Şiddete Karşı Dayanışma Güçlendirir Panel Metni
Düzenleyen: Berfin Atar
Yağmur Nisan Sakarya
Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında organize ettiğimiz etkinliklerimizden biri de Şiddete Karşı Dayanışma Güçlendirir adlı paneldi. Bu panelde erkek şiddeti ile mücadelede feminist dayanışmayı, üniversitede genç kadın olmayı ve sanat çevrelerindeki cinsel tacizi konuştuk. Panelimizde Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’ndan Elif Ege, BÜKAK’tan Maide Atay ve Feminist Kadın Çevresi’nden Büşra Karpuz konuşmacıydı. Panelin metnini sizlerle paylaşıyoruz.
BÜKAK: Uzun bir sürenin ardından kampüste tekrar bir araya geldik. Eğitim hayatımızı hem çevrimiçi hem fiziksel olarak sürdürüyoruz. Değişen pandemi koşullarının; ülkemizdeki ve dünyadaki siyasal, kültürel, ekonomik ve ekolojik dönüşümlerin üzerimizde yarattığı etkiler devam ediyor. Bu kaosla birlikte kadına yönelik artan şiddet vakaları adeta bir salgın boyutuna ulaştı ve gündelik yaşam pratiklerimizi doğrudan etkiler hâle geldi. Selime Pişkin’in ayrılmak istediği İbrahim Pişkin tarafından ezilerek öldürülmesi, sevgilisi tarafından öldürülüp su kuyusuna atılan Neslihan Batur, boşandığı Sedat Kalındaş tarafından öldürülen Gülsüm Yarış, boşanma aşamasında olduğu kocası Satı Mehmet Demirci tarafından öldürülen Hanife Demirci, samuray kılıcıyla sokak ortasında sırf kadın olduğu için katledilen Başak Cengiz son zamanlarda duyduğumuz haberlerden sadece birkaçı. Dahası, kadınlar bu şiddet karşısında kendini korumaya çalışırken suçlu bulunuyor. Örneğin; geçtiğimiz günlerde Yargıtay, Çilem Doğan hakkında verilen 15 yıl hapis cezası kararını onadı. Çilem Doğan, kendisine sistematik şiddet uygulayan ve onu seks işçiliğine sürüklemek isteyen Hasan Karabulut’u öldürmekle suçlanmıştı. Ancak eril adalet sistemi, şiddet failini cezalandırmak yerine, hakkında 9 kez koruma kararı verilen Çilem Doğan’ı hapsetme kararı aldı. Şiddet bu kadar vahim bir boyuta ulaşmışken bu yıl 1 Temmuz’da Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Kararı’yla İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetle mücadeleye toplumun tüm aktörlerini dahil ediyordu. Devletlere önleyici politikalar sunuyordu ve bu alandaki mücadelenin en önemli kazanımlarından biriydi. Ancak halihazırda sözleşmenin uygulanmaması tartışılırken Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesiyle kadınların talepleri bir kez daha göz ardı edildi. Kadınlar Cumhurbaşkanlığı kararının durdurulmasına yönelik dava açtılar. Geçtiğimiz günlerde ise Danıştay; Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını hukuka uygun buldu, kadınların itiraz taleplerini reddetti. Kamuoyunda ise politikacılar, gazeteciler başta olmak üzere birçok insan İstanbul Sözleşmesi’ni ve kadınları hedef gösterdi. Örneğin; temmuz ayında Abdurrahman Dilipak “Ak Parti’nin Papatyaları” başlıklı yazısında İstanbul Sözleşmesi’ni hedef aldı. Yazıda, kadınlardan “fahişeler” olarak bahsetmişti. Bunun üzerine 81 ilden AKP’li kadınlar, Dilipak’tan şikayetçi oldu. Haklarımızın ve kazanımlarımızın göz ardı edildiği bütün bu kararların yanı sıra kadınlara ve çocuklara yönelik birçok tehdit ve riskleri barındıran 5. Yargı Paketi’ni içeren İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi1 gündemimize girdi. Yargı paketinin “çocuk haczi” ile çocuğun üstün yararını gözettiği iddia ediliyor. Ancak yargı paketi muğlak ve göstermelik ifadelerle uygulamayı zorlaştıracak hükümler içeriyor. Yalnızca çocukları değil, boşanmak isteyen kadınları da mağdur eden, kadınların taleplerini görmezden gelen bir düzenleme söz konusu. Ülkemizde halihazırda aile kurumuna kutsal bir değer atfediliyor. Kadın yalnızca eş ya da anne olarak aile içinde tanımlanmakta. Bu şartlarda toplumsal olarak kadınların eşinden ayrılması kolay değil. Buna rağmen bu düzenlemelerle kadınların kendi hayatları ve kararları üzerinde söz söyleme hakkı engelleniyor. Tüm bu eşitsizliğin, hukuksuzluğun karşısında kadınlar olarak mücadele etmeye, sözlerimizi söylemeye devam ediyoruz. Öncelikle “Var olan yasalara dokunma, uygula!” diyoruz. Çünkü her yeni anayasa değişikliği kadınları ve çocukları görmezden gelen hatta birçok açıdan daha kötüye götüren bir tablo çiziyor. Kadın örgütleri bu konularla ilgili muhalefet partileriyle görüşüyor, açıklamalar yayımlıyor, kampanyalar düzenliyor.
Bir yandan gündemimizde ILO Sözleşme 1902 var. 190 No’lu Sözleşme, çalışma yaşamında ortaya çıkan her türlü şiddet, cinsel taciz, ısrarlı takip, dijital taciz gibi insan onurunu zedeleyen davranışların önlenmesini uluslararası güvence altına alıyor. Türkiye’nin bu sözleşmeyi imzalaması yönünde yapılan çalışmalar sürüyor. Kadınların, sendikaların talepleri çok net: ILO 190’ı imzala!
Ataerkil şiddetin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını biliyoruz. Tüm dünyada farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz aylarda Taliban, Afganistan’da yönetimi ele geçirdi. Bununla birlikte Afganistan’da yaşayan kadınların temel hakları ve hayatları tehlikeye girdi. Taliban yönetimi; kadınları işlerini bırakmaya zorluyor, haklarını savunan aktivistleri ölümle tehdit ediyor, kadınların kamusal alanlara girmesini engelliyor. Örneğin geçtiğimiz aylarda kadınların Kabil Üniversitesi’ne girişi yasaklandı. Ele geçirilen bir kentteki kadın sığınma evi boşaltıldı, kadınlar öldürülme tehlikesinden kaçtıkları evlerine geri gönderildi. Taliban rejimine karşı haklarını savunan Afganistanlı kadınlar hâlâ varoluş mücadelesini sürdürüyor.
Kadın cinayetlerinin, kazanımlarımıza yönelik saldırıların böylesine yakıcı olduğu bir atmosferde, şiddete karşı birlikte dayanışmanın verdiği güçle 25 Kasım haftasında bir aradayız. Bizler bugün kadınların gittikçe yoksullaştığı ve ekonomik şiddete maruz kaldığı düzene karşı seslerimizi yükseltiyoruz. Haklarımızdan, hayatlarımızdan, kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğimizi dile getiriyoruz. 25 Kasım’da binlerce kadın meydanları doldurdu. Polis müdahalesine rağmen bir arada yürüdü, sloganlar attı. Bugün de sahnede, kampüste, evlerimizde kadınlar olarak neler yaşadığımızı, cinsel şiddetin görünen ve görünmeyen taraflarıyla nasıl karşılaştığımızı konuşmak amacıyla buluştuk. Her alanda olduğu gibi şiddete karşı da dayanışma güçlendirir diyerek sözü Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’ndan Elif Ege’ye bırakmak istiyorum.
Elif Ege: Ben de Mor Çatı deneyimlerinden bahsedeceğim. Pandemide özellikle bizim gibi genç kadınların kampüsten eve dönmesinin getirdiği zorluklar oldu. Biz Mor Çatı’da bunun etkisini genç kadınlardan gelen başvurularla hissettik. Bunun bir çaresinin olmadığını görmek çok üzücüydü. Kocasından şiddet gören bir kadını yönlendirebileceğimiz sığınak, üniversiteli bir genç kadın için çok mümkün bir seçenek değil. Bir yandan da durumlarının farkında olan genç kadınların olduğunu görmek umut vericiydi. Şiddeti uygulayan baba ya da abi olunca bazen daha kolay hasır altı edilebiliyor. Ancak artık öyle olmadığını görmüş olduk. Bunu çok utanarak söylüyorum ancak Boğaziçi’ndeyken çok feminist bir insan değildim. Üniversiteden sonra doktora için yurt dışına gittim. 2017 yılında CEDAW ile ilgili doktora tezi yazarken saha çalışması için Türkiye’ye döndüm. Saha çalışması benim hayatım oldu, oradaki arkadaşlarım şimdi birlikte politika yaptığım kadınlara dönüştü. Ben de çok daha aktif şekilde feminist politikaya katıldım. Mor Çatı, feminist hareketin çok içinden gelen bir örgüt ve Türkiye’deki feminist hareketi oluşturan kadınların kurduğu bir yer. Ben de 14 Şubat ve 8 Mart’a dair eylemler örgütlenirken Mor Çatı’yı keşfettim. 2018’den bu yana da Mor Çatı gönüllüsüyüm. Mor Çatı’daki işimizi en temelde feminist sosyal çalışma oluşturuyor. Bu çalışmayı, şiddete maruz kalan kadınlarla dayanışma kurarak, onların ihtiyaçlarını belirleyip o yolda birlikte yürüyerek gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla Mor Çatı her gün birebir destek veren bir kurum. Bu çalışmalar sonucunda da kadınların nasıl bir şiddete maruz kaldıklarına ve neler yaşadıklarına dair veriler elde etme imkânımız oluyor. Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele mekanizmalarının nasıl işlediğini, şiddete uğrayan bir kadının bu mekanizmalara başvurmasıyla birlikte gözlemlemiş oluyoruz. Ben de işin bu gözlemleri dışarıya aktarmak kısmında yer alıyorum. Örneğin sosyal medya kampanyası, video çalışması, bulduğumuz bulgularla izleme raporları yazmak gibi dışarıya aktarma yoluyla hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda bu raporlar kullanılabiliyor ve raporların görünürlüğü artıyor.
Sonucu cinayet olan bir sürece baktığımızda fail, bir gün delirip cinayet işlemiyor veya şiddet uygulamıyor. Bu bir erkeklik ve eşitsizlik sorunu. Erkekler sarhoş oldukları, işsiz oldukları için değil güç göstermek, öfke boşaltmak için bunu yapıyorlar. Aslında bunu yapan erkekten sonra buna çözüm arayan kadının gittiği bütün yolu takip etmek, o cinayete nasıl varıldığını görmek açısından çok önemli. Bu sene uzun zamandan sonra ilk defa bir yıllık izleme raporu yayımlayacağız. Ben de sizlere bu raporda yer alan Ocak-Ağustos ayları arasındaki verileri aktarmak istiyorum. Bu zaman aralığında Mor Çatı’da 1072 kadın ile görüşülmüş. Bu kadınlardan 863’ü ilk defa, 209’u ise daha önce de başvurmuş. 604 kadın psikolojik şiddete, 439 kadın fiziksel şiddete, 210 kadın ekonomik şiddete, 124 kadın cinsel şiddete, 39 kadın diji- tal şiddete, 28 kadın ısrarlı takibe, 4 kadın ise flört şiddetine maruz bırakılmış. Bu şiddet türleri bazen birlikte de gerçekleşiyor, kategorize etmiyoruz. Ancak psikolojik şiddetle ilgili farkındalığın artması sonucu bu şiddeti tanımlayabilen kadınların oranının da artması bizi umutlandırabilir. Çünkü genellikle şiddetin varlığı için darp raporu kıstas alınıyor. İzleme raporunda birkaç koldan inceleyerek Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM), karakollar, aile mahkemeleri ve sığınaklardaki kötü uygulamalara baktık. Bu raporlardaki temel sorunlarından birinin kadınlara verilen eksik, yanlış bilgilerin ve caydırıcı yaklaşımların olduğunu gözlemledik. Örneğin, kadın karakola gidip sığınağa başvurmak istediğini söylediğinde “Darp raporun nerede?” diye soruluyor. Bu kesinlikle yasal bir durum değil. Mesela kadınlara “Göçmensin sığınağa alınmazsın.”, “Babandır olur öyle şeyler.” deniliyor. Kanunun öngördüğü düzenlemeler konusunda bilerek yalan söylüyorlar ve bu süreçte kadınları saatlerce bekletiyorlar. Benzer bir süreç kadınların doğrudan ulaşım sağlayabilmesi için kurulan ŞÖNİM’de de var. Bu süreç yıldırma politikasının bir örneği ve sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Bunun dışında sığınakları, bazı kadınlar hapishane şeklinde ifade ediyorlar. Oraya her türlü sosyal, hukuki, psikolojik desteği almak, rehabilite olmak için giden bir kadının cep telefonunu alıyorlar. Başvuran kadının 12 yaş üstü oğlu varsa veya 60 yaş ve üzeri bir kadınsa sığınağa alınmıyor. Dolayısıyla kadınlara sığınaklarda da bir yıldırma politikasının uygulandığını görüyoruz. Aslında her kadının hikâyesi çok biricik ancak bu hikâyelere baktığımızda benzer süreçlerin olduğunu da görüyoruz. Mesela, bir kadın babası izin vermediği için eğitim alamamış, sonrasında evlenmiş ve iş yaşamına katılamamış. En sonunda da hiçbir güvencesi olmadan çocuklarıyla birlikte sığınaklara başvurmuş. Sığınağa yerleştiği zaman da dışarıya çıkmasına, telefonunu kullanmasına izin yok. Kısacası o kadını güçlendirebilecek hiçbir yaklaşım yok. Bu yaklaşımlar kadının evine dönmesi gerektiği anlayışının bir ürünü. Benzer bir yaklaşımı boşanma davalarının uzunluğunda da görüyoruz. Aile mahkemeleriyle ilgili raporumuzda bunu dile getirdik. Kadınları yıldırmak için dava sürecini uzatıyorlar. Erkekler de bu süreci çok iyi kullanıyorlar. Örneğin, “Nafaka isteme hemen boşanayım.” diyorlar. Kadın bütün bu eşitsizlik sürecinin sonucunda mahkemeye başvurmuş ve bu yaklaşımlarla birlikte alacağı cüzi miktardaki nafakayı ve diğer haklarını elde edemeden dava sürecini sonlandırmış oluyor. Boşanma davalarından bahsetmişken 5. Yargı Paketi’ne de değinmek istiyorum. Mor Çatı’da uzun zamandır anneleri şiddete uğrayan çocukların durumlarıyla ve onların uğradıkları şiddetle ilgili çalışmalar yapıyoruz ancak bu sene bu konuya daha fazla odaklandık. Örneğin bir kadına gizlilik kararı verilirken aynı karar çocuğuna verilmiyor. Bu da erkeğin, çocuk üzerinden kadını bulması anlamına geliyor. Veyahut çok uzun süredir kadınlara velayet davası sürecinde “Babasıdır, görmesin mi?” gibi birtakım manipülatif cümleler söyleniyor. Bu gibi örnekleri biz de dahil olmak üzere Türkiye’deki birçok kadın örgütü her gün yaşıyor ancak süreç yine de bu şekilde devam ediyor. Bu patriyarkal zihniyet içimize işlediği için kadınların da bizi aradıklarında sıklıkla “Babasından ayırmam kötü olur mu, nasıl eksileri olur?” gibi düşünceleri oluyor. Hepimiz bu toplum tarafından şekillendiriliyoruz ve günümüzdeki mahkemelerin “Çocuk babasını görmesin mi?” yaklaşımından sonra
5. Yargı Paketi’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte velayet süreçlerinin daha da zorlaşacağını görüyoruz. Aile odaklı yaklaşımın bütün bu meselenin temelinde olduğunu yeniden keşfediyoruz. Son olarak da hem pandemi süreci hem de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması özelinde sıklıkla karşılaştığımız haklı bir sorudan bahsetmek istiyorum: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ve pandeminin kadına yönelik şiddet konusunda nasıl bir etkisi oldu? Bu süreçte özellikle “Şiddet arttı.” cümlesinin rakamlarla desteklenip desteklenmediğini çok dik- katli incelemeye çalıştık. Bu verileri keşke devlet de tutsaydı, ancak o zaman gerçek ve resmî rakamlar olabilirdi. Çünkü “Şiddet arttı.” çok üstünkörü bir cümle hâline geldi ve bu da “Adam çok iyiydi. Eve kapanma oldu ve adam delirdi.” gibi bir anlayışı da getirdi. Ancak bunun böyle olmadığını, erkeklerin patriyarkal zihniyetin ürünü olarak bu şiddeti uyguladıklarını biliyoruz. Pandemi sürecinde ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ile kadınların söylemsel, düşünsel, fiziksel umut alanları kapatıldı. Örneğin pandemi sürecinde ben, baroların izlenmesiyle ilgili bir çalışma yürütüyordum ve bu çalışma sürecinde bir büyük şehrin barosunu aradığımızda baronun kapalı olduğunu söylüyorlardı. Bir kadın şiddete uğruyorsa adli yardımdan destek almak, o kadın için hayati oluyor. Sonuçta herkes dilekçe yazamaz. Üniversite mezunu olsanız bile bir “koruyucu tedbir kararı” veya “gizlilik kararı talebi” yazmak hiç kolay değil. Ancak buna rağmen baro kapandı dediler. 155’i aradığımızda “Salgın var, bakamayız.” gibi bir cevapla karşılaştık. Biz şiddete uğrayan kadınların erkek evden çıktığında bizi aradığını gördük. Eğer erkek evden çıkmadıysa o zamanı da bulamadılar. Bu yüzden de psikolojik ve hukuki destek alabilecekleri bir mekanizmayı bulamamış oldular. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra devlet bürokrasisindeki kötü uygulayıcıların -burada sadece polis değil hastanedeki bir doktor bile dahil- o patriyarkal zihniyetin ürünü olarak kötü bir yaklaşımda bulunanların, faillerin cesaretlendiğini görüyoruz. Burada da feminist hareket özellikle 2010 yılını dönüm
noktası olarak tanımlar. Bu dönem sonrasında “Kadın erkek eşit olamaz.”3 söyleminin resmî retoriğe girmesiyle kötü uygulamaların yaygınlaştığını gördük. Bu, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla birlikte çok daha kötü bir noktaya evrildi. Burada her şeyin 21 Mart günü itibarıyla çok kötü olmadığına dikkat çekmek gerekiyor. Türkiye’de temel mesele olan yasa ve uygulama arasındaki boşluk, daha da artmış oldu. Sözleşmeler söylemsel alan sağlayıp politik bir ortam açarlar. Mor Çatı’da da her gün kadınlarla konuşurken İstanbul Sözleşmesi’nden hareketle haklarından bahsettik. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması hem hepimizin gündelik hayatını hem de Mor Çatı deneyimini etkiledi. Bu süreçte birçok ülkeden kadınlar bizimle iletişime geçti. Bu tabii çok güçlendirici bir durum oldu. Bir yandan da Fransız kadınların “Ya bu durum bize de gelirse?” gibi endişelerini duyduk. Orada da antifeminist hareketler olduğundan bahsediyorlar. İtalyan kadınları ise biz teselli ediyoruz. Bunun kadın olmaktan dolayı yaşadığımız bir sorun olduğunu hep söylüyoruz. Kimse kurtulmuş ya da özgür değil. Çözümün dayanışmada olduğunu bu süreçte de görmüş olduk. Çok ağır bir saldırı olmasına rağmen çok güçlü bir mücadele de var.
Maide Atay: Kadına yönelik şiddetin pek çok biçimi var. Her şeyden önce şiddet; güç göstermek, öfke boşaltmak, kontrol etmek, cezalandırmak veya kazanç sağlamak amacıyla bir insandan bir canlıya yönelen bir davranış biçimi. Cinsel şiddet de kişinin cinselliği, bedensel ve/ya duygusal bütünlüğüne yönelen, zarar veren eylemler. Bunlar tecavüz, cinsel taciz, istismar ve saldırı olarak karşımıza çıkıyor. Şiddet; bilmeden, şuursuzca ya da cinnet hâlinde yapılan bir eylem değil. Her şeyden önce öğrenilen ve öğretilen, pek çok seçenek içinden seçilen bir davranış ve düşünce biçimi. Bu düşünce biçiminin temelinde, içine doğduğumuz ataerkil toplumda öğrendiğimiz cinsiyetçi düşünme biçimleri ve pratikleri var. Davranışlarımız toplumsal cinsiyetimize göre şekilleniyor. Sistemin kadınlara dayattığı, öğrettiği bu roller bağımsız bir kadın kimliğinin, özgür düşüncelerin gelişmesini engelliyor. Doğdukları andan itibaren kız ve oğlanlara farklı muameleler yapıldığını ve eşit yetiştirilmediklerini görüyoruz. Toplumun bir parçası olarak nasıl davranmamız gerektiğini farklı biçimlerde öğreniyoruz, farklı süreçlerle toplumsallaşıyoruz. Aile kurumu, din kurumu, okul, medya, popüler kültür nelerin bir kadına uygun, nelerin bir erkeğe uygun davranışlar olduğunu bize tekrar tekrar gösteriyor. Burada oyuncakların cinsiyetlendirilmesi üzerinden düşünebiliriz: Oğlanlara oyuncak tabancalar, kumandalı arabalar alınırken; kızlara oyuncak bebekler, mutfak gereçleri alınıyor. Kızların “evcilik” oynamaları teşvik ediliyor. Gelecekte yetişkin bir kadın olduğumuzda yapmamız gereken çocuk bakımı, ev işleri bize küçük yaştan itibaren öğretiliyor. Bu toplumsallaşma sürecinde bizler de bu düşünceyi, bu davranışları yani ataerkil ideolojiyi içselleştirmiş oluyoruz. Kız ve oğlanların cinselliklerine de farklı yaklaşıldığını görüyoruz: Oğlanlar küçük yaşlardan itibaren “erkeklik”lerine vurgu yapılarak yetiştirilir. Bu erkekliğin kurucu unsuru da cinsellik aslında. Bu nedenle oğlanların cinsel edimleri hep teşvik edilir. Kızlara ise “hanım hanım olmaları”, uslu durmaları, cinselliklerini saklamaları gerektiği söylenir. Mesela, sünnet olmak üzerinden düşünelim. Sünnet, oğlanlar için erkekliğe geçiş olarak görülüp merasimlerle kutlanır, herkese duyurulur. Kızlar ise regl olduklarında bunu saklamak zorunda bırakılır. Kızların cinselliği ayıpla, günahla ilişkilendirilir; bekaretin korunması onun “namusu” olarak görülür. Evlenip gelin oluncaya kadar da namusunu korumaları gerektiği öğütlenir. Ataerkil toplumsal yapı tam da bu namus kavramı üzerinden kadınların hayatlarını denetliyor. Ne giyeceği, nereye kaçta kiminle gidebileceği, nasıl konuşup davranacağı bu ataerkil namus anlayışı üzerinden dayatılıyor. Kadınlar kurallara uymadığında da şiddetin pek çok biçimi bir cezalandırma yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.
Üniversiteye bu rolleri içselleştirmiş olarak geliyoruz. Toplumsallaşma sürecimiz bizlerin özbenliğini de yapılandırıyor. Kendimizi görme biçimimizi ya da kadınlar olarak birbirimizi görme biçimimizi şekillendiriyor. Kendi yaratıcılıklarımızı, kapasitemizi keşfetmekte zorlanabiliyoruz. Ataerkinin önünde görünür olabilmek için sürekli kendimizle uğraşabiliyoruz ya da tam tersi kendimizi saklamaya çalışıyoruz. Bazen de başka kadınlarla rekabet içinde olabiliyoruz. Çünkü ataerki bizden kendi ihtiyaçlarımızı unutmamızı istiyor. Kendimizi sevmeyi değil kendimizi ataerkinin ihtiyaçları için feda etmemizi istiyor. Bugün burada bizler üniversitede okuma, eğitim hayatına devam edebilme şansına sahip olan kadınlarız. Pek çok kızın okumasına izin verilmediğini, erken yaşta okuldan alınıp zorla evlendirildiğini biliyoruz. Üniversiteye gelebilenler olarak da pek çok cinsiyetçi düşünce ve pratiği içselleştirmiş oluyoruz. Bunlar bizim bölüm, meslek seçimimizi de şekillendiriyor. İleride ideal eş ve anne rolünü oynamamızı kolaylaştıracak mesleklere yönlendiriliyoruz. Üniversitelerde kimi fakültelerdeki kadın erkek oranının farklılığı mutlaka gözünüze çarpmıştır. Mühendislik fakültelerinde kadın öğrencilerin oranı daha az örneğin. Çünkü mühendislik kadından çok erkeğe uygun olarak görülüyor. Kadınlar buraya teşvik edilmiyor. Erkekler de aslında buna zorlanıyor. Çünkü erkeklerin “eve ekmek getirmesi”, dolayısıyla “elle tutulur” bir mesleğe sahip olmaları gerekiyor. Akademide çalışan kadınların durumuna baktığımızda, daha üst akademik kadrolarda kadın akademisyen oranının azaldığını görüyoruz. YÖK geçtiğimiz Nisan ayında “Öğretim Elemanları Sayıları Tablosu”4 yayımlamıştı. Burada görü- yoruz ki kadın ve erkek araştırma görevlilerinin oranı hemen hemen eşit. Ama erkek profesörlerin sayısı kadın profesörlerin sayısının iki katından daha fazla. Dolayısıyla bir akademisyen olarak piramitte yukarıya doğru ilerledikçe kadınların sayıları gittikçe azalıyor. Çünkü kadın akademisyenler, sadece akademi içinde çalışmıyor. Ev ve bakım işleri de kadınların üzerinde. Bu oluşan çifte mesai, kadınların akademi içindeki ilerleyişini etkiliyor. Hâliyle bilim üretilen bir yer olan akademi, sanki sadece erkeklere aitmiş izlenimi yaratılıyor. Akademideki işe alımlarda, master ve doktora mülakatlarında sorulan sorulara dair bazı raporlar ve haber yazıları5 da mevcut. bianet’in 2019’da hazırladığı bir çalışmada6, yüksek lisans mülakatlarında sadece kadın adaylara “Evli misin?”, “Evli değilsen, evliliği düşünüyor musun?”, “Neden yüksek lisans yapıyorsun?”, “Hem evi hem burayı nasıl yürüteceksin?” gibi soruların sorulduğundan bahsediliyor. Yani kadın akademisyenler, çalışmaları dışında özel alandaki bakım işleriyle de sorumlu tutulabiliyor.
Biz de BÜKAK’ta zaman zaman derslerde karşılaştığımız cinsiyetçi pratikler üzerine konuşuyoruz: Derste söz alan kadın öğrencilerin sözlerinin erkekler tarafından rahatlıkla kesilmesi, kadın öğrencinin yaptığı bir önerinin ciddiye alınmaması gibi. Hatta laboratuvarda temizlik malzemelerinden bahsederken “Kızlar, siz zaten bunları iyi bilirsiniz.” diyen hocalarımız dahi var. Cinsiyetçilik hem öğrencilerden hem akademisyenlerden gelebiliyor. Öğrenci yurtlarında da kadınlara ve erkeklere farklı muameleler yapıldığını görebiliyoruz. Birkaç sene önce ODTÜ’de kadın öğrenciler, yurda girişlerine dair bir kısıtlama bulunmadığı hâlde geç saatlerde yurda geldiklerinde kapılarının kilitlendiğini, yurda alınmadıklarını, “Kiminleydin?”, “Neredeydin?” sorularıyla karşılaştıklarını söylemişlerdi.7 Ekim ayında İzmir’deki bir KYK yurdu, kadın öğrencilerin “ahlaki olmadığı” gerekçesiyle oda dışında pijama giymelerini yasakladı.8
TL’nin her geçen gün değer kaybettiği şu günlerde ekonomik kriz de öğrencileri ama özellikle kadın öğrencileri çok fazla etkiliyor. Bu dönemin başında, farklı illerden üniversite öğrencileri “Herkesin barınma hakkı vardır.” diyerek “Barınamıyoruz” hareketini başlatmıştı. Sadece pandemi nedeniyle gittikçe daralan yetersiz yurt kapasiteleri değil, ekonomik krizle ortaya çıkan fahiş kira artışları başlı başına bir barınma sorunu ortaya çıkardı. Bu sorunlar kadınları daha fazla ve farklı yönlerden etkiliyor. Örneğin; ekim ayında Dersim’de, yurda yerleşemeyen iki kadın öğrenci, sonrasında yerleştikleri otelde kalan iki erkek tarafından tacize uğramışlardı.9 Yine bu senenin başında yurt bulamayan bazı kadın öğrenciler, aileleri tarafından memleketlerine geri çağrılmıştı.10 Erkek öğrenciler için yurt çıkmadığı durumlarda birileriyle tanışıp eve çıkmak daha kolayken kadınlar için bu bir güvenlik sorunu aynı zamanda.
Üniversitede cinsel taciz -yaygın olarak- kampüslerdeki cinsiyetçi şakalara, hakaretlere dönüşerek karşımıza çıkabiliyor. Bir arkadaş grubunda cinsel şiddetin gayet sıradan bir hikâye şeklinde anlatıldığına şahit olabiliyoruz. Mesela bir erkek, karşısındaki kadını nasıl tuzağa düşürdüğünü ya da onu nasıl “elde ettiğini” bir başarı hikâyesi olarak anlatabiliyor. Burada kadının ne hissettiği, rızasının olup olmadığı gündem dahi olmuyor. Kadının hayır demesi “nazlanıyor” olarak yorumlanıp “kaçan kovalanır” şeklinde değerlendiriliyor; ısrarlı takip ve taciz normalleştiriliyor. Kadınlarla eşit ilişkiler kurulmuyor. İçine girdiğimiz sosyal ortamlar, özellikle festival, parti gibi alkollü ortamlar cinsel şiddetin daha kolay gerçekleştiği yerler oluyor. Sonrasında şiddet, alkol üzerinden meşrulaştırılıyor, “Alkollüyken olur böyle şeyler.” dene- rek sıradanlaştırılıyor. Ayrıca pek çok kadın cinselliği ilk kez bu yaşlarda yaşıyor. Bu deneyimler yer yer cinsel şiddetle iç içe geçebiliyor. Kimi zaman bunları fark edemiyor ya da bu durumları normal görebiliyoruz. Çünkü ne bunları demokratik bir biçimde korkmadan çekinmeden konuştuğumuz bir yetiştirilme biçimimiz ne de bizlere güvenli ve eşitlikçi ilişkilerin öğretildiği bir eğitim anlayışımız var. Cinsellikle ilgili birçok konu toplumda tabu olarak görülüyor. Daha eşitlikçi olduğu varsayılan ortamlarda cinsel şiddet, farklı şekillerde karşımıza çıkabiliyor. Özgür kadın deneyimi cinsellikle ilişkili bir şekilde sunulabiliyor. Mesela bir arkadaş ortamında muhafazakâr görünmemek, yetişkin olduğumuzu göstermek ya da o ortama ayrı düşmemek için hazır olmadığımız cinsel yakınlaşmalara onay vermek durumunda kalabiliyoruz. Burada aslında yapay bir özgürlük söyleminin ve ortamının kurulduğuna dikkat çekmek istiyorum. Özgürlük söylemi üzerinden kurulan alanlar da kadınların sömürüldüğü, cinsel kimliklerinin istismar edildiği alanlara dönüşebiliyor. Son yıllarda kampüste bunun örneklerini sıkça gördük, güvendiğimiz ortamlarda da şiddet karşımıza çıkabiliyor. Bir kadın tacize ya da cinsel şiddete uğradığını söylediğin- de ona inanılmaması ise bu konuda sıklıkla karşılaştığımız durumlar- dan biri. Tacize uğradığını söyleyen bir kişiyi dinlemek yerine ona inanmamak, onu suçlamak kolaylıkla tercih edilebiliyor ya da onun davranışları şiddete gerekçe olarak gösterilebiliyor. Ancak unutmamak gerekir ki şiddetin tek sorumlusu şiddeti uygulayan kişidir. Kadının kıyafeti, kaçta nerede olduğu şiddetin gerekçesi, bahanesi asla olamaz. Burada bize düşen bazı sorumluluklar var. Temelde şiddet karşısında ne yapacağımızı bilmemiz gerekiyor. Mesela şiddete uğrayan kişi, bir arkadaşımız olduğunda ne yapacağız? Ya da içinde olduğumuz bir öğrenci kulübünde yaşanan bir taciz karşısında ne yapmamız gerekir? Bunları “Bizde böyle şeyler olmaz.” anlayışıyla geri plana atmak, güven ortamı kurmamak, konuşmaktan çekinmek sadece şiddetin üstünü örter. Çünkü şiddetle mücadele edebilmek için her şeyden önce şiddeti tanımlayabilmek, ifade edebilmek gerekiyor. Bunun için de iletişim kanallarını kullanmaya ihtiyaç var. Son yıllarda cinsel şiddete ve tacize karşı ifşa yöntemi yaygınlaştı. Bu tesadüf değil. Çünkü dünya genelinde de tacize karşı başlayan çeşitli kampanyalar, #MeToo gibi hareketler kadınlara tacizi açıklamaları konusunda cesaret verdi. Ayrıca kadına yönelik şiddet suçlarında yasaların çoğu zaman uygulanmaması, cezasızlık politikaları kadınların kurumlara olan güvenini sarstı. Özellikle Türkiye koşullarında bazı kazanımların geri alınmaya çalışılması, var olan yasaların uygulanmaması, güven vermemesi, faillere ceza verilmemesi, kadınların sessizliğe itilmesi, kadın beyanının esas alınmaması gibi durumlar ifşayı bir yöntem olarak karşımıza çıkardı. Kadınların bu bağlamda konuşabilmeleri olumlu bir kazanım. Çünkü var olan eşitsizliklere, sıradanlaştırılan şiddet kültürüne, tacizlere karşı bir itiraz kültürü geliştiriliyor. Ancak diğer yandan ifşa yönteminin hem ifşayı yapanda hem de suçlanan kişi üzerinde çok fazla olumsuz etkisi olabiliyor. Örneğin ifşaya konu olan pek çok vakada yargıya başvurulmadığını görebiliyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’nde de kimi konular Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’na (CİTÖK) taşınmıyor. Okulun disiplin kurullarına ya da etik komitelerine her zaman başvurulmuyor. Bu noktada ifşaların kendi içinde bir yargı barındırdığını hatırlamak gerekiyor. Cinsel suçlarda beyanın esas alınması ve suçlanan kişinin bu suçu yapmadığını ispat etmesi gerekli. Beyan “esas” değil “doğru” kabul edildiğinde karşı tarafa kendini savunma imkânı verilmemiş oluyor. Dahası “Kadın beyanı esastır.” gibi feminist bir kazanımın kötü niyetli kullanılmasına, iftira ile ilişkilendirilmesine de zemin hazırlanabiliyor. Ayrıca yine Boğaziçi’nde sosyal medya üzerinde gündeme gelen kimi cinsel şiddet ifşalarının güçlendirici olmadığını, ifşayı yapan kişiler üzerinde olumsuz etkiler yarattığını gördük. Tam da bu nedenlerden cinsel şiddetle mücadelede üniversitelerin kurumsal mekanizmalarının güven verebilmesi çok önemli. Bunun için başta, üniversitelerin cinsel şiddetten azade olmadığının farkına varmak gerekli. Çünkü özellikle daha özgürlükçü, demokratik görülen üniversitelerde şiddet yokmuş izlenimi yaratılabiliyor. Dolayısıyla burada üniversitelere sorumluluklar düşüyor. Üniversitelerde zaten kurumsal işleyişlerin bir parçası olarak eşitsizlik karşımıza çıkıyor. Cinsiyete dayalı ayrımcılık bir sorun değil de olağan prosedürlerin bir parçasıymış gibi görülebiliyor. Bu sebeplerden dolayı bu alanları dönüştürebilmek için CİTÖK gibi yapılara ihtiyacımız var. Bu yapıların güven vermesi için buralarda başvuruları alacak, üniversite bileşeninden olmayan çalışanlara ihtiyaç var. 2016’dan beri CİTÖK’te çalışan bir ofis koordinatörü vardı ve CİTÖK’e gelen başvuruları alıyordu. Geçtiğimiz aylarda önce ücretsiz izne çıkarıldı, sonrasında işten çıkartıldı. Yerine başka bir çalışan da gelmedi. Bu yapılarda çıkar çatışmalarının yaşanmaması, hiyerarşik ilişkilerin kurulmaması gerekiyor. Bunun için de başvuruları alacak kişinin bu alanda uzmanlaşmış, feminist bir perspektife sahip birisi olması gerekiyor. Şu an CİTÖK’te bu pozisyonda kimse yok. Karşımızda işleyişinde sıkıntılar olan bir CİTÖK var. Bugün, birtakım yönetim mekanizmalarının âtıl kaldığı bir Boğaziçi tablosunda, akademisyenlere de sorumluluklar düşüyor. Akademisyenlerin sadece bu konulara dair eğitimler organize etmesi değil, ders müfredatlarını da yeniden gözden geçirmeleri ve bunların yanında CİTÖK’ü de işlevli hâle getirmek için çalışmaları gerekiyor. Bu sene Boğaziçi’nde yaşananlardan önce de cinsel şiddet ve tacizle mücadele adına yetersizlikler vardı. Fakat şu dönemde, buraya daha fazla odaklanılması ve aksiyon alınması gerekiyor. Çünkü üniversitelerde CİTÖK gibi yapıların varlığı; tacizi ve şiddeti gündemleştirmek, bunların önüne geçmek ve kurumsal yapıları dönüştürmek için çok kritik. Yurtdışındaki pek çok üniversitenin bu konuda çeşitli yıllık aksiyon planları var. Bunların içinde cinsel şiddete zemin hazırlayan zihniyetin ve davranış biçimlerinin değiştirilmesini amaçlayan bilinçlendirme çalışmaları, farkındalık eğitimleri de var. Bu eğitimler çok kritik çünkü kurumsal yapıları dönüştürerek suçun en başta ortaya çıkmasını engelleyecektir. Bu nedenle tüm akademik bileşenler için eğitim ve bilinçlendirme programlarının oluşturulması ve bunların tüm yılı kapsayacak şekilde zorunlu eğitim programları olarak hayata geçirilmesi, müfredatların içine entegre edilmesi çok önemli bir yerde duruyor. Bu eğitimlere sadece akademisyenlerin değil idari personeller, güvenlik çalışanları, sağlık personelleri gibi üniversitenin tüm bileşenlerinin dahil edilmesi gerekiyor. Bir cinsel şiddet suçu meydana geldiğinde bu şikâyetleri ele alacak kurumsal mekanizmalar ve işleyişlerin net olması, tüm üniversite bileşenlerinin nereye başvuracaklarını bilmesi çok önemli. Üniversiteler en temelde bizlerin statükoyu sorgulamayı, eleştirel düşünmeyi, araştırmayı öğrendiğimiz yerler. Bilim üretilen bir alan ve kadınların burada var olması çok önemli. Güvenli eğitim ve araştırma ortamları kurabilmek için demokratik üniversitelere ihtiyacımız var. Bu yüzden üniversitelere önemli birtakım sorumluluklar düşüyor.
Büşra Karpuz: Her yerde olduğu gibi sanat alanında da cinsiyetçilik ve kadına yönelik şiddet örnekleriyle çok sık karşılaşıyoruz. Bu konu, son yıllarda dünyada çok daha fazla konuşulmaya, tartışılmaya ve görünür olmaya başladı. Bunda #MeToo hareketinin etkisi büyük. #MeToo ifadesi, ilk olarak New York’lu aktivist Tarana Burke tarafından kullanılmaya başlandı. Bu ifade, cinsel şiddete maruz kalan, beyaz olmayan kadınlara yönelik farkındalık ve dayanışma kampanyasına dönüştü. Ama dünya çapında yaygınlaşması 2017 yılında, Amerika’da oldu. Atılan bir tweet üzerine, cinsel saldırıya ya da tacize uğramış kadınların, o atılan tweet’e yanıt olarak “ben de”, yani #MeToo ifadesi yazması istendi. Mesajın atıldığı ilk gün mesaj, 55 bin kez paylaşılarak Twitter’da ilk sıraya yerleşti. Sonrasında 85 milyon kez birçok ülkede paylaşıldı. Bu sosyal medya eylemi ile tanınmış ve alanında duayen kabul edilen pek çok erkek de ifşa edildi. Türkiye’ye baktığımızda ise bu sosyal medya eyleminden önce de görünür olan bazı vakaların ve açılan davaların varlığını belirtmek gerekir. Ama bunların mesleki olarak tartışılması ve görünür olması #MeToo hareketi sonrasında oluyor. Bu davalardan birkaçını hatırlatmak gerekirse Talat Bulut’a, aynı dizide çalıştığı kostüm asistanı bir kadını taciz ettiği için dava açılmıştı. Oyuncu Elit İş- can, aynı dizide rol aldığı Efecan Şenolsun’a cinsel saldırı suçlamasıyla dava açmıştı. Müzisyen Sıla, o dönemki oyuncu partneri Ahmet Kural’a fiziksel şiddet sebebiyle dava açmıştı. İstanbul Şehir Tiyatroların- dan Mana Alkoy ve Nazife Aksoy oyuncu Arda Aydın’a dava açmıştı. Bu dava geçtiğimiz eylül ayında sonuçlandı ve Arda Aydın ceza aldı. Bunlar, birkaç vaka ve davayla sınırlı değil. Hukuka taşınmamış vakaların olduğunu, bazılarının kurum içinde çözülmeye çalışıldığını ve dava açılsa bile bazılarının basına yansımadığını biliyoruz. Bir yandan amatör alanda da pek çok vakayla karşılaştık. 2020 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Tiyatro Kulübü’nde yaşanan bir tecavüz olayı var. Bu olayın da davası hâlâ görülüyor. Tiyatro Medresesi’ndeki eğitmen Celal Mordeniz’in cinsel taciz ve saldırı suçu ile sosyal medyada ifşasının yapılması öğrencilerine uyguladığı fiziksel ve psikolojik şiddeti ve tacizi sosyal medyada görünür kıldı. Cinsel şiddet veya cinsel taciz vakaları sanat alanında gündeme geldiğinde “Sanatçılar rahat insanlardır. Norm dışıdırlar dolayısıyla böyle şeyler yaparlar.”, “Sanat yapabilmek için kişinin bazı sınırları ortadan kaldırması gerekir.”, “Bu tarz ilişkiler, bu sektörde ya da böyle ortamlarda zaten olur. Bu işi yapabilmek, kendini kabul ettirebilmek, sektörde yerinin olması için biraz flörtöz olman ve bunlara izin vermen gerekir.” gibi yaklaşımlar olabiliyor. Bu tarz ifadelerle sanatın doğası buymuş gibi bu davranışlar normalleştiriliyor. Ancak biz şiddetin bu alanda da kabul edilmeyeceğini, bunun normal bir davranış olmadığını biliyoruz ve vurguluyoruz.
Hayatımızdaki tüm alanlarda olduğu gibi sanat alanında da cinsiyetçi iş bölümleri öncelikli olarak karşımıza çıkıyor. Mesela yönetmenlik alanında ya da karar verici mekanizmalarda, erkek dominasyonunun olduğunu biliyoruz. Bu ortamlar zaten daha eril zihniyetle kurulmuş alanlar olabiliyor. Ya da fiziksel kuvvet gereken işlerde (kameramanlık, ışıkçılık gibi) erkeklerin daha yoğun çalıştığını, kadınların bu alanlara girdiğinde yalnız kaldığını veya garip karşılandığını biliyoruz. Ancak kostüm, makyaj, saç tasarımı gibi alanlar daha “kadınsı” işler olarak görülüyor. Ücretlendirme konusunda da cinsiyetçi bir yaklaşım var. Eşit işe eşit ücret politikası gerektiği kadar uygulanmıyor. Başrol oyuncusunun kadın ya da erkek olması özelinde farklı ücretlendirmeler söz konusu olabiliyor. Özellikle ana akım dizilerde kadın karakterlerin çok derinlikli ele alınmadığını, basmakalıp bir şekilde yazıldığını biliyoruz. Son yıllarda çevrimiçi platformların artması ile bu anlamda da bir gelişme olduğu söylenebilir ama ne kadar yeterli ya da nitelikli olduğu tartışmalı. 50 yaşındaki bir erkek oyuncuya daha çeşitli karakterler teklif edilirken aynı yaştaki bir kadın oyuncuya daha basmakalıp roller teklif ediliyor. Böylece kadınlar, cinsiyetlendirilmiş iş bölümlerine ve piyasa koşullarına sıkıştırılabiliyor ve ayrımcılığa uğruyorlar. Cinsel tacizle, psikolojik ve cinsel şiddetle çok sık karşılaşıyoruz. Set ortamlarında sırf kadın oldukları için ve buna karşı çıkamayacakları düşünülerek “canım, bebeğim, çiçeğim, aşkım” gibi ifadeler düşünülmeden kullanılabiliyor. Kişinin bedeni, kostümü ya da giyinişi hakkında aşağılayıcı konuşmalar yapılabiliyor. Yakın davranma ya da şaka yapma adı altında kadınlar tacize uğrayabiliyorlar. Kişinin onayı ve rızası olmadan bedenine dokunulabiliyor. Zorla öpme, kadının cinsel bölgelerinden birine ya da birkaçına izinsiz bir şekilde dokunma, “hayır” denmesine rağmen devam etme gibi onay alınmayan davranışlarla kadınlar cinsel saldırıya uğrayabiliyor. İşin içine hiyerarşik pozisyonlar da girdiğinde (bir set çalışanı ve oyuncu, set çalışanı ve yönetmen gibi) bu tarz konuların konuşulması, görünür olması ve tartışılması daha da zorlaşabiliyor. Bu tür vakaların sadece üç dört seneden beri yaşanmadığını dile getirmiştim ama duyulması, görünür olması ve hak mücadelesinin bir parçası olması konusunda son yıllarda önemli adımlar atıldı.
Sanat alanında dayanışma oluşturmak için bir araya gelen gruplar ve bu konuları gündemine almış halihazırda var olan meslek örgütleri var. Meslek örgütü olan Oyuncular Sendikası, davaları aktif bir şekilde takip ediyor, kendilerine bir vaka iletildiğinde hemen bir dayanışma mesajı yayımlıyor. Bunun yanı sıra sendika altında toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve işyerindeki mobbing ile mücadele eden bir çalışma grubu kurdular. Burada aktif bir şekilde çalışma yürütüyorlar ancak sendikalar tüzüklere bağlı oldukları için bazen her şeyi yapabilmeleri mümkün olmayabiliyor. #SusmaBitsin ise sinema, televizyon ve tiyatro alanında çalışan kadınların bir araya geldiği bir dayanışma ağı. Düzenli toplantılar yapıp belirli paylaşımlarda bulunuyorlar, davaları takip ediyorlar ve kamuoyunu bilgilendirici çalışmalar yürütüyorlar. Bir diğer oluşum da öğrenci bölgesinden, Sahne Sanatları Öğrencileri Dayanışması. Bu dayanışma ağı, aslında Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atandığında bildiri yazıp tepki göstermek için bir araya geldi fakat sonrasında kendi alanlarına dair tartışma yürüten bir platforma dönüştü. Yaptıkları çalışmaların pek çoğunda “eğitimde sınır ihlali” konusunu temel meselelerinden biri hâline getirdiler. Bu konuyla ilgili Oyuncular Sendikası’yla iş birliği yaparak birkaç oturumluk seminer ve atölye dizisi yaptılar ve kamuoyu için de bilgilendirici olan on maddelik ilkeler yazısı çıkardılar. Sinema Televizyon Sendikası ve senaristlerin bulunduğu SenaristBir oluşumu da toplumsal cinsiyet, iş eşitliği gibi konularda çalışmalar yürütüyor. Bu gruplardan bir tanesi olan Gösteri Sanatlarında Kadın grubu, pandemi döneminde dayanışma oluşturmak için bir araya gelmiş fakat bu grup içerisinde taciz, saldırı ve şiddet vakaları da konuşulmaya başlanmış. Grup ile Dissensus Research tarafından yapılan “Gösteri Sanatlarında Cinsel Taciz, Cinsel İçerikli Mobbing ve Cinsel Saldırı”11 araştırması 2021 Eylül ayında yayımlandı. Anket aracılığıyla yapılan bu araştırmayı 552 kişi yanıtlamış. Cevaplardaki cinsiyet dağılımı, kadınların bu konuda daha fazla konuşmak istediğini ve deneyim yaşadığını gösteriyor. Rapordaki verilere göre kişiler sözlü taciz ya da mobbing’i tanımlamakta zorlanıyorlar. Kişilerin dijital taciz kapsamına giren davranışları normalleştirme eğiliminde olduğunu ya da içselleştirdiğinin farkında olmadığını söyleyebiliriz. Bu da bizlere kişilerin ve sektörün bu konuya dair çalışmalara ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Yine rapora göre fiziksel temas içeren davranışlardan ziyade aşağılama, bağırma, rezil etme (özellikle toplum içinde), kişinin öz güvenini kırıcı hareketlerde bulunma gibi mobbing’e ve psikolojik şiddet kapsamına giren davranışlara daha sık rastlanıyor. Başka önemli bir konu da taciz edilen kişinin hiyerarşik olarak alt pozisyonda olması. Yani taciz bir yönetmen, eğitmen, yapımcı tarafından uygulanıyor. Bu olasılıkta tacizin içerisinde tehdit ya da vaat olabiliyor. Bu davranışların kamusal alanlarda, iş yemeklerinde, ekip içinde olduğu; verilerle ortaya çıkmış. Dolayısıyla başkasının yanında gerçekleşen bu eylemlerde müdahalenin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Sahne sanatlarında eğitim gören öğrenciler de bu ankete katılmışlar. “Taciz edenin mesleği nedir?” sorusuna 285 kişi oyuncu, 248 kişi de eğitmen cevabını vermiş. Ayrıca, %21’lik bir kesim eğitim sırasında tacize uğradığını belirtmiş. Bu veri bize eğitimden başlayarak sanat alanın ne kadar suistimale açık olduğunu gösteriyor. Mesele tacizin sadece profesyonel alanda, setlerde, stüdyolarda gerçekleşmesi değil eğitim alanlarından başlayarak tacizin genel kabulün bir parçası hâline gelmesi. Amatör tiyatro alanından duyduğumuz örneklere baktığımızda da bunu görüyoruz. Eğitmenin sanatı öğretme, yol ve rehber olma ve deneyimini paylaşma gibi bir sorumluluğunun olması lazım. Bu sorumluluğunu da kendi hazları ve cinsel arzuları adına kullanmaması gerekiyor. İşin içine eğitmen girdiğinde biz de eğitmen etiğini konuşmuş oluyoruz. “Bu eğitmen kimdir, eğitimi nasıl verir, neler yaptırır?” gibi konularda bilgili ve dikkatli olmamız gerekiyor.
Çünkü ister profesyonel isterse de amatör bir yer olsun hepsinde hiyerarşik bir düzen var. Siz eğitim almak için gidiyorsunuz ve birileri de size eğitim veriyor. Dolayısıyla o ortamdan sorumlu olan kişi eğitmen oluyor. Eğitmenin, eğitsel ve etik sorumlulukları bu nedenle net olmalı. Eğitmenin cinsel tacizde bulunduğu bir vakada, sahne/rol çalışmasının bir parçası olduğu bahanesi ya da “Ancak böyle oynayabilirsin.” argümanı karşımıza çıkabilir. Karşınızdaki kişi, o an sizi rahatsız edecek temaslarda bulunuyor ve bu temasları sanatsal bakımdan da tartışmaya açmıyor ya da orada bir manipülasyon uyguluyor olabilir. “Ben yapmadım karakterin öyle yapması gerekti.” diyebilir. Bu durumda eğitmen, gerçeklikle oyunu içi içe geçirmiş oluyor. Bu duruma karşı çıkıldığında öğrenciyi; rolünü elinden almakla, bir okuldaysa veya konservatuvardaysa sınıfta bırakmakla tehdit edebilir. Özellikle son yıllarda “yöntem” adı altında tacizi meşrulaştırma örneklerine çok sık rastlıyoruz: Oyuncuyu tetiklemek için fiziksel şiddet uygulamak, dayak atmak, sigara söndürmek; oyuncunun rahatlaması, bir şeyleri keşfetmesi için zorla öpme, beş cinsel bölgeden (ağız/dudak, meme, bacak arası, kalça, vajina/penis) birine ya da birkaçına onay olmadan dokunmak. Bunlar yöntem değil, taciz kapsamına giriyor. Dışarıda herhangi bir atölyede ya da eğitim kurumunda ise “Benim karşımda kim sana inanacak? Benim bir kitlem var.” gibi ifadeler ile karşılaşılabiliyor. Bu gibi durumlar yaşandığında konservatuvarların bu alanda eğitim almak için tek seçenek olmadığını, çok fazla özel kurs, oyunculuk atölye merkezleri, öğrenci kulüplerinin olduğunu fark etmek gerekiyor. Bu yerlerde eğitim almak istediğinizde “Bu çalışmayı kim yaptırıyor, nasıl bir gelenekten geliyor, nasıl çalışmalar yaptırmış; bu atölyeye katılanlar bu çalışmadan neler beklemiş, neler kazanmış, önceki çalışmalardaki yöntemi nedir?” gibi araştırmalar yapmak bizi güçlendirecektir. Kendinizi daha rahat ve güvende hissedebileceğiniz çalışma mekânlarında bulunmak ve ikili çalışmalarda üçüncü bir kişiyi talep etmek gibi yöntemler izlenebilir. Prova, çalışma, toplantı, iş yemeği gibi ortamlarda bir tacize ya da saldırıya maruz kalıyorsak kişiyi kendimizden uzaklaştırmak, “hayır” demek, bağırarak yardım istemek, ara ya da mola talep etmek, bu arayı yanımızdaki insanlarla yaşanılan tacizi anlatmak için kullanmak, eğer talebimiz kabul edilmiyorsa ortamı terk etmek bir seçenek olabilir. Ancak her zaman bunları yapamayıp şok içinde kalabiliriz ya da ortamı biraz gözlemleyip “Herkese mi böyle davranıyor acaba?” diye sormak isteyebiliriz. Bunlar da gayet normal tepkiler, o anda tepki versek de vermesek de önemli ve bizi güçlendirecek olan şey utanmadan, ayıplanacağım korkusu yaşamadan bunu birileriyle paylaşmak. Eğer bir arkadaşımız bize böyle bir şey anlatı- yorsa şikâyet eden kişiye inanmamak ya da şikâyet edilen kişi hakkında kesin yargılarda bulunup “O çok deneyimli biri.”, “Kaç yaşında insan, yapar mı böyle bir şey?” veya “O hep bunu yapar zaten, sen neden rahatsız oldun?” gibi ifadeler kullanmamak gerekir. Cinsel suçlarda beyanın esas değil doğru kabul edilmesi de dayanışmaya ket vuran davranışlar. Bunlar yerine öncelikle kişiyi, bize bunu anlattığı için iyi hissettirmeliyiz ve bu süreçte yanında olacağımızı belirtmeliyiz. Eğer bir kurum ya da grup içindeysek olayı ilgili kişilere ya da yerlere/ birimlere bildirmek, kurumların mekanizmalarını işletmesi için zorlamak; eğer okuldaysak okulun disiplin kurulu, etik kurulu ya da CİTÖK gibi mekanizmalara başvurmak; mesleki alan söz konusu olduğunda meslek örgütlerini ve sendikaları sürece dahil etmek önemli bir noktada duruyor. Bu süreçte beyanı esas alıp olguları araştırmak ve süreci kişinin bilgisi dahilinde yönetmek gerekiyor. Eğer kişi olayı yargıya taşıyacaksa dava süreçlerinde kişiye yardımcı olmak gerekiyor. Önleyici çalışmalar olarak içinde bulunduğumuz kurum ya da gruplarda bilgilendirici seminerler düzenlemek, atölyelere katılmayı teşvik etmek, çalıştığımız ortamlarda böyle bir konunun çok daha geniş kesimlerce ele alınmasını sağlayacaktır. Özellikle çok çeşitli değer yargılarına sahip olan insanların bir araya geldiği üniversitelerde hangi ilkeler etrafında uzlaşıldığını kurumların takip etmesi gerekiyor. Çalıştığımız kurumlarda ve eğitim aldığımız yerlerde dayanışma ağları kurmak, feminist dayanışmayı güçlendirmek ve feminist inisiyatifi oluşturmak bizi her zaman güçlendirecektir.
Soru: Yakın zamanda Türkiye’de Ozan Güven ifşalanmıştı. Bu gibi beğenilen, takdir edilen isimler ifşalandıktan sonra onlara karşı nasıl bir tavır almak gerekir? “Ama Ozan Güven çok komik ve iyi bir oyuncu.”, “Böyle bir şey yapmış olabilir ama oynadığı filmi neden izlemeyeyim ki?” gibi yorumlar gündeme gelmişti. Bu yorumlara ilkesel ve feminist bir perspektiften nasıl cevap verilebilir?
Büşra Karpuz: Böyle bir ifşa ya da dava söz konusu olduğunda kurumlar takipçisi olacağını söylüyor ve bunları gerçekten takip etmek gerekiyor. Bir tepki gösterilmediğinde ya da sadece bir bildiri yazılıp gerçekten takip edilmediğinde olay, geçmişte olmuş bitmiş bir şey olarak hatırlanacak. Talat Bulut’a dava açıldığında olay daha görünür olmaya başladı. Başka bir vakada Yapımcılar Derneği, “Bu kişinin böyle bir olayı var ve suçu da kabul etmiyor, hâlâ filmlerinizde rol vermeye devam edecek misiniz?” demişti. Olayları böyle takip etmek gerekli. İzleyici olarak böyle bir vakanın yaşandığını unutmadan ürüne yaklaşmak gerekiyor. Kevin Spacey vakasında sadece bir ifşa ve söylem yoktu, birçok dava da açıldı. Fakat geçen aylarda yeni bir filmde oynayacağına dair haberler çıktı. Hatta yapımcı, Kevin Spacey’nin ne kadar iyi bir oyuncu olduğuna ve bu filmde rol aldığından ne kadar gurur duyduğuna dair açıklamalarda bulundu. Tartışılması gereken noktanın “Ortada böyle bir şey varken yapımcı buna nasıl izin verdi?” noktası olduğunu düşünüyorum.
Soru: Son zamanlarda, tanımadığımız insanlardan yönelen şiddeti çok fazla görür olduk. Ev içi şiddeti ya da partner, koca, baba şiddetini çokça konuştuk ama tanımadığımız kişilerden gelen bu şiddeti nasıl değerlendirebiliriz? Örneğin, 15 Temmuz sonrası çıkan birtakım raporlarda militer söylemin de şiddet biçimine çok yansıdığını ve daha vahşi şekillerde öldürme gibi yansımaları olduğundan bahsediliyordu. Yani bunun gibi direkt bir etkisi oldu mu, siz nasıl gözlemliyorsunuz?
Elif Ege: Bu noktada, “Şiddet zaten vardı da şimdi mi görünür oldu, yoksa şiddet arttı mı?” tartışmasına geliyoruz. Bir taraftan çok açık ki artık, kadın düşmanı söylemin hâkim olduğu bir dünyadayız. Aşırı sağ dediğimiz düşüncelerin ana akım hâline gelmesi de failleri cesaretlendiriyor. Ancak tanımadığımız kişilerden gelen şiddetin, her zaman çok daha kolay dile getirilebilen bir şiddet olduğunu unutmamak lazım. Evlilik içi cinsel şiddetin ve tecavüzün ne kadar çok olduğunu anlatmamız uzun yıllar aldı. Bu rahatlık hâli, cezasızlıktan cesaret alıyor. Karşı mücadele geliştirirken de o tanıdığımızdan gelen şiddeti hiç unutmadan cezasızlığa karşı bir mücadele hattı kurabileceğimizi düşünüyorum.
Soru: Yerel yönetimlerle iş birliği yapabiliyor musunuz, ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz?
Elif Ege: Özellikle İstanbul ve Ankara gibi yerlerde hukuk dışındaki mücadele yerel yönetimlere evrildi. Valiliğin bir toplantısı için bizlere bir saat öncesinde mesaj atıp bilgilendirme yapıyorlar. Bu da Kaymakamlık ve yerel düzeydekilerle nasıl ilişkilendiğimizin kanıtı oluyor. İBB ile atölye çalışmaları yapabiliyoruz. Kadınları yönlendirebileceğimiz İBB’nin destek hattı var. Birçok belediye billboard’lara afişler asıyor ancak “Danışma merkezin, sığınağın var mı?” sorusunun cevabı hep olumsuz oluyor.
Soru: Bizim de okuduğumuz raporların birinde, şiddet failleri en çok ekonomik sebeplerden dolayı şiddet uyguladıklarını söylemişler. Bu ekonomik kriz ve yoksullaşma, sizin raporlarınızdaki sığınma taleplerine ya da gelen şikâyetlere direkt olarak yansıyor mu?
Elif Ege: Kesinlikle yansıyor. Örneğin, pandemide yoksullaşma oldu ve birçok kadın maddi destek konusunda bizi aradı. Bir ailede hep kadınlar maddi destek arayışında oluyor. Kadınlara borç aldırarak, kredi çektirerek, hiçbir şekilde ihtiyacı karşılamayacak miktarda para vererek ya da tapusu kadında olan evi satarak ekonomik şiddet uygulanabiliyor. Bütün yerel örgütlerin kaygısı, bu şiddetten uzaklaşmak isteyen bir kadınının nasıl iş bulabileceği üzerine oluyor. Eğer acil bir güvenlik sorunu yoksa zaten sığınağa gitmeye gerek yok, kendinize ayrı bir ev kurabilirsiniz. Ancak günümüz koşullarında bu hiç kolay değil. Bir kadın kendisinin borçla yaşayamayacağını bildiği için özellikle borçlandırıldığını anlatmıştı. Bir kadın beyan olarak “Borç yapıyor çünkü ödeyeceğimi biliyor.” dese en basitinden “Ödeme.” dersiniz. Ama bu hukuki terimler ile çevirisini yapamayacağımız bir konu.
Yorum: Ben de öğrencilik hâllerine dair birkaç örnek vermek isterim. Pandemi döneminde kadın ve LGBTİ+ öğrenciler evlerinde daha fazla şiddete uğradılar. Bunun başlıca nedeni ise üniversitelerde -tamamıyla özgür olmasak da- daha rahat olduğumuz alanlarımız vardı. Aile evlerine döndüğümüzde aynı şekilde yaşayamıyoruz. Biz yaptığımız bir söyleşide kadın ve LGBTİ+lara yönelik psikolojik şiddetin arttığına dair veriler görmüştük. Bunun haricinde yurtların pandemi döneminde kadın ve LGBTİ+lara açılmasına dair okul politikalarına rastlamadık. Hatta Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomik kriz olduğu için yurt ücretleri çok daha arttı ve istese bile bir kişi yurda gidemeyecek duruma geldi. Ayrıca, evde Zoom’dan derse girerken bir kadın olarak orada ev içi emek vermeniz de beklenebiliyor. Bunların yanı sıra birçok öğretmen, bu durumu göz önüne almadan zaten evdesiniz diye quiz’ler, ödevler de verebiliyor. Bizim yaptığımız anket çalışmasında da buna dair veriler vardı.
BÜKAK: Tüm konuşmacılarımıza ve etkinliğimize katılanlara çok teşekkür ediyoruz.
- Maddeye erişmek için bkz. Resmî Gazete, 30 Kasım 2021, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/11/20211130-1.htm
- “C190-Violence and Harassment Convention”, 21 Haziran 2019, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://www.ilo.org/dyn/normlex/en/f?p=NORMLEXPUB:12100:0::NO:12100:P12100_INSTRUMENT_ID:3999810:NO
- “Erdoğan: Kadın erkek eşitliği fıtrata ters”, 24 Kasım 2014, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://kaosgl.org/haber/erdogan-kadin-erkek-esitligi- fitrata-ters
- “Öğretim Elemanları Tablosu”, Nisan 2021, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://istatistik.yok.gov.tr/
- “Kadınlara iş görüşmesinde ayrımcı sorular soruluyor”, 8 Mart 2013, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://www.campaigntr.com/kadinlara-is-gorusmelerinde-ayrimci-sorular-soruluyor/
- “Kadın Üniversite Öğrencileri Anlattı: Taciz, Cinsiyet Ayrımcılığı, Baskılar”, 17 Eylül 2019, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/213118-kadin-universite-ogrencileri-anlatti-taciz-cinsiyet-ayrimciligi-baskilar
- “ODTÜ Yurtlarında Kadın Öğrencilere Ayrımcılık İddiası”, 7 Mart 2017, 1 Şubat 2022 tarihinde linke erişilmiştir. https://www.evrensel.net/haber/311228/odtu-yurtlarinda-kadin-ogrencilere-ayrimcilik-iddiasi
- “Kadın yurdunda pijama yasağı: Ahlaki değil”, 13 Ekim 2021, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin-yurdunda-pijama-yasagi-ahlaki-degil-haber-1538414
- “Dersimde Öğrencileri Taciz Eden Erkek Otelden Kovuldu”, 5 Ekim 2021, 1 Şubat 2022 tarihinde linke erişilmiştir. https://www.evrensel.net/haber/444391/dersimde-ogrencileri-taciz-eden-erkekler-otelden-kovuldu
- “Aileler, yurt bulamayan kadın öğrencileri eve geri çağırıyor”, 7 Ekim 2021, 29 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir.
https://bianet.org/bianet/toplumsal-%20cinsiyet/251482-aileler-yurt-bulamayan-kadin-ogrencileri-eve-geri-cagiriyor - “Gösteri Sanatlarında Cinsel Taciz, Cinsel İçerikli Mobbing ve Cinsel Saldırı Araştırması”, 29 Ocak 2022 tarihinde linke erişilememiştir. https://dissensusresearch.com/gosteri-sanatlarinda-cinsel-taciz-cinsel-icerikli-mobbing-ve-cinsel-saldiri-arastirmasi/