Nitekim taslağın 9. maddesinde eşitlik ile ilgili bölümde kadınlar, engelliler, yaşlılar ve çocuklar özel olarak korunmaya muhtaç olanlar hakkında yapılacak önlemler eşitlik ilkesine aykırı olamaz tarzında bir ifade var. Bir kere kadını, engelli, çocuk, yaşlı gibi özel olarak korunmaya muhtaç olan kesimler arasında değerlendirmesi yanlış. Kadınlar eşit olması gerektiği için özel önlem alınmalı, bahsettiğim fiili eşitliğin sağlanabilmesi için. Bir düzenleme yapıldığında bu geçici özel önlem olarak değerlendirilmeli. Yani bir nevi pozitif ayrımcılık olarak değerlendirilmeli. Örneğin şimdi kız çocukları ile erkek çocukları eşit oranda okula gidemiyorlar. Siz kız çocuklarına devlet olarak verdiğiniz bursu daha fazla verirseniz bu teknik olarak eşitsizliktir sonuçta kadını kayırmış olursunuz: ancak aslında bu bahsettiğim fiili eşitliği sağlamak açısından pozitif ayrımcılık ve zaten yapılması gerekendir. İşte bu düzenlemenin kadınlar için daha makul bir hale getirilmesi halinde bahsettiğim fiili eşitliğin sağlanması için de önemi bir katkı sağlanmış olacaktır.
Bu noktada eşitlik ile ilgili maddenin tekrar düzenlenmesi gerekiyor. Eğer bu gerçekleşmezse de devletin pozitif ayrımcılık yapmasına imkân tanıyacak özel bir madde eklemesi, bir bend eklemesi gerekiyor ki bahis konusu olan eşitlik fiili olarak, soyut olarak sahip olduğumuz hakların somut olarak kullanım imkânı sağlansın. Ayrıca yeni taslakta eski anayasada bulunan iki tane hükmün yer almadığını görmekteyiz. Habibe Hanım da biraz önce bahsetti ailenin korunması ile ilgili anayasa maddesinde, “devlet ailenin annenin ve çocukların korunması için gerekli teşkilatı kurar ve önlemleri alır” tarzında bir ifade vardı. Yeni taslakta ise yok. Ben ifadenin düzeltilerek “kadının ve çocukların, ailenin korunması için gerekli tedbirleri alır” hükmünün kalması gerektiğini düşünüyorum çünkü böyle bir madde devlete işletme kurma, çalışma yapma, bu konuda fiili olarak çalışma yükümlülüğü vermektedir. Bu durumda sizler sivil toplum kuruluşları olarak sığınma evi açılması için ya da aile içi şiddetin önlenmesi amacı ile etkin tedbirlerin alınması, bunların sadece söylemlerde kalmaması, somut olarak bir şeyler yapılıp teşkilat kurulması için devlet üzerinde baskı kurmak hakkına sahipsiniz. Bu anlamda mevcut olan anayasadan geriye gidebilecek, var olan elimizdeki hukuki mekanizmalardan gerilememize sebebiyet verebilecek bir düzenlemenin yapılmaması lazım. Ayrıca mevcut anayasanın eğitimle ilgili maddesi de, kız ve erkek çocukları için ilköğretim parasızdır devlet onlar için gerekli yükümlülüğü yerine getirir, tarzı bir ifade var. Bu da yeni anayasada yok, sanırım gereksiz görülmüş, zaten herkes için ilköğretim parasızdır anlamında. Ama Türkiye, her sene okul çağında 400 ile 600 bin kız çocuğu okula gitmediği için haydi kızlar okula kampanyasının düzenlendiği bir ülke. UNİCEF desteği ile düzenlenen bu kampanyaları biliyorsunuz. Bu nedenle gereksiz gibi görülse de bu vurgunun bence devam ettirilmesi gerekiyor.
Eğitimle alakalı dikkatinizi çekmek istediğim diğer bir madde ise yeni anayasa taslağında yer alan, yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet nedeni ile ayrımcılık yapılamaz maddesinin yeni anayasada yer alması gerektiği yönünde. Bir kere eğitim temel bir haktır, devlet de bütün bireylere bu hakkı vermek zorundadır. Eğitimin niteliği ile doğrudan ilgisi olmayan bir şartı koşmamalıdır. Zaten mevcut anayasada hiç kimsenin yüksek öğretim hakkından mahrum olamayacağına ilişkin bir madde düzenlemesi var. Bu durum biliyorsunuz ki pek çok uluslararası sözleşmede de temel bir hak olarak düzenlenmiştir. Ayrıca yükseköğretim kanunun ek 17. maddesinde, yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir, diye bizatihi serbestliği öngören bir yasa maddesi vardır. Yürürlükteki kanunlarda da doğal olarak başın örtülmesi ya da açılması ile ilgili herhangi bir düzenleme yoktur, zira demokratik bir ülkede bir kadının kıyafetinin nasıl olması gerektiği yönünde bir yasal düzenleme yapmaya imkan yoktur. Ancak hepimizin bildiği üzere fiili uygulamada Türkiye’de üniversitelerde başörtülü olarak eğitim görmek mümkün değildir. 1998 yılında yani 28 Şubat sürecinde herhangi bir yasa değişikliği gerçekleşmeden rektörlerin genelgeleri akabinde yasak başlatılmış, bunların mahkemelerce hukuka uygun bulunması üzerine de üniversitelerdeki başörtüsü yasağı oldukça keskinleştirilmiştir. Hatta sadece üniversite öğrencileri için değil üniversitede eğitim gören çocukların annelerinin dahi mezuniyet törenlerine girmeleri engellenmiştir. En basitinden işte ben başka herhangi bir sebepten değil, biraz daha eğitimli olduğum için, biraz daha genç olduğum için türbanlı olarak adlandırıyorum ama benim elli beş yaşındaki annem benim mezun olduğum benim vergimle ayakta duran üniversitenin sosyal tesislerinin bahçesine girip de çay içme imkânına sahip değil. Bu bir nevi Amerika’da bir dönem belli okullara beyazların bulunduğu okullara, beyazların bulunduğu kiliselere alınamayan siyahlar gibi başörtülüler buraya girmeye hakkı olmayan, buraya girerlerse bir nevi kamusal alanı kirletecek olan varlıklar olarak değerlendiren gayet tuhaf, kelimelerle ifade edemeyeceğim bir yasak söz konusu. Bu noktada anayasada kılık kıyafet nedeni ile kimsenin yüksek öğretimden yoksun kılınamayacağına ilişkin bir madde konusu bu keyfi ayrımcılığa son verebilir.
Tabii üniversitelerde kılık kıyafet serbest olursa Türkiye’nin Malezya’ya döneceği, başı açık olan öğrencilerin bundan olumsuz etkileneceği, mahalle baskısı olacağı tarzındaki iddiaları da makul olarak karşılamak mümkün değil. Şunu kabul etmemiz gerekiyor bir buçuk milyon insandan fazla aday arasında yükseköğretim sınavını kazanmış bir insan eğer başörtülü ise ne ataerkil baskı yüzünden, ne aile baskısı yüzünden başını örtüyordur. Aynı şekilde bir buçuk milyon insandan fazla puan alarak üniversiteyi kazanan başı açık bir arkadaşımız da ne sınıf arkadaşının başörtülü olmasından, ne mahallesindeki baskıdan, ne falancanın filancanın sözünden etkilenebilecek kapasitesizliğe sahiptir. Örtülü ya da açık olması hiç fark etmez. Bu aslında bir kadının kendisi ile ilgili karar almasına, kıyafetini örtülü ya da açık olmak şeklinde belirleme hakkına dahi başkalarının çok rahatlıkla müdahale edebileceği ve üstelik diğer kadınların da bundan olumsuz etkilenebileceğini iddia eden bir zihniyetin yansımasıdır. Bu noktada olması gereken, afakî korkular, kaygılar, soyut temelli tartışmalar yerine var olan ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır.
Nükhet Sirman: Evet, son konuşmacımız Nazan Üstündağ.
Nazan Üstündağ: Ben aslında Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji bölümündeyim ama burada daha çok Nükhet’in de söylediği gibi Barış Meclisi üyesi olarak konuşmak istiyorum ve biraz bu Barış Meclisi’nin taleplerinden ve onun altyapısından bahsetmek istiyorum. Bu mesele de tabii kültürel haklar falan konularına giriyor ve gerçekten nereden başlayacağım konusunda da zorluk çekiyorum. O kadar çok söyleyecek şey var ki. Şöyle başlayayım, şimdi biz bu anayasanın var olan eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı önlemleri içinde barındıran bir metin olmasını istiyoruz her şeyden önce. Böyle bir anayasa da -demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bir anayasa deniyor ama buna ek bir şey söylenmesi gerekiyor- Türkiye’nin bu döneminde bu anayasanın bir barış anayasası olmasını da talep ediyoruz. Barış anayasası derken Türkiye’deki kültürel hakların, etnisite üzerinden var olan ayrımcılıkların ki bu ayrımcılıklar çok boyutlu, sadece kültürel değil ve bu tür ayrımcılıklar kadınlar söz konusu olduğunda daha da komplike hale geliyor. Bunların önlemlerinin alınacağı bir anayasanın nasıl olacağı konusunda konuşmak istiyorum. Burada tabii çok fazla talepler var. Tartışılacak da çok fazla değişik perspektif var. Ama öyle bir duruma geldi ki ne yazık ki Türkiye’de şu noktada bütün bu son dönemde olanlar sonucunda bu taleplerin en asgarilerini bile ifade etmekte ve en asgarilerini bile herhangi bir şekilde duyurmakta çok güçlük çekiyoruz.
Türkiye’de var olan anayasa için, anayasayı sosyolojik bir metin olarak ele aldığınızda , iki şey söyleyebilirsiniz – hani iki şey değil yirmi şey söyleyebilirsiniz de ben şimdi cımbızla iki taneyi seçiyorum işime yarıyor onlar çünkü-; Bir tanesi anayasa dediğimiz toplumsal mutabakat metni toplumda farklı tarafların ortak bir metin çıkarması ve bir şekilde bu düzenin nasıl olacağına karar vermesi ile ilgili bir metin. İkincisi de, anayasa kanunlar aracılığı ile bir ses kurguluyor. Nasıl bir ses kurguluyor? Nasıl bir ses bu? Örneğin 82 Anayasası’nın kurguladığı ses, egemen ses, devletin egemenliği yani devletin bekasının korunmasının ve bu devletin de son derece beyaz, erkek, Türk, Sünni olarak tanımlandığı bir devletin egemenliğini inşa etmiş olan bir metin. Aksine ayrımcılığa karşı olması gereken bir anayasanın hem toplumun çok farklı taraflarını mutabakat içinde birleştirmesi hem de aynı zamanda bu sesi dönüştürmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu sesi dönüştürmek de objektif, dışarıdan konuşanmış gibi yapan bu metinde kimin konuştuğunu deşifre etmek, sizin de dediğiniz gibi soyut değil somut maddelerle egemenliğin kimlerde olduğunu ifade etmek gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de bir kere bu anayasada kadınlar söz konusu olduğu kadar, eşcinseller söz konusu olduğu kadar Kürtlerin de, muhakkak olarak diğer etnik grupların da kendi isimleri ile var olması, taraflar olarak var olması gerektiğini düşünüyorum. Onlar da toplumsal mutabakat içerisinde bulunması gereken taraflardan biri olarak tanımlanmalı.
Şimdi barış anayasası derken ne gibi maddeler hayal edilebilir? Bu dışarlıklı ses dediğim sesi somutlamak, ne olduğunu deşifre etmek, o sesi çoğullaştırmak derken kastettiğim şey şöyle bir şey: Türkiye’de kültürel haklar dendiği zaman veya Kürtler ayrımcılığa uğramıyor her türlü şeyi yapabiliyor derken, şöyle bir şey varsayılıyor; Zaten Türkler hegemonya, Kürtlerin de diline örneğin tolere ediliyor. Böyle bir şey değil Kürtlerin dillerinin kendi kendini yeniden üretmesi ve hatta geliştirmesi hakları var. Hakları Kürtçe konuşmak hakkı değil sadece. Aynı zamanda kendi dillerini geliştirme, bu dilde ürün verme hakları var ve bunu sağlamak da diğer birçok görev gibi devlete düşüyor. Devletin Kürtlerin dillerini ve kültürlerini geliştirmek konusunda önlemler almasının anayasada bulunması gerekiyor. Başka neler var bu sorundan doğru, etnik ayrımcılık sorunundan doğru baktığınız zaman? Mesela sosyal politika alanında, eşitlik alanında anayasaya sokulması taahhüt edilen maddeler son derece zayıf ve bu kadınları çok çok ilgilendiren bir mesele. Kürt kadınlarını çok çok ilgilendiren bir mesele. Neyi kastediyorum? Mesela yoksulluk. Şu anda Türkiye’de yoksulluk üzerine bir dolu sosyal politika var fakat bu yoksulluk sosyal politikaları örneğin yoksulluk yardımı son derece geçici, hiçbir şekilde kanuni hak olmayan lütuflar şeklinde cereyan ediyor. Bunun anayasaya girmesi yani yoksul olmama hakkının anayasanın içinde sosyal eşitlik maddesinde açıkça belirtilmesi yoksulluğun altında olan ailelere vatandaşlık gelirinin verilmesinin anayasaya girmesi gerektiğini düşünüyorum, bunun da gene bu anayasanın bir barış metni olması için son derece önemli olduğunu düşünüyorum.
Bir başka şey, bölgesel eşitliği sağlamanın gene devletin görevi olduğunu düşünüyorum. Yani bölgesel eşitsizlik üzerinden devlete dava açabileceğiniz bir ortamın oluşması gene bunun anayasa içinde kodlanması. Neden sürekli anayasa diyorum? Anayasanın dışındaki birçok yasa ile bunlar düzenlenebilir ama Türkiye’de öyle bir noktaya gelindi ki bu beklenti anayasadan; En azından şimdiye kadar ayrımcılığa uğramış gruplar için, dediğim gibi bu anayasanın bazı ayrımcılıkların artık önüne geçmesi ve bunu telaffuz etmesi, somutlaması bekleniyor. Ayrımcılığa karşı muhakkak anayasada maddeler olması gerekiyor. Türkiye’de ayrımcılık derken gene aynı şeyi tekrar edeceğim, bir kadın isterse efendim başbakan da olur bu ülkede ondan sonra bir Kürt isterse dışişleri bakanı da olur şeklinde anlatılıyor bize biliyorsunuz. Fakat gündelik hayat hiç böyle yürümüyor. Kadınların başbakan olamaması için binlerce sebep olduğu gibi, Kürtlerin de başbakan olamaması için binlerce sebep var, nasıl Türkçe konuştuğunuzdan, bilmem neye kadar. Gündelik hayatınızda iş bulamıyorsunuz, ev bulamıyorsunuz bu yüzden de Türkiye’deki bütün azınlıklar, bütün ayrımcılığa uğrayanlar iktidar paylaşmayan gruplar için ciddi bir ayrımcılık maddesinin yazılması gerekiyor bu anayasada.
Daha söyleyeceğim çok şey var: örgütlenme, protesto etme, protesto etmenin dışında, katılmama hakkı, vicdani retçilik -yani sivil bir anayasa dediğiniz zaman vicdani retçiliğin bu anayasada yer alması-. Fakat benim önemsediğim şeylerden bir tanesi de; Türkiye’de çok fazla mağduriyet üretildi ve bu mağduriyet devlet eliyle üretildi. O yüzden de devletin işlediği suçlar, devletin sebep olduğu mağduriyetler ve devletin bu yaraları kapatma zorunluluğunun da kesinlikle bir barış anayasasının içinde bulunması lazım. Şimdi Türkiye’de bir tazminat meselesi var; köyünüz boşaltılıyor örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyordu bu davalar, Türkiye devleti suçlu bulunuyordu ve devlet tazminat ödemesinde bulunuyordu. Türkiye devleti dedi ki; “siz şimdi bunu durdurun ben bir kanun çıkartıyorum ve bu şekilde köyü boşaltılmış olanlara ben tazminat vereceğim”. Ama Türkiye’de bu uygulanmıyor. Çok çeşitli sebeplerle geciktiriliyor. Veya deniyor ki yeterince kanıt yok çünkü köyden istenen şey validen örneğin dilekçe gelmesi. Vali diyecek ki “evet, ben bu köyü o zaman boşaltmıştım”. Şimdi böyle bir şeyi sizin dile getirmeniz mümkün değil ve olmayınca hak kazanamıyorsunuz. Bunun dışında faili meçhullerden kadın mağduriyetlerine Türkiye’de baktığınız zaman şu anda mecliste iki tane kadın var -Mumcu ve Buldan- ikisinin de eşi faili meçhul cinayette öldü. Kadınları son derece mağdur eden şeyler bunlar. Savaş suçları işlendi. Bunların bir şekilde tazminatlarının, mahkemelerinin, suçlama hakkının araçsallaştırma hakkının gerçeği bilme hakkının da bu anayasa ile sağlanması gerekir. Teşekkür ederim.
Nükhet Sirman: Nazan’a teşekkür ederim. O da tam vaktinde bitirdi. Birçok kesimin çok çok farklı talepleri var bu anayasa çerçevesinde eğer bu anayasaya bir sivil anayasa diyeceksek düşünülmesi gereken çok şey var. On dakikamız var bu on dakika içerisinde buradaki arkadaşların söylemek istediği şeyler varsa ben soru-cevap kısmını açıyorum.
Soru: Merhaba. Ben Kocaeli Üniversitesi’nden geliyorum. Bizim de küçük bir kadın çalışmaları topluluğumuz var. Benim sadece Fatma Hanım’a bir sorum var. Hani az önce bir buçuk milyon kişinin katıldığı bir sınavda kazanmış bir kişinin hiçbir şekilde ataerkil baskıdan ya da herhangi bir baskıdan dolayı kapanmayacağından ve özgür iradesi ile kapanıp geldiği için kesinlikle özgür bırakılması gerektiğinden bahsettiniz. Bu doğru, ben de katılıyorum ama şeyi merak ediyorum: İmam hatipler var lise düzeyinde ki daha önceden ortaokuldan itibarendi falan. Ben biliyorum ki ailesinin zoru ile kapanan kızlar mecburen kapanıyorlar ve üniversitede de devam ediyorlar peki sizin bu imam hatiplere karşı bir eleştiriniz var mı? Sanki bana şey gibi geliyor hani daha çok kapalı kadınlar buna tepki veriyor ama kapalı kadınların bununla ilgilenmeleri yanında imam hatiplere de karşı çıkmaları gerekiyor. Çünkü tamamen onları kısıtlayan bir yapısı oluyor.
Soru: Yine Kocaeli Üniversitesi’nden arkadaşımızın söylediği ile bağlantılı Fatma Hanım’a soracaktım. Üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasından bahsettiler ama diyelim ki cumhuriyetin temel değerlerini benimsemiş insanlar da, çıkıp da biz de kalpakla ya da fötr şapka ile gireceğiz dese, üniversitelerde 80 öncesindeki gibi bir çatışmaya yol açmaz mı?
Soru: Yeşim Başaran’a bir soru yöneltmek istiyorum. Son zamanlarda bazı kesimler lezbiyen-gey-biseksüel-travesti-transseksüel yerine eşcinsel-biseksüel-travesti-transseksüel kelimesini kullanmayı tercih ediyorlar. Ben bunu şey olarak görüyorum kendi açımdan Amerika’daki ünlü bir talk showcu: “Evet ben geyim dedi, hâlbuki o bir lezbiyen. Aslında o kadın bir eşcinsel, erkek bir eşcinsel değil. Oradaki eşcinsel-biseksüel-travesti-transseksüel ifadesinin maskülenleştirilmiş, yani pantolon giydirilmiş bir ifade olduğunu düşünüyorum bence en doğrusu lezbiyen-gey-biseksüel-travesti-transseksüel. Hem erkek eşcinselleri, hem kadın eşcinselleri betimleme açısından daha doğru olacağını düşünüyorum, bu konuda Yeşim Hanım’ın görüşünü almak istiyorum.
Soru: Ben de çocukluk yaşını geçirdikten sonra bütün kadınların istediğini giyip istediğini okuyup ve istediği giysi ile herhangi bir yerde istediği şeyleri yapmasının bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyi cinsel yönelim için de düşünüyorum. Sorum şudur ki gerek kılık kıyafette ağırlıklı olarak yasaklanan Müslüman kadınlar için gerek eşcinsel kadınlar için şu anda biz egemeniz heteroseksüeliz, Türk’üz. Feminist hareketle -bunun içinde eşcinseller de var, bir vakitler Müslüman kadınlar da vardı karşılıklı eleştiri özeleştiriye ihtiyacımız olabilir- ne türden ilişkileniyorsunuz ve mesela kendine feministiz diyen kadın hareketi ile ne türden ilişkiler kuruyorsunuz? Orayı nasıl besliyorsunuz? Ben feminist hareket içinden biri olarak biz çok az ilişki kuruyoruz ve besliyoruz, bunu söyleyebilirim.
Soru: Aslında biliyordum sürekli başörtüsü ile ilgili soru geleceğini sormayayım diye düşünüyordum. Ama en son Nilgün girince dayanamadım. Kuşkusuz başörtüsünü ben de mesela bu Binnaz Toprak’ın ve Ali Çarkoğlu’nun yaptığı bir araştırma vardı İslami çevrenin de onay verdiği bir çalışmaydı. Orada sorulan ilk sorularda mesela örtünenlerin %80’i başını İslami gerekçelerle örttüğünü söylüyordu. Fakat sorulan çapraz sorularda yine bu büyük çoğunluğun, büyük bir kısmının aslında aile reisinin emrini İslam’ın emri gibi gördüğü ortaya çıkıyordu. Yani, şunu söylüyorum ben feminist bir kadın olarak talebim -tabii bu bir pazarlık falan değil her taraftan sıkıştırıldığınızı da biliyorum- özellikle kendine İslami feminist diyen kadınların İslamcı taleplerin yanı sıra -onların kuşkusuz arkasındayız din özgürlüğünün de kaynağı insan hakları olduğu için- biraz da feminist talepleri de sunması, başını örttüğü için üniversiteye gidemeyen kadınların yanı sıra sizin başını örtmediği için daha dar bir kamusal alana, sokağa bile çıkamayan, babaları tarafından sokağa çıkarılmayan kadınlardan da bahsetmeleri. Pek bu talepleri duyamıyoruz keşke bu talepleri de hep birlikte dinlesek demek istiyorum. Bu konuda fikriniz almak isterim.
Nükhet Sirman: Evet şimdi başka soru alamayacağım. Bütün sorular Fatma Benli’ ye geldi bu ne gösteriyor bizim kadınlar konusunda hiçbir derdimiz yok tek derdimiz türbanla buyurun Fatma Hanım.
Fatma Benli: Ben öncelikle soru soran arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum. Zira ancak sorular vasıtası ile kafamızdaki soru işaretlerini çözümleme imkânına sahibiz. Üstüne üstlük soruların hepsi birbirini tamamlayan sorular olduğu için mesela ilk başta imam hatiple ilgili soru soran arkadaşın sorusu ile feminist harekette nerede durduğumuza ilişkin soruyu beraber cevaplandırmak istiyorum. Umarım düşüncelerimin hepsini ifade etme şansına sahip olurum. Bir kere şunu kabul edelim arkadaşlar, eğer bir insan okursa adam gibi eğitime, uygun çalışma imkânına sahip olur ve yeterince para kazanabilir, ekonomik bağımsızlığını elde ederse hiç kimse onun üzerinde herhangi bir baskı kuramaz aile reisinin baskısı da söz konusu olamaz. Ama bu insanın eğitim görmesinin önüne bir takım engeller getirilirse işte sen başörtülüsün, sen şusun, sen busun tarzında onun önüne ket vuran şeyler getirilirse, elbette ki bu insan toplumdan soyutlanacaktır. O insan okuldan alınıp evine gidecektir. Evde olan, ekonomik bağımsızlığına sahip olmayan bir insanın baskılara çok daha fazla maruz kaldığı açıktır. İmam hatipteki bir öğrencinin aile baskısı nedeni ile başını örttüğü belki bir vakadır ama üniversitede eğitim gören bir insanın ailesine karşı çıkamaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Üniversitede başörtüsünün yasaklanması imam hatipten çıkan insanın eğitimine devam etmemesi ile dolayısı ile ekonomik bağımsızlığını kazanamaması ile sonuçlanıyor. Dolayısı ile modernleşme olarak algıladığımız yasak, aslında kadını toplumdan soyutluyor ve evine gönderiyor. Örneğin Haydi Kızlar Okula Kampanyası düzenliyoruz ama fiilen başını örtenler eve, yani kocaya diyoruz. Aslında yasağın en büyük etkisi bizatihi eğitim göremeyen kadınların bireysel olarak yaşamlarında söz konusu oluyor. O nedenle bu yasağı kadın haklarından bahisle açıklayabilme imkânı yok maalesef. Bunun haricinde yaptığımız çalışmalar açısından AKDER’in tek başına faaliyet alanı başörtülü kadınlara karşı gerçekleştirilen onların eğitim çalışma ya da kariyer yapma haklarındaki ayrımcılık değil. Bunun ötesinde kadının toplumsal yaşamda daha fazla bulunması ve konuşmamda bahsettiğim soyut olarak sahip oldukları hakların somut yaşama dönüştürülmesi için özel çalışmalarımız var. TCK da kadınlarla ilgili maddelerin değişmesi, aile içi şiddetin önlenmesi ile ilgili yasa çalışmaları ve medeni yasada değişen hükümlerin halka anlatılarak bunların fiili yaşama dönüştürülmesi ya da töre cinayetleri ile ilgili çalışmalarımız var. Bu anlamda beraber çalıştığımız kurumlar var zaten. Sonuçta ben çok farklı bir kurumla örneğin sığınma evi konusunda beraber çalışabilirim, af örgütünden farklı bir kurum içerisinde olmam farklı bir derneğimin olması ya da Feminist Yaklaşımlar’dan farklı bir derneğimin olması somut projelerde ortak amaçlar uğruna çalışamayacağım anlamına gelmiyor. Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nin bugüne kadar gerçekleştirdiği pek çok bu tarz çalışma var zaten. Umarım soruların hepsine cevap vermişimdir.
Yeşim Başaran: Arkadaşın sorduğu bir dil tartışması. Hangi kelimeyi kullanmalıyız, tartışması? Kişisel olarak yapmaktan hoşlanmadığım bir tartışma türü bu. İçerik olarak tartışılması gerekir de, ben sevmiyorum tartışmayı, ama konu açıldığı için buradaki diğer arkadaşların da çok bilmediği bir tartışma olduğu için, bu tartışma hakkında bilgi vereyim. LGBTT ve EBTT diye bir tartışma yürüyor burada. Lezbiyen, gey özellikle belirtildiğinde kadınların varlığı da gösteriliyor, dolayısı ile EBTT değil LGBTT denmesi gerek diyenler var. EBTT kadınlar ve erkekler demeliyiz, çünkü lezbiyen ve geyin cinsiyetini önemsiyoruz, gey egemenliği var, her yerde olduğu gibi, bizim dünyamızda da kimlikler arasında egemenlik ilişkileri var, dolayısı ile lezbiyenler ve geyler o dünyada daha rahat kabul gördüğü için onların cinsiyeti vurgulanıyor. EBTT kadınlar ve erkekler diyelim diyenler de, diğer kimliklerin de cinsiyeti var, sadece erkekten kadına transseksüeller yok ki örneğin kadından erkeğe de transseksüeller var diyor. Benim kişisel tercihim bu tartışmaları öğrenmeye, anlamaya çalışmak, ama kullanım olarak da açıkçası çok önemsemiyorum, ikisini de kullanıyorum. Sonuçta her iki söylemin de üzerine bastığı önemli konular var. Dolayısıyla karışık olarak kullanılabilir bence.
Soru: Aslında şekle ne kadar önem veriyoruz. O kadar çok sorunumuz var ki başörtülü kadın da dayak yiyor eğitimli kadın da dayak yiyor. İnsan olmayı öğrensek keşke!
Habibe Yılmaz Kayar: Bana soru gelmediği için benimle bütün düşüncelerinizi paylaştığınızı varsayıyorum. Ama bir saptama yapmak istiyorum kadının insan haklarına ilişkin bütün taleplerde iktidarla hep karşı karşıya kalmış kadınlar. Bunun tarihi ve kaderi değişmemiştir. Bir tek anayasayı değiştirmeye teşebbüs edecek tasarı hazırlamak için bile genellikle türbandan yola çıkarak anayasayı değiştirmeye çalıştılar. Çok ilginç! Eğer türban bir kadın hakları sorunu ise iktidar tarafından desteklenen bir kadın hakları sorunudur. Hiçbir kadın hakkı iktidar tarafından desteklenmezken, önü açılmazken bütün erkekler türban konusunda kadınları desteklemektedirler. Başka hiçbir şey söylemiyorum.