23 Ocak – 26 Şubat 2022 tarihleri arasında Türkiye’den ve dünyadan toplumsal cinsiyet gündemiyle ilgili çeşitli haber ve yazıları 27 Şubat’ta yaptığımız buluşmamızda ele aldık. Ortaya çıkan tartışma noktalarını aşağıda paylaşıyoruz.
Rusya’nın Ukrayna İşgali
24 Şubat tarihinde Rusya, Ukrayna’ya askeri bir operasyon düzenleyerek işgal başlattı. Bu işgalle iki ülke arasında doruk noktasına ulaşan gerilimin sekiz yıllık bir geçmişi var. Soyvetlerin dağılmasının ardından NATO’nun doğuya doğru genişleme politikaları Ukrayna’ya kadar uzanmıştı. Ukrayna’da 2004’ten beri NATO yanlıları güç kazanmış durumda. Rusya’ya daha yakın duran Cumhurbaşkanı Yanukoviç, Ukrayna-Avrupa ortaklık anlaşmasını reddettikten sonra 2014’te azledildi; Rusya bunu bir darbe olarak adlandırdı ve misilleme olarak Kırım’ı ilhak etti. Bunun ardından Rusya desteğiyle Ukrayna’nın doğusunda Lugansk ve Donetsk Cumhuriyetleri kuruldu. Donbass olarak adlandırılan bu bölgedeki çatışma 2014’ten beri devam ediyor. Rusya’nın 2021’de bölgeye çok fazla asker yığması, Ukrayna’nın da tedbirleri artırmasıyla kriz bugüne kadar geldi. Ne olursa olsun meşru bir gerekçesi olmayan bu işgalle Rusya, Ukrayna halkını bombalayıp yerinden ederek savaş suçu işliyor.
Çatışmanın işgale dönüşmesini beklemeyen Ukrayna halkı sığınaklara inmiş durumda; imkanı olanlar da ülkeyi terk etmeye çalışıyor. İşgal, Rusya’da da tepkiyle karşılandı. Devlet tarafından alınan sert önlemlere rağmen Rusya’nın 60 şehrinde savaş karşıtı protestolar yapılıyor; 26 Şubat itibarıyla bu protestolarda gözaltına alınan insan sayısı 3000’i geçti.
Bölge üzerine çalışan ve Doğu Avrupa çatışma bölgelerindeki işkence/tecavüz politikalarını izleyen bir sivil toplum kuruluşu olan Freedom from Torture, Rusya’nın Çeçenistan işgalinde de, Doğu Ukrayna’da da işkence ve tecavüz faili olduğunu belirtiyor. Kurum bu nedenle şimdiki işgalde de benzer bir politika güdüleceğinin açık olduğunu ifade ediyor. Geçtiğimiz yıl Human Rights Watch’un yaptığı bir araştırmada ise Doğu Ukrayna’daki Rusya destekli silahlı grupların gözaltına aldığı insanlara işkence yaptığı ve tecavüz ettiği ortaya kondu. Casusluk suçlamasıyla alıkonulan pek çok kadın işkence gördü ve tecavüze uğradı.
Savaş bölgesinde bulunan Uluslararası Af Örgütü Ukrayna temsilcisi, savaş koşullarında ev içi şiddet ve cinsel şiddetin arttığına vurgu yaparak, Rusya’nın bu işgalinin en ağır kısmını kadınların yaşayacağını dile getiriyor. Sağlık hizmetlerinin yakında duracağı, kendileri dışında çocukların ve yaşlıların bakımını üstlendikleri için durumları oldukça hassas olan kadınların bundan daha çok etkileneceği söyleniyor. Her sıcak savaşta olduğu gibi “yerinden edilme” de bu savaşla gelen gündemlerden biri. Çatışmaların başladığı 2014 yılından beri 1 milyon Ukraynalı yerinden edilmiş; Şubat 2022’den itibaren bu sayının çok daha artması bekleniyor ki zaten ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanları medyadan günbegün izliyoruz.
İşgal başladıktan sonra Türkiye’de işgale çeşitli tepkiler verildi. İstanbul ve İzmir’de Ukraynalılar bir araya gelerek Rusya’ya Ukrayna’dan çekilme çağrısında bulundu, bazıları ülkelerinde bulunan ailelerinin sağlıklarından endişe ettiklerini belirtti. Çeşitli siyasi partiler ve sendikalar savaş karşıtı açıklamalar yaptı.
Savaşın patlak vermesiyle birlikte kadın bedeni üzerinden kurulan bazı söylemler dikkat çekti. Savaşın doğurduğu sorunları ve acıları tamamen göz ardı ederek dile getirilenler cinsiyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin normalleşmesine neden oluyor. Örneğin, Ukraynalı kadınların bedensel özelliklerine vurgu yapılarak “Ukraynalı kadın mültecileri seve seve kabul ederiz” diyen sosyal medya paylaşımları kadınların cinsel açıdan sömürülmesini normalleştiriyor. Ayrıca “şaka” adı altında tecavüz kültürünü güçlendiriyor. Bu durum, savaşta kadını ganimet olarak gören ataerkil kültürün dışavurumu. Savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalan kadın mültecilerin gittikleri ülkelerde cinsel şiddet ve cinsel sömürüye maruz kaldıkları da bilinen bir gerçek. Ayrıca Ukraynalı ve Rus kadın askerlerin bedenleri ve cinsellikleri ön plana çıkarılarak yapılan paylaşımlar da savaş ortamında kadın bedeninin nasıl bir cinsel fantezi ürünü olarak görüldüğünü ortaya koyuyor. İşgalle başlayan mülteci tartışmasının başka bir yönü de Ukraynalı ve Suriyeli mültecilerin kıyaslanması oldu. Tüm bunlar insani bir yozlaşmaya da işaret ediyor.
Bu dejenerasyonun başka bir boyutunu da Avrupa ülkelerinde Ukrayna işgaline verilen tepkilerde gördük. Savaşın Avrupa sınırına gelmesinin haklılaştıramayacağı bir ırkçılık açığa çıktı. Yakın geçmişte Orta Doğulu mültecilerin Avrupa sınırından nasıl kovulduğunun görüntüleri zihnimizde tazeyken Ukrayna savaşında “Bunlar Iraklı, Suriyeli değil. Bizim gibi beyaz; mavi gözlü, sarı saçlı insanlar. Onlar ölüyor” diye gözyaşı döken Batılı gazetecileri izledik. Ukrayna’da yaşayan bazı siyahların Polonya’ya giden tahliye treninden indirildiği ya da sınırdan kabul edilmediği oldu. Ayrıca, savaşın sorumlusu olarak Rusya’ya değil Rus halkı ve kültürüne yönelen bir öfke de çeşitli şekillerde yansıtıldı. Münih Flarmoni Orkestrasında görev yapan orkestra şefi Valery Gergiev işgali kınamadığı için işine son verildi. Netflix, Tolstoy’un Anna Karenina kitabının uyarlaması olan dizinin çekimlerini durdurdu. İtalya’da Milano Üniversitesi Dostoyevski’nin eserlerini ders programından kaldırdı, gelen tepkiler üzerine bu kararını geri çekti. Bunlar ırkçılığın ve faşizmin sıradanlaşmasının örnekleri olarak değerlendirilebilir.
Ukrayna’da pek çok Türkiye vatandaşı da savaşın ortasında kaldı. Türkiye devleti vatandaşlarını savaş hakkında uyarma ve vatandaşların güvenli bir şekilde tahliye edilmesi noktasında atıl kaldı. Ülkede mahsur kalanlardan bir kadın öğrenci A Haber yayınına bağlandı; 800 öğrencinin mahsur kaldığını ve tahliyenin yetersiz olduğunu anlatmaya çalışırken konuşması kesildi ve “Türk kızı ağlamaz” sözleriyle yayından alındı. İzlediğimiz, “devlet itibarını koruma” ve milliyetçilik adına insani duyarsızlaşmanın bir örneğiydi. Benzer bir yaklaşım Habertürk yayınında da görüldü, muhabir Ukrayna’dan çocuklarıyla beraber ayrılan kadınlar için şu yorumu yaptı: “Ukrayna’da bir ulus kimliği oluşmadığı için büyük sorunlarla karşı karşıya insanlar. Örneğin, insanlar ülkelerini terk ediyorlar. Kadınlar ülkeyi terk ediyor. Türkiye’de hiçbir kadın kocasını bırakıp kaçmaz”. Savaşın insanlık dışı yönünü değerlendirmekten uzak, halka doğru haber aktarmak yerine savaşı milliyetçilik pompalama fırsatı olarak değerlendiren bu yaklaşım ataerkinin ve ataerkiye göbekten bağlı militarizmin ürünü.
COVID-19 pandemisi başladığında Ukraynalı taşıyıcı annelerin doğurduğu bebeklerin ailelere teslim edilememesi gündem olmuştu. Savaşın başlamasıyla taşıyıcı annelerin durumu bir kez daha gündeme geldi. Ukrayna taşıyıcı anneliğin en yoğun yaşandığı ve diğer ülkelere kıyasla ucuza yapıldığı bir yer. Taşıyıcı annelikle birlikte ülkede yılda kaç bebek doğduğu bilinmemekle birlikte bu işi yapan firmalardan yalnızca biri önümüzdeki üç ayda 200 bebeğin doğacağını söylüyor. İngiltere, İrlanda, İsrail gibi ülkelerdeki aileler, Ukrayna’daki taşıyıcı annelerinin savaş bölgesinden çıkmasını ve güvenli bir yere gitmesini istiyor. Taşıyıcı anneler ise kendi çocuklarının ve ailelerinin yanında olmakla taşıdıkları bebeklerin ailelerinin isteklerini yerine getirmek arasında kalmış durumda.
Ekonomik Kriz ve İşçi Grevleri
Ekonomik krizin derinleşmesi, her gün artan zamlar ve hayat pahalılığı karşısında işçiler pek çok sektörde greve başladı. Pandemi döneminde online satış şirketleri hızla büyüdü. Çalışanlarını güvencesiz koşullarda düşük ücretlerle çalıştıran bu şirketlerde kuryeler ve depo çalışanları grevlere başladı. Market çalışanları ve fabrika işçileri de kötü çalışma koşullarını, düşük maaşları protesto etmek için grevlere başladı. Grevlerde kadınların da yoğun olarak yer aldığı görülüyor.
Geçtiğimiz ay, Trendyol Express’te çalışan moto kuryeler yüksek enflasyona karşı yüzde 11’lik zammı protesto ettiler. Bunun üzerine yönetim yüzde 38,8 zam yapacağını açıkladı. Bununla birlikte Yemeksepeti, HepsiJet, Aras Kargo, Sürat Kargo gibi birçok firmada çalışan moto kuryeler verilen zamların yetersiz olmasına karşı çeşitli eylemler yaptılar. Ülke çapında süren eylemlerle birlikte çalışma koşulları da gündeme gelmiş oldu. Moto kuryeler, özellikle “esnaf kurye modeli” ile güvencesiz, sosyal haklardan mahrum çalışma koşullarına sahip. Bu modelde işveren kaza dahil her türlü riski kuryeye yüklemiş oluyor. Riskli havalarda trafiğe çıkmanın, düşük maaşların yanı sıra kadın moto kuryeler trafikte tacizle karşı karşıyalar.
Sultangazi’de kadınlar, yapılan zamları protesto ettiler, yoksulluk sınırında yaşanamadığını söylediler, İzmir’de “Krizi biz yaratmadık bedelini de ödemeyeceğiz!” dediler. Bir yandan Türkiye’nin dört bir yanından işçiler çalışma koşullarının insani olmamasına, yapılan zamların yetersizliğine, eşit işe eşit ücret verilmemesine karşı seslerini yükselttiler. Antep’te 3Teks işçisi kadınlar 10 saat çalışmalarına, tecrübeli olmalarına rağmen aldıkları asgari ücreti, molalarına izin verilmemesini, hasta oldukları halde izin alamamalarını protesto ettiler. Çorap işçileri de düşük maaşları protesto etti. Bazı çalışanlar maaşlarına zam alırken bazıları işten çıkarıldı.
Kocaeli Gebze’de bulunan Farplas fabrikası işçileri kanunlara aykırı koşullarda çalıştıklarını açıkladı. Ağır çalışma koşullarının, sendikal haklarının tanınmamasının yanında kadın işçiler, çalışma yerlerinde kreş ve emzirme odası olmadığını, regl günlerinde bu koşulların değişmediğini, tuvalet izinlerinin dahi sınırlı olduğunu, hamile işçilerin mesailere zorlandığını, mobbinge maruz kaldıklarını anlattılar. “Ek iş” yaptığı gerekçesi bahane edilerek kadınlara, kendilerinden daha tecrübesiz erkeklerden düşük maaş verildiğini, uzun yıllar tecrübeli olmasına rağmen kadınların maaşlarına zam yapılmadığını açıkladılar. Bunların üzerine işçiler, işten atılanların işe geri alınmaları ve sendikanın tanınması talebiyle direniş başlattılar. Grevde yer alan kadınlar arasında yakın çevrelerinin baskısına maruz kalanlar var. Kimisinin kocası greve katılmasına izin vermiyor, kimisine aile içinde “ne işin var grevde” denerek baskı yapılıyor. Direnişle ilgili en çarpıcı nokta ise Farplas şirketinin CEO’su Ahu Büyükkuşoğlu Serter’in kadın olması. Serter, 2018’de Avrupa Melek Yatırımcılar Ağı Kongresi’nde (EBAN Congress) Yılın En İyi İş Meleği Ödülü’nü aldı. Ödüle, kadının iş dünyasında güçlenmesine destek veren ve sektörde çeşitliliği sağlamak için katılımı teşvik eden kadınlar aday olarak gösteriliyor. Bu durum yaşam tarzı feminizm tartışmalarını yeniden açıyor. Kadın istihdamını desteklediğini iddia ederken sendikalaşan kadınların işten çıkarıldığı, çalışanların cinsiyetçi bahanelerle düşük maaş aldığı, insancıl olmayan koşullarda çalıştırıldığı şirkette CEO’nun konumu kadınların örgütlü mücadelesi yerine bireysel olarak sistemde var olmasını destekleyen anlayışın iki yüzlülüğünü gözler önüne seriyor.
Migros’un Esenyurt’taki deposunda, yüzde 8’lik ücret artışına karşı eylem yapan Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD-Sen) üyesi 250 işçinin işine son verildi. Bunun üzerine başlayan direnişe çeşitli mahallelerden boykot çağrıları eklendi. Migros direnişindeki tüketici eylemliliklerinin etkisi hem Migros direnişinin kamuoyunda çokça ses getirmesini sağladı hem de firma üzerinde ikinci bir yolla baskı oluşturabildi. Farplas direnişinde benzer bir tüketici tepkisinin oluşamaması sektörden sektöre değişen görünürlük sorununu akıllara getirdi. Günlük tüketim ürünlerini içeren sektörlerde tüketici tepkisi firmalar üzerinde baskı oluşturabilirken Farplas örneğindeki gibi araç parçası üreten fabrikaları boykot edebilmek oldukça güç oluyor. Bir yandan yerli üretimin devlet tarafından desteklendiği firmanın sektördeki diğer firmalarla iç içe olduğu bu koşullarda “Melek” seçilen CEO’nun altında çalışan işçilerin sözü dinlenmiyor.
Ekonomik kriz koşullarında kadınlar evdeki ekonominin takibini tutarak, tasarruf için indirimli, ucuz fiyatlar peşinde koşarak krizin psikolojik yükünü üstleniyorlar. Başka bir şirkette çalışma durumu ise ev içi iş yükünü hafifletmiyor. Kadınlar çalıştıklarında ek gelir olduğu gerekçesiyle düşük maaş alırken evde de ekonomik krizin yükünü üstleniyorlar. KADAV’ın yayınladığı rapora göre yüksek enflasyon oranları, kiralara, faturalara, temel gıda ve hijyen ürünlerine yapılan zamlar, işsiz kalma kaygısı veya zaten işsiz olma gibi faktörler boşanmayı düşünen kadınları geçim kaygısına ve evli olduğu erkeklere bağımlı olmaya itiyor. Mevcut ekonomik kriz kadına yönelik şiddet ve kadın yoksulluğu ile mücadeleyi olumsuz etkiliyor. Geçtiğimiz ay, CHP Kadın Kolları Genel Başkanlığının düzenlediği “Kadın İstihdamı” çalıştayında DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu çalışabilir her 10 kadından sadece 3’ünün kayıtlı ve tam zamanlı istihdama dahil olduğunu belirtti. Kadınlar, çalışmaya hayatına katılabilse bile daha düşük ücrette ve çoğu zaman kayıt dışı ve sendikasız çalışmak zorunda kalıyor. Ayrıca kadın işçilerin güvencesiz çalıştırılma oranları erkeklerden daha yüksek. Kadın Savunma Ağı, Yoksulluğa Karşı Feminist İsyan gibi platformlar ise kriz koşullarında erkek şiddetine karşı açıklamalar yayınladılar, kadınları sokağa çağırdılar.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü
Bu sene 8 Mart Kadın Platformu Kadıköy’de 6 Mart tarihinde “Büyük Kadın Buluşması” düzenliyor. Bu buluşmaya “Yoksulluğa, Şiddete, Sömürüye Karşı Mücadeleyi Büyütüyoruz! Değiştirecek Gücümüz Var” sloganıyla çağrı yapıldı. Çağrı metninde yoksulluk, ekonomik kriz, erkek şiddeti, emek sömürüsü, temel geçim kaynaklarına ve sağlık ürünlerine erişim sıkıntısı, nafaka konusu, İstanbul Sözleşmesi gibi kadınların yıl boyunca gündemi olan konular ön planda.
Kadın Meclislerinin de içinde bulunduğu 9 grup da 6 Mart saat 16.00’ya çağrı yaptı: Devrimci İşçi Partili Kadınlar, Eşitlik Kadın Örgütü, FKF’li Kadınlar, İlerici Kadınlar Dayanışma Derneği, İlerici Kadınlar Derneği, Kadınlar Direnişte – Özgür Kadın Dayanışması, Kadın Meclisleri, Kırmızı Gazete ve Sosyalist Kadın Hareketi.
Ankara Kadın Platformu’nun 8 Mart çağrısı için yaptığı basın açıklamasında en az 8 kadın darp edilerek gözaltına alındı. Bu esnada, geçen yıl miting sonrası gözaltına alınan 5 Kürt trans kadına umumi hıfzısıhha kanununa dayanarak 3500 TL para cezası verildi.
Bu 8 Mart’ta Feminist Gece Yürüyüşü’nün yirmincisi düzenleniyor; her sene olduğu gibi bu sene de saat 19.30’a Taksim’e çağrı yapıldı. Kadınlar yoksulluk, nafaka, İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetleri, hak ihlalleri gibi pek çok yakıcı tartışmayla birlikte küresel bir sıcak savaş eşliğinde 8 Mart’a hazırlanıyor. Bu yoğun gündemin ortasında gece yürüyüşünün bu yılki afişi üzerinden bir tartışma başladı. Bu tartışmanın çıkış noktası “19 yıldır patriyarkaya, heteroseksizme, erkek şiddetine, emek sömürüsüne, kapitalizme, homofobiye, transfobiye, savaşa karşı yürüyoruz” yazılı afişte “kadın” kelimesinin geçmemesi gibi görünüyor. Bir grup, “feministler” imzası ile “Kadınlar Vardır” başlıklı bir açıklama yayınlayıp Feminist Gece Yürüyüşü’nü organize edenleri “yürüyüşü işgal eden antifeministler” olarak tanımladı ve yürüyüş çağrısında kadın kelimesinin kasıtlı olarak kullanılmadığını ifade etti. Tartışma ağırlıklı olarak sosyal medyada devam ettiği, sosyal medya da bu gibi konularda argümanların toparlandığı değil çarpıştırıldığı ve/veya dağıldığı bir mecra olabildiği için meseleyi takip etmek kolay değil. Anlaşıldığı kadarıyla tartışma gece yürüyüşü afişiyle sınırlı değil, son birkaç yıldır “trans dışlayıcı radikal feminist” tartışmaları altında oluşan gruplaşmalar ve buradan doğan husumetlerle ilişkili. Feminist Gece Yürüyüşü, iktidarın baskı mekanizmalarının giderek sertleştiği son yıllarda kadınların sözlerini söyleyebilmek için kitlesel olarak bir araya gelebildiği az sayıda alandan biri. Üstelik yıllardır devletin hedefinde ve bu yürüyüşü gerçekleştirmek her geçen yıl zorlaşıyor. Böylesi anlamı olan bir yürüyüşü bu şekilde suçlamak, güçlendirilmesi gereken bir mücadele alanını içeriden çökertme hamlesi olarak değerlendirilebilir. İçinden geçtiğimiz baskı döneminde bu tür yıkıcı tartışmalar feminist mücadelenin ancak en son ihtiyaç duyduğu şey olabilir.
Hak İhlalleri
2021 yılında toplam 297 bin tutukludan en az 1605’i hasta, bunların 600’ü ağır. 54 hasta tedavi göremediği için cezaevinde hayatını kaybetti.
Hasta tutuklulardan biri de Aysel Tuğluk. Beş yılı aşkın süredir Kandıra F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan Aysel Tuğluk’a Mart 2021’de demans tanısı konmuştu. Kocaeli Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı 12 Temmuz’da açıkladığı kesin raporunda “Demansın ilerleyebileceğini, cezaevi koşullarında tıbbi destek ve bakımın yeterliliğinde sorun yaşanabileceğini, Tuğluk’un yaşamını bir başkasının yardımı olmaksızın sürdürmesinin mümkün olmadığını, zorunlu ihtiyaçları karşılayamayacağını, infazının ertelenmesi gerektiğini, infaz kurumunda hayatını yalnız idame ettiremeyeceğini” belirtti. Tuğluk, daha sonra İstanbul Adli Tıp Kurumu’na sevk edildi. Adli Tıp Kurumu yalnızca iki saat süren incelemenin ardından “hayatını yalnız başına idame ettirebilir, tedavisi ve düzenli kontrolleri sağlanarak, cezaevinde infazına devam edilebilir” yönünde rapor verdi.
Şubat başında üçüncü bir sağlık raporu için yeniden Adli Tıp Kurumuna sevk edilen Aysel Tuğluk burada 3 gün tutulup Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’ne geri götürüldü. Bu arada ATK’ye gönderilme sebebi savunma yapıp yapamayacağının tespit edilmesi iken ATK “cezai sorumluluğu olduğu” yönünde rapor verdi, yani kendinden istenen asıl raporu vermedi.
“Aysel Tuğluk için 1000 Kadın” kampanyası başlatan kadınlar, İstanbul’un Kadıköy ilçesinde bulunan PTT Merkez binası önünde bir araya geldi. Kadınlar, Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu, Meclis Başkanlığı, Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Barolar Birliği’ne dilekçe gönderdiler. Adana Kadın Platformu üyelerin Aysel Tuğluk için açıklama yaptı ve kendisine toplu kart gönderdi. İHD Diyarbakır Şubesi Kadın Komisyonu Aysel Tuğluk’un serbest bırakılması için çağrıda bulundu. Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi ve Halkların Demokratik Partisi Siirt Milletvekili Fatma Kurtulan, Aysel Tuğluk’un bir an önce tahliye edilmesi gerektiğini söyledi.
Avukat Mehtap Sert Türkiye hapishanelerinin sağlığa erişim konusunda en yoğun hak ihlallerinin yaşandığı mekanlar olduğunu, Aysel Tuğluk’a düşman hukuku uygulandığını belirtiyor ve hak savunucularının bu konuda yasal süreçlerin işletilmesi için çaba göstermesi gerektiğini ekliyor. Avukat Sevil Aracı Bek ise infaz mevzuatında hastalığı ölümcül olan ya da tedavisi cezaevi koşullarında mümkün olmayan kişilerin infazlarının ertelenmesine olanak tanıdığını, ancak cezaevinde kalamaz raporlarına rağmen birçok hükümlünün tahliye edilmediğini belirtiyor.
22 Ocak’ta “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla tutuklanan ve Bakırköy Cezaevine gönderilen Sedef Kabaş’ın tutukluluğuna yapılan itiraz, İstanbul 58. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. 27 uluslararası insan hakları ve gazetecilik örgütünden ortak açıklama geldi; Sedef Kabaş’ın ve tüm tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması ve RTÜK’ün bağımsız yayın kuruluşlarına yönelik taraflı ve ayrımcı tutumuna son verilmesi istendi. Sedef Kabaş, tutuklanmadan önce kendisini sosyal medyada hedef gösteren o dönemin Adalet Bakanı Abdulhamit Gül hakkında suç duyurusunda bulundu.
Dersim’de 5 Ocak 2020’den beri kayıp olan üniversite öğrencisi Gülistan Doku’nun ailesi, adalet arayışlarını sürdürmek için Ankara’ya gitti. Aile HDP’li siyasetçilerle görüştü. Abla Aygül Doku HDP grup toplantısında yaptığı konuşmada “Gülistan’ı karanlıkta bırakırsak umudumuzu tüketeceğiz. Ben bu acıya teslim olduğum gün öleceğim. Size bunun hesabını sormadan ölmeyeceğim” dedi. Adalet Bakanlığı’yla görüşme talebi, bakan “müsait olmadığı” gerekçesiyle reddedilince aile Adalet Bakanlığı önünde nöbete başladı. Nöbete müdahale eden polis aileyi gözaltına aldı, daha sonra serbest bıraktı. Ertesi gün, kaldıkları otelden Adalet Bakanlığı’na gitmek isteyen aile polis engeliyle karşılaştı. Polis, Doku ailesinin otelden çıkmasına bile izin vermedi.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Şubat ayı raporuna göre Şubat ayında 23 kadın cinayeti işlendi, 21 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Öldürülen 23 kadından 11’inin hangi bahaneyle öldürüldüğü tespit edilemedi. 10’u boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak istemesi bahanesi ile, 2 kadın ise ekonomik bahanelerle öldürüldü. Bunlardan biri 16 yaşında öldürülen Sıla Şentürk’tü. Sıla Şentürk, Hüseyin Can Gökçek tarafından öldürüldü. Fail tarafından tehdit edildiği için koruma kararı ile devlet yurduna yerleştirilen Sıla’nın, eve geri döndüğü öğrenildi.
2020 Temmuz ayında Cemal Metin Avcı tarafından öldürülen Pınar Gültekin’in davası devam ediyor. Şubat ayında görülen son duruşmada karar çıkmadı; katilin kardeşi, bugüne kadar tutuksuz yargılanan Mertcan Avcı’nın tutuklanması kararı alındı. Bu arada, adli tıp raporunda heyetin yaptığı kapsamlı inceleme sonrası Pınar Gültekin’in yaşadığı sırada alevlere maruz kaldığı ve yaşamını yitirdiği belirlendi. Davada karar duruşması 11 Nisan’da yapılacak.