%99 için Feminizm: Bir Manifesto¹ Üzerine
İlayda Habip
Nebile Sena Başar
Selenay Boz
Kasım 2021
Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK) bü’de kadın gündemi adlı bülteninin Güz 2021 tarihli 41. sayısında yayınlanmıştır.
2020 yaz döneminde Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’ın birlikte kaleme aldığı %99 için Feminizm: Bir Manifesto adlı kitap üzerine tartışma yürüttük. Kitap temelini bir çağrı metninden alıyor. Kitabın yazarlarının da aralarında bulunduğu sekiz kadın 2017 yılının Şubat ayında ABD’li kadınları 8 Mart’ta düzenlenecek uluslararası greve katılmaya çağıran bir metin kaleme alıyor. Daha sonra bu çağrı bir manifestoya dönüşüyor. İlk olarak 2018 yılında New Left Review dergisinde yayımlanan manifesto 2019’da bir ek bölümü eklenerek kitap olarak basılıyor.² Yazarlar kapitalist düzende dünyanın en zengin %1’lik kesimi ile dünyanın geri kalanı arasında gittikçe büyüyen ekonomik eşitsizliğe dikkat çekerek çözüm yolunun antikapitalist bir feminizmden geçtiğini savunuyor. Feminizmler içinde ayrışan ve birleşen anlayışları ele alan yazarlar bu manifestoyu “‘başka’ bir feminizme katkı sunma çabası”³ olarak niteliyor ve “başka” feminizmi, toplumsal cinsiyet eşitliğini antikapitalist bir çerçevede yeniden tasavvur edebilecek bir feminizm olarak tanımlıyorlar. Kendi ifadeleriyle “kendini geleneksel ‘kadın sorunları’yla sınırlamayan, sömürülen, ezilen ve baskı gören herkesin yanında yer alan”⁴ bir feminizm bu. Kapitalizm, ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi diğer ayrımcılık ideolojileri ile iç içe geçip onları yeniden ürettiği için %99 ifadesi, kapitalist sistemde din, etnisite, ırk, dil gibi sebeplerden ötürü ayrımcılık gören kesimleri içeriyor aynı zamanda. 11 Tez ve ek bölümden oluşan ve her tezde farklı konulara yer vererek kapitalizm eleştirisi sunan manifesto, antikapitalist tüm hareketlerin birleşmesi mesajını veriyor. Dolayısıyla tahayyül ettikleri antikapitalist feminizmi “%99 için feminizm” olarak tanımlıyorlar. Bu manifesto yazarların tahayyül ettikleri feminizm için okuyucuya yol gösterirken umut ışığını 2017 ve 2018’de dünyanın pek çok ülkesinde gerçekleşen uluslararası feminist grevlerde ve kadın grevlerinde⁵ görüyor.
Kitabın açtığı tartışmaları ek metinlerle desteklediğimiz okuma sürecimizde kitabın değindiği noktaları birçok açıdan tartışma imkânımız oldu. Çalışmamızda kitabın Türkiye’de açtığı tartışmalara da yer vererek Ayşe Düzkan’ın ve Gülnur Acar Savran’ın değerlendirme yazılarını⁶ da okuduk. Bu yazımızda %99 için Feminizm: Bir Manifesto kitabını tanıtmayı hem de kitap üzerine yürüttüğümüz tartışmaları aktarmayı amaçlıyoruz. Bu değerlendirme yazısında ağırlıklı olarak kitabın bizim açımızdan tartışmalı yönlerinin altını çizeceğiz.
Ataerki kapitalizmin alt kümesi mi?
Kitabı okurken gözümüze çarpan ilk noktalardan biri, kitabın ataerkinin kapitalizmin bir alt kümesi olarak okunması olasılığını barındırması ve kitapta asıl eleştirinin her zaman kapitalizme yönelmesi oldu. Kitap, toplumsal cinsiyet temelli şiddetin kapitalist dinamiklerden üretildiğini söylüyor ve toplumsal yeniden üretim konusunda kapitalizm ve sermaye üzerinden bir anlatım benimsiyor. Toplumsal yeniden üretimin feminist bir mesele olduğunu açıklayan kitap, bu eleştirileri sınıf mücadelesini merkeze alarak yapıyor. Neoliberal feminizme eleştirel bir biçimde yaklaşan yazarlar feminizmin amacının bazı kadınların başka kadınları ezerek sistem içerisinde yükselmesi olamayacağını söylüyorlar. Bu eleştiriler, kapitalist düzende kadınlar arasında bulunan iktidar ilişkilerine dikkat çekerek feminizmin temelde her tür sömürüye, iktidar ilişkisine karşı olması gerektiğini hatırlatıyor. Kapitalist sistemde feminizmin, kadınların erkeklerle eşitlenmesi olarak sunulmasının barındırdığı çelişkilere dikkat çekiyor.
Yazarlar, bir yandan kadınların sömürü sistemine katılımını, ucuz iş gücü olarak kullanılmasını sorunsallaştırıyor. Diğer yandan kapitalizmin, toplumsal yeniden üretimle kârın üretimini birbirinden ayırarak kadınları ilkiyle görevlendirip ikincisinde geri plana attığını not ediyor. Ayrıca kapitalizmin kadınlara toplumsal yeniden üretim görevi yüklerken hangi değer, tutum ve vasıfları çocuklarına aktaracaklarını da dikte ettiğini belirtiyor. Kitabın yaptığı eleştirilerden biri de kadınların kapitalist sistem içinde birbirini sömürmesi. Bu noktada bakım hizmetleri için bir kadının, göçmen bir kadını yani “kız kardeşini” düşük ücretle işe alması örnek olarak veriliyor. Yazarların ırk ve sınıf ayrımına ve bunun kadınlar arasında yarattığı çelişkilere işaret etmesi oldukça önemli. Bununla birlikte ev içi emeği başka kadınlara devreden kadınlara, sınıfsal bir eleştiri sunarken bakım emeğini kadının üzerine yıkmış olan ataerkil sistemin işleyişi göz ardı ediliyor. Benzer şekilde Ayşe Düzkan da kitap için yazdığı değerlendirmede “…evin işleri için birini istihdam etme görevinin kadında olması bile ataerkil ilişkilerin bir sonucu.”⁷ diyor.
Özellikle günümüzde ataerkinin ve kapitalizmin birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılamayacağı su götürmez bir gerçek olsa da toplumsal cinsiyet temelli şiddetin ve toplumsal yeniden üretimin eleştirisinin yalnızca kapitalist üretim biçimi üzerinden verilmesinin eksik bir analiz sunduğu söylenebilir. Ekonomi, akrabalık, kültür, yönetim biçimi gibi alanlar birbiriyle ilişkili şekilde işlese de özerk alanlardır. Cinsiyetçilik, ırkçılık gibi ayrımcılık ideolojilerini yalnızca kapitalizmin sonucu olarak düşünmek bizi indirgemeci bir yaklaşıma sürükleyebilir. Örneğin kadın cinayetlerini, kadının metalaştırılmasını kapitalizm üzerinden açıklamak bu sorunların kökenindeki ataerkiyi görmezden gelmemize neden olabilir. Durumlar özelinde hangi sistemi işaret edeceğimiz ve neyin eleştirisini vereceğimiz önem kazanır. Kitabın kapitalizmi eleştirirken ataerkiyi de eleştirdiği sistemlerin bu denli entegre olmasından dolayı kısmen doğru olsa da feminist bir manifestoda ataerkil sistemin kapitalizm merkeze alınarak eleştirilmesinin kısıtlı bir yaklaşım sunduğunu düşünüyoruz.
%99 olarak mücadele etmek ne demek ve bu yeterli mi?
%99 için feminizm dediğimizde akla birkaç nokta gelebiliyor. Kitap dünyadaki serveti bölüşen %1’lik kesimin iflah olmayacağını savunurken %1’lik kesim içindeki kadınları ve erkekleri hareketin dışında bırakıyor, %1 içindeki kadınların maruz kaldığı cinsiyetçiliği de ele almıyor ve çağrısını %99’luk kesime yöneltiyor. Bu kesim bir blok olmadığı gibi kendi içinde de pek çok farklı toplumsal çelişkiyi barındırıyor. Bu noktada manifesto, bu gibi çelişkileri yorumlamakta eksik kalıyor. Ataerkil sistem erkekliği ve kadınlığı cinsiyetçi bir biçimde şekillendiriyor. Kitap sorunları kapitalizmi merkeze alarak tanımladığında seslendiği %99’luk kesim içindeki erkeklerin cinsiyetçiliklerini tartışmaya açmıyor ve onların ataerkiden nasıl kurtulabileceğine dair bir öneri getirmiyor, kapitalizme karşı mücadele içinde olmayı yeterli görüyor.
Akla gelen bir başka soru %99 olarak mücadele etmenin ne anlama geldiği. Başka bir deyişle, manifesto pratikte tam olarak nasıl bir mücadele öneriyor? Manifesto feminizmin diğer tüm antikapitalist hareketlerle ittifak kurması gerektiğini savunuyor. Farklı eşitsizlik sistemleri olsa da hepsinin ortak kaynağının kapitalizm olduğunu ve bu nedenle ekoloji hareketi, ırkçılık karşıtı hareket, LGBTİ+ hareketi, kadın hareketi, işçi hareketi, sendikal hareket, savaş karşıtı hareket gibi kapitalizmle sorunu olan tüm hareketlerin ittifak kurarak kapitalizme karşı mücadele etmesi gerektiğini söylüyor. Bu ittifakla kastedilen farklı eşitsizlik biçimlerinin yok sayılması değil, aksine tanınması. Manifestonun birleştirici dilinin dünyada yükselen sağ faşizmin yarattığı kutuplaşma ortamında uyarıcı bir etkisi var. Diğer taraftan manifestoda pratikte nasıl bir ittifaktan bahsedildiği yoruma açık bırakılıyor. Feminizmin, kapitalizmin yarattığı sorunları gündemine alması ve diğer toplumsal hareketler içerisinde yayılması, hareketler arasında karşılıklı bir ilişki kurulmasını, koalisyonlar kurulmasını sağlayacaktır. Ancak yazarların sadece antikapitalizmi öne çıkarması başka soru işaretlerine neden oluyor. Sadece antikapitalizmi merkeze alarak hareketlerin birlikteliğinin ya da kapsayıcılıklarının artması, hareketlerin kendi özgül mücadele alanlarından uzaklaşması sorununu doğurur mu? Çözüm yöntemi olarak sunulan antikapitalist mücadele yeterli mi? Diğer ayrımcılık biçimlerine eşit önem verilmediğinde kapitalizmden sonra kurulacak toplum bu ayrımcılıkları yeniden üretmez mi? Tüm ataerkil pratikleri kapitalizmle ve sermayeyle açıklayamayacağımız dolayısıyla ataerkiyi kapitalizmin bir alt kümesi olarak değerlendirmememiz gerektiği açık. Antikapitalist bir mücadelenin ataerkiyi sona erdirmek için tek başına yeterli olacağını söylemek çelişkili olacaktır.
Ayrıca antikapitalist bir dünya tek başına sınıfsız, sömürüsüz bir dünya anlamına gelmiyor. Sovyetler örneğini hatırlayacak olursak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla kapitalist sınıfın varlığına son verilmiş fakat hâkim sınıf olarak, kapitalist sınıfın yerini emekçiler adına karar veren bir koordinatör sınıf almıştı. Ekonomik gücünü bilginin sağladığı iktidardan alan bu sınıf, daha fazla zihinsel faaliyet gerektiren işleri tekeline almış ve diğer işleri yerine getiren işçi sınıfını yönetmişti. Dolayısıyla antikapitalist bir ekonomide de işçilerin neyi nasıl üretecekleri konusunda karar alma süreçlerinde çok az söz hakları olabilir. Bu örnekte görüldüğü gibi hareketlerin antikapitalist olması hakkaniyet, dayanışma, çeşitlilik ve özyönetim ilkelerine ulaşıldığı anlamına gelmeyecektir.⁸ Bu noktada yönetim biçimlerimizi de gözden geçirmemiz gerekir.
Manifesto reformları elinin tersiyle itiyor mu?
Kitapta eleştirilen konulardan biri, yapılan reformların ve hukuki kazanımların çoğu zaman kâğıt üzerinde kaldığı yönünde. Radikal bir çerçeveden hukuki kazanımların yetersizliklerinin altı çiziliyor. Örneğin kürtaj hakkının ancak her kadının erişebileceği bir hak olduğunda bir anlam ifade edeceği söyleniyor. Bunun için de yarattığı tüm eşitsizliklerle birlikte kapitalist sisteme karşı mücadele edilmesi gerektiği savunuluyor. Benzer şekilde, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete yönelik cezai yaklaşımlar veya piyasaya dayanan çözümler de sert bir dille eleştiriliyor. Var olan yasaların, adalet sisteminin toplumsal cinsiyet şiddetini besleyen kapitalist sistemden bağımsız bir şekilde işlemediği söyleniyor. Yasalar herkes için aynı şekilde işlemiyor. Bir göçmeni, bir işçiyi mahkûm eden adalet sistemi beyaz yakalı birine aynı cezayı vermekten geri durabiliyor. Cezai yaklaşıma getirilen bir diğer eleştiri ise cezaların uygulanmasından sonra kadınların yaşayabileceği zorluklarla, hayatlarına nasıl devam edecekleriyle ilgilenilmemesi. Örneğin, eşleri hapse girdikten sonra evin tüm sorumluluğunu kendi başlarına üstlenmek zorunda kalan veya hapisteki eşlerini ziyaret etmek için uzun mesafeler kat etmek durumunda kalan kadınların deneyimleri hatırlatılıyor. Evlilik içi tecavüzü suç kabul eden yasaların kadınlara gidecek yer sunmadığı söyleniyor. Yazarlar cezai feminizmi⁹, yasaların ve polisin halihazırda toplumsal cinsiyet şiddetini üreten kapitalist iktidar yapılarından özerk olmadığının göz ardı edilmesi üzerinden sorunlu buluyorlar.
Kadına yönelik şiddetin hukukun kapsamına girmesi feminist mücadeleler sonunda elde edilen bir kazanım. Şiddeti sadece gerçekleştiğinde cezalandırılacak bir eylem olarak ele almak şiddeti üreten toplumsal koşulları görmezden gelmemize neden oluyor. Oysaki şiddet kültürü toplumda ataerkil, militarist politikalarla yeniden üretiliyor. Bu nedenle toplumsal kurumları şiddeti yeniden üretmeyecek bir şekilde kurmak şiddeti önlemek açısından oldukça önemli bir yerde duruyor. Örneğin örgün eğitimi kapsayacak şekilde toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimlerinin, kadınları güçlendirecek sosyal güvenlik politikalarının, sığınakların, dayanışma merkezlerinin çoğalması gibi çeşitli yöntemler toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için uygulanabilecek önleyici politikalar arasında sayılabilir.
Yazarlar kadınların güçlenmesi için talep edilen piyasaya dayanan çözümlere de eleştirel yaklaşıyorlar. Genellikle sabit bir işi, kredi geçmişi olmayan yoksul müşterilere kendi işlerini kurmaları için verilen küçük çaplı krediler olan mikrokrediler, kadınların içinde bulunduğu yoksullukla ve dolayısıyla maruz bırakıldıkları şiddetle mücadele etmenin bir yolu olarak karşımıza çıkabiliyor. Kitapta mikrokredilerin kadınları özgürleştirmediği, onları borç aldıkları kişilere bağımlı kıldığı hatırlatılıyor. Yazarlara göre mikrokredilerin toplumsal cinsiyet şiddetini önlemede etkili olduğuna dair bir kanıt yok. Kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe toplumsal cinsiyet şiddeti de var olacak. Reformist, cezai veya piyasaya dayanan “kadıntokrat” yaklaşımlar¹º eleştirilirken yazarların kullandığı keskin dil, bizi bu yaklaşımların eksikliklerini görmeye ve ötesini tahayyül etmeye teşvik ediyor. Kapitalist sistem kapsayıcılığıyla hayatımızın her alanındayken ve dolayısıyla biz sistem içerisine entegre olmaya, sistemin “normal”ini kanıksamaya bu kadar müsaitken manifestonun çizdiği radikal çerçeve oldukça önemli. Diğer taraftan “Bu kazanımların bir değeri yok mu?” veya “Reformist olmayan reform talepleri olamaz mı?” soruları aklımıza geliyor. Örneğin ücretsiz, evrensel sağlık hizmetinin yokluğunda tüm kadınlar kürtaja eşit şekilde erişemiyor ve bu alanda politika üretmeye devam etmek gerekiyor ancak kürtajın yasal bir hak olması hâlâ kadın hareketinin en önemli kazanımlarından biri. Benzer şekilde mikrokredilerin de pratikte kadınların eşlerine, babalarına veya çevrelerindeki diğer erkeklere olan ekonomik bağımlılığının azaltılması açısından önemli etkileri var. Sistem içi kazanımları bir kenara itmeden ötesini, daha radikal olanı tahayyül etmek; ikisi arasında bir çeşit denge tutturmak gerekiyor.
Liberal feminizm gerçek düşmanımız mı?
Kitabın temel eleştirilerinden biri günümüz neoliberal Amerikan feminizminin kapitalizmle kurduğu ilişki üzerine odaklanıyor. Yazarlar, “2. Tez”de liberal feminizmi, feminizmin temel düşmanı olarak tanımlıyor. Bireyin güçlenmesini merkeze alan ana akım feminizmin kapitalist sistem içinde yükselme aracına dönüşmesini eleştiriyor. Liberal feminizmi “feminizmin adına kara çalan”¹¹ bir pozisyonda görüyor. Öncelikle günümüz liberal feminizmini 19. yüzyılın başında yükselen kadınların oy hakkı, eğitim hakkı gibi en temel vatandaşlık haklarını savunan ve toplumsal taleplerde bulunan liberal feminizmden ayırmak gerekir. Günümüzde feminizmi yaşam tarzına, bireyin güçlenmesine indirgeyen bir yaklaşım kapitalist sistem tarafından da destekleniyor. Bunu neoliberal feminizm olarak adlandırmak daha doğru olacaktır ve kitapta asıl olarak eleştirilenin de bu yaklaşım olduğunu görüyoruz. Yazarların eleştirdiği “liberal feminizm”, lean in ve lean on feminizmi olarak da kullanılıyor. Bu kavramsallaştırmalar ile anlatılmak istenen, imtiyazlı kadınların imtiyazlı olmayan kesimlere, mesela göçmen kadınlar gibi diğer kadınlara yaslanarak (lean on) işlerinde yükselmeleri (lean in), bir nevi onların üstüne basarak tepeye ulaşmaları. Lean in feminizmi kitapta ekonomik ayrıcalıklı beyaz kadınların feminizmine referansla kullanılıyor. Yapılan analiz doğru olmakla birlikte, lean in feminizmi olarak adlandırılan bu tutumun tüm dünyadaki yaygın feminist yaklaşım olarak yansıtılması, neoliberal feminizmi tek tip bir şekilde algılama tehlikesini barındırıyor. Örneğin, ABD’de sermayenin pazarlama aracı olarak feminizmi sıkça kullandığını, yer yer neoliberal kapitalizmi feminist ütopya gibi sunduğunu, yeri geldiğinde cinsel çeşitliliği kutladığını biliyoruz. Neoliberal feminizmin tüm dünyada etkisi olduğunu teslim ederek neoliberalizmin kaçınılmaz olarak feminizmle ilişkileneceği algısının ABD veya Avrupa merkezli olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de de neoliberalizm yer yer feminist değerleri kullanıyor. Sermaye gruplarının özellikle kadın hareketinin sembolik günlerinde 25 Kasım, 8 Mart gibi günlerinde bir pazarlama aracı olarak feminist söylemler kullandığını görebiliyoruz. Diğer taraftan Türkiye’de her neoliberal yaklaşımın feminizmle ittifak kurmadığını da görüyoruz. Örneğin Ayşe Düzkan da yazısında, Türkiye’de AKP eliyle gerçekleşen neoliberal dönüşümden ve bunun feminizmle ittifak içinde olmadığından söz ediyor. Feminizm karşıtı söylemler kullanılarak da neoliberal bir dönüşümün mümkün olduğunu görmemize yardımcı oluyor.¹² Bunun yanında, yaşam tarzı/neoliberal/lean in feminizmin yaygın olarak bilinmesi ile birçok insanın feminizmle bu şekilde tanıştığını da gözlemliyoruz. Bu durum; liberal feminizmi okların hedefi hâline getirmemizin, feminizmi böyle tanıyan ve benimseyen insanları dışlamamız gerektiği anlamına mı geleceği ve bunun mücadeleye bir faydası olup olmayacağı sorularını akıllara getiriyor.
Bunun yanı sıra %99 için Feminizm, liberal feminizmin merkezine cam tavanı kırma idealini aldığını ifade ediyor. Kitapta geçen “Ezici bir çoğunluk kırık cam parçalarını temizlemeye mahkûm edilmişken, cam tavanı kırmakla zerre kadar ilgilenmiyoruz.”¹³ cümlesi iş dünyasındaki yükselme çabasının önündeki engellere dikkat çekiyor ve feminizmin amacının bazı kadınların var olan kapitalist sistemde ayrıcalıklı bir konuma gelmesi olamayacağını vurguluyor. Yazarların iş dünyasındaki cam tavanları kırma söylemine getirdikleri eleştiri, günlük hayatımızdaki büyüklükleri ve kırılganlıkları değişebilen diğer cam tavanları yadsıdıkları anlamına gelmiyor. Elbette cam tavanlar yalnızca şirket basamaklarındaki engeller değil, var olan tüm sektörlerde kadınların önündeki engeller olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların siyasete katılımındaki engellerden en basit toplumsal ilişkilerde liderlik pozisyonuna veya hak ettikleri mertebeye erişememelerinin sebebine kadar aslında hepimizin hayatında bulunan cam tavanlardan bahsedebiliriz. Kimi yerde kadın iş gücü, ucuz iş gücü olarak tercih edilirken kimi sektörlerde kadınlar erkeklerle eşit temsil edilmiyor. Pek çok sektörde kadınların yönetici olarak vasıfsız olduğu önyargısı hâlâ güçlü. Erkek egemen düşünce ve pratikler pek çok sektörde varlığını sürdürüyor.
Yazarlar, kitabın “Ek” kısmında bu manifestoyu yazmalarının bir politik amaç doğrultusunda olduğunu ifade ediyorlar: “Bir kurtarma operasyonu veyahut rota düzeltmesinin peşindeyiz; amacımız politik bir karmaşa döneminde feminist mücadelelere yeniden yön vermek.”¹⁴ Yazarlar, 2010’lu yıllarda dünyanın farklı coğrafyalarında yükselen kadın grevlerinin kuvvetinden söz ediyor ve bu grevlerin kitaba büyük bir ilham kaynağı olduklarını vurguluyor. Ne var ki bu ilham kaynağına rağmen kitabın, feminizm gibi çok fazla sistemsel eleştiriyi ve analizi bünyesinde barındıran bir ideolojiye yön verme, ona yeni bir rota sunma iddiasında olması -hem de bu iddiada bulunurken ABD bağlamından çok da uzaklaşamaması- eleştiriye açık bir noktada duruyor.
Sonuç Yerine
Tıpkı her çalışmayı yazıldığı dönemin koşullarına göre değerlendirdiğimiz gibi, %99 için Feminizm: Bir Manifesto kitabına da bu gözle bakmak gerekiyor. Yıllar önce elde edilmiş kadın haklarına dair birçok kazanımın kadınların elinden gitme riskinin olduğu, sağ siyasetin dünyanın birçok yerinde yükseldiği ve ABD’de Trump’ın iktidarının devam ettiği bir dönemde feminist politikayı yeniden düşünmeye, tanımlamaya gayret eden çalışmaların çoğaldığını görüyoruz. Bu kitap da kadın grevlerinden ilham alarak ve antikapitalist hareketlerin koalisyonunu hayal ederek okuyucuyu yeni yaklaşımlar geliştirmeye çağırıyor. Ayrıca %99 için Feminizm’in bir manifesto olduğunu, yani analizler yapmanın yanı sıra temelde provoke eden ve okuyucuyu harekete geçirmeyi hedefleyen bir metin olduğunu da göz önüne almak gerekiyor. Manifesto, feminizmin diğer birçok sistemle nasıl ilişkide olduğunu irdeliyor, okuyucuyu günümüz toplumsal koşulları içinde feminizmi yeniden düşünmeye ve yeni bir rota oluşturmaya çağırıyor.
- Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019.
- Gülnur Acar Savran, “%99 İçin Feminizm Manifestosu* üzerine”, Çatlak Zemin, 1 Mayıs 2019, 30 Temmuz 2021 tarihinde erişilmiştir. https://catlakzemin.com/%99-icin-feminizm-manifestosu-uzerine/
- Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019, s. 13.
- Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019, s. 27.
- Uluslararası Kadın Grevi 2017’den bu yana 50’yi aşkın ülkede kitlesel ücretli iş bırakma, bildiri, protesto gibi çeşitli dayanışma pratiklerini kapsayan eylem biçimleriyle yankı uyandırdı. Kadın grevleri; ataerkiye, kapitalizme, ırkçılığa, heteronormativiteye, emperyalizme, doğal kaynakların sömürüsüne ve toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı politikalara başkaldırı niteliği taşıyordu. Detaylı bilgi için bkz. Selin Çağatay, “Feminist grev”, 14 Ocak 2021, 8 Ekim 2021 tarihinde erişilmiştir. https://feministbellek.org/feminist-grev/
- Ayşe Düzkan, “‘%99 için feminizm’: bir manifesto”, 5Harfliler, 26 Haziran 2020, 28 Temmuz 2021 tarihinde erişilmiştir. https://www.5harfliler.com/%99-icin-feminizm-bir-manifesto Gülnur Acar Savran, “%99 İçin Feminizm Manifestosu* üzerine”, Çatlak Zemin, 1 Mayıs 2019, 30 Temmuz 2021 tarihinde erişilmiştir. https://catlakzemin.com/%99-icin-feminizm-manifestosu-uzerine/
- Ayşe Düzkan, “‘%99 için feminizm’: bir manifesto”, 5Harfliler, 26 Haziran 2020, 28 Temmuz 2021 tarihinde erişilmiştir. https://www.5harfliler.com/%99-icin-feminizm-bir-manifesto
- Michael Albert, Umudu Gerçeğe Dönüştürmek, çev. Taylan Doğan, İstanbul: BGST Yayınları, 2007.
- Ceza sistemine dayanan çözümler üreten feminist bir akım.
- Kadıntokrat (femocrat), bir kadın politikacı ya da kıdemli memur; bir kuruluşta kadın sorunlarıyla ilgilenen kadın bürokrat anlamına gelir. Kitapta bahsi geçen “kadıntokrat yaklaşımlar” kadıntokratların önerdiği piyasaya dayanan çözümler olarak aktarılıyor.
- Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019, s. 24.
- Ayşe Düzkan, “‘%99 için feminizm’: bir manifesto”, 5Harfliler, 26 Haziran 2020, 28 Temmuz 2021 tarihinde erişilmiştir. https://www.5harfliler.com/%99-icin-feminizm-bir-manifesto
- Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser, %99 için Feminizm: Bir Manifesto, çev. Utku Özmakas, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019, s. 25.
- A.g.e., s. 94.