Judith Butler: Yas Tutmak Salgının ve Yarattığı Eşitsizliklerin Ortasında Politik bir Eylemdir 

Söyleşi: George Yancy

Çeviren: Duygu Dalyanoğlu, Türkü Su Sakarya

 

George Yancy’nin Truthout sitesi için Judith Butler ile yapmış olduğu söyleşiyi Türkçeye çevirerek sizlerle paylaşıyoruz.[1]

Kaliforniya Üniversitesi, Irvine hemşireleri üniversitenin Tıp Merkezi önünde nöbet değişimi sırasında mumışığı eylemindeyken, 20 Nisan 2020. KOVİD-19 hastalarına bakan sağlık çalışanları için yeterli koruyucu ekipman bulunmamasını protesto ediyorlar. Mum ışığı eylemi aynı zamanda KOVİD-19 nedeniyle hayatını kaybeden sağlık çalışanlarını onurlandırıyor. Görsel: Leonardo Ortiz, Medianews Group, Orange Country Register, Getty Images

 Cenazeler birikirken ve geçici morglar KOVİD-19 salgınının yükü ile boğuşurken kırılganlık ve yasa dönük sorular hiç olmadığı kadar yoğun. Bir salgının ortasında toplu ölümlerin yasını nasıl tutarız ve yasımız politik midir?

Yakın dönem çalışmalarında kırılganlık ve yas felsefelerine odaklanan teorisyen Judith Butler bu söyleşide “toplu ölümlerin yasını tutmayı öğrenmek adını bilmediğiniz, dilini konuşmadığınız, ilişki kuramayacağınız kadar uzağınızda yaşayan birinin kaybını dikkate almaktır.” diyor. Tam şu an gereken bu kamusal yas, salgının büyüklüğünü ve yarattığı eşitsizlikleri şekillendiren koşullar hakkında zor politik soruları sormayı da gerektiriyor. 

Truthout’a özel verdiği bu söyleşide Butler KOVİD-19 karşısındaki kırılganlık hali üzerine politik açıdan nasıl düşünmemiz gerektiği hakkındaki analizini paylaşıyor. Kişisel keder ve kamusal yastan bir şeyler öğrenip harekete geçmenin ne demek olduğunu, bu güncel kriz koşullarında akademinin ve entelektüellerin rolünün ne olduğunu anlatıyor. Butler felsefe, feminizm ve toplumsal aktivizm alanlarında uzun yıllara yayılan çalışmaları ile biliniyor. Kaliforniya Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü ve Eleştirel Teori Programı profesörü olarak Cinsiyet Belası, Kırılgan Hayat, Notes Toward a Performative Theory of Assembly ve The Force of Nonviolence gibi sayısız ses getiren kitabın da yazarı. 

George Yancy: Herkese dokunan bu salgını yaşamanın bana ne hissettirdiğini ifade etmeye çalışmak zor. Derin kederden dayanılmaz yalnızlığa hatta apokaliptik dehşet fantazilerine savruluyorum. Bazen de bir umut ve berraklık hissi geliyor. Yeni olmamakla beraber, bence tüm bu olan bitenin ortasında birbirimize nasıl bağlı olduğumuz, neoliberal varsayımlar ve pratikler altında ne kadar yanlış ve tehlikeli davranışlar sergilemiş olduğumuz, başkalarına da böyle davrandığımız çok açık. Sizin de öne sürdüğünüz gibi hepimiz “Daha en başta başkalarının dünyasına teslim oluruz.” Kendimizi eşi benzeri görülmemiş, küresel bir kırılganlığın ortasında bulmuşken söyleminiz bununla daha alakalı olamazdı. Tam da şu anda, özellikle kırılganlık halinin herkes için eşit olmadığı düşünüldüğünde, kırılganlık hakkında ne düşündüğünüzden bahsedebilir misiniz?

Judith Butler: Bir yandan salgın küresel kırılganlığı açığa çıkarıyor. Herkes virüs karşısında kırılgan, çünkü bağışıklık geliştirmedikçe herkes yüzeylerden ya da diğer insanlardan geçebilecek viral enfeksiyonlar karşısında kırılgan. Kırılganlık sadece birinden potansiyel olarak zarar görme hali değildir. Bedensel ve toplumsal yaşamlarımızın geçirgen ve birbirine bağlı karakterine atıfta bulunur. Daha en başta başkalarının dünyasına teslim oluruz, kesinlikle öyle ya da böyle bireysel varlıklar haline gelmek için seçmediğimiz bir dünyaya. Bu bağımlılık yetişkinlikle tam olarak sona ermez. Hayatta kalmak için bazı şeyleri kabul ederiz. Çevremizden, toplumsal dünyalardan ve yakın temastan etkileniriz. Bu etkilenebilirlik ve geçirgenlik bizim şekillendirilmiş toplumsal hayatlarımızı tanımlar. Başkasının verdiği nefesi ben alırım ve benim verdiğim nefes başka bir insanda yerini bulur. Bir insanın bir eşyada bıraktığı ize ben dokunabilirim, izi başka bir yüzeye taşıyabilirim ya da kendi bedenime alabilirim. İnsanlar havayı başka insanlarla ve hayvanlarla paylaşıyor, dünyanın yüzeylerini paylaşıyor. Başkalarının dokundukları yerlere dokunuyorlar, birbirlerine dokunuyorlar. Bu karşılıklı ve fiziksel paylaşım biçimleri; şekillendirilmiş toplumsal hayatlarımızda kırılganlığımıza, iç içe geçmiş olmamıza ve birbirimize bağlı olmamıza dair çok önemli bir boyutu tarif ediyor.

Öte yandan salgına verilen kamusal tepki “kırılgan grupları”, yani virüsün etkisini yıkıcı ve hayati tehlike içeren bir hastalıkla deneyimlemesi özellikle muhtemel olanları, tanımlamak ve onları patojen nedeniyle hayatını kaybetme riski daha düşük olanlarla kıyaslamak oldu. Kırılganlar arasında hayatları ve uluslarının tarihi boyunca yeterli sağlık hizmeti almamış Siyah ve Esmer toplumlar yer alıyor. Kırılganlar arasında aynı zamanda yoksul insanlar, göçmenler, tutuklular, engelliler, sağlık hizmeti alma hakları için mücadele eden trans ve kuir bireyler, daha önceden hasta olanlar ve tıbbi bakım koşulları devam edenler var. Salgın, sağlık hizmetine erişemeyen ve bunu maddi olarak karşılayamayanların hastalık karşısında daha da artan kırılganlığını açığa çıkarıyor. Belki de kırılganlıkla ilgili çıkarmamız gereken iki ders vardır: Herkesin paylaştığı bir toplumsal hayatı, birbirine bağımlı olma, etkiye açık olma ve geçirgen olma halini tarif ediyor; artan ölüm ihtimalinin diğer bir deyişle yaygın toplumsal eşitsizliğin ölümcül sonuçlarının adını koyuyor.

Kırılganlık hakkındaki düşüncelerinize yas ve keder gibi temalar da eşlik ediyor. Şu anda pek çok insanın işsiz olması konusunu çok önemsiyorum. KOVİD-19 ekonomik istikrarsızlığın hep var olmuş, yaşam tarzlarımıza işlemiş şiddetli hallerini; muazzam ekonomik ayrımlara, büyük gelir ve refah uçurumlarına kayıtsız kalma biçimlerimizi açık bir biçimde ortaya çıkardı. Özetle insanlar yas tutuyor ve kederliler, çünkü ekonomik açıdan güvende değiller. Bu yası ve kederi nasıl harekete geçiririz, bu yası nasıl ele alalım ki bize şu anda ve daha ilerisi için bir şey öğretebilsin?

Evsiz ya da işsiz olanlar için ekonomik öngörü daha iç karartıcı olamazdı. İşleyen ve adil bir sağlık sistemi yok, sağlık hizmetinin bir kamu malı ve devlet yükümlülüğü olduğu kabul edilmiyor; bu ortamda işsizler hasta olmamak ve bakımsızlık yüzünden ölmemek için alternatifler yaratma mücadelesine terk edildiler. ABD’nin bu şok edici gaddarlığı dünyanın büyük bölümünü hayrete düşürüyor. Çoğu çalışan hem geçici olarak işsiz kalmış durumda hem de iş dünyalarının çöküşüne, maaş alma ihtimalinden yoksunluğa, evsizliğe ve  ait olmaları gereken toplum tarafından terk edilmenin verdiği hisse tanıklık ediyorlar.

Salgın öncesinde sürekli iş değiştirmeye mecbur bırakılan, maaşlarında kayda değer bir artış olmayan ve kira, borç, sağlık gibi masraflarının giderek büyüdüğü “ödenemeyenler” kategorisine girdiğini fark eden birçok insan için gelecek umudu zaten tükenmekteydi ya da tükenmişti. Bu insanların gelecek algısı ödenemeyen borçlarla şekillendi. Borçlar sonsuz bir kölelik halini aldı.

Yoksulluktaki bu büyük artış şimdi şu kaygı ve korkuların pek çok insan için norm olduğu anlamına geliyor: Ne yiyecekler? Daha az ve daha yetersiz mi beslenecekler? Barınacak bir yer bulabilecekler mi? Nasıl hayatta kalacaklar, onların bakımına muhtaç olanlar nasıl hayatta kalacak? Çoğu insan neyi ya da kimi kaybetmek üzere olduklarını, dünyanın hangi parçalarının geri dönüşü olmayacak şekilde yok olacağını ya da yeni ve eksik bir formda geri döneceğini henüz bilmediği için kaygılı. Birini aniden kaybetmenin getirdiği keder bir şok hissiyle derinden ilişkilidir ve şu an tüm dünyada böyle kayıplar olabilir, oluyor ve olacak.

Hem lisans hem de lisansüstü öğrencilerimin çoğu farklı bir şekilde yas tutmakta. Bazıları bana böyle bir dönemde akademinin faydasız olduğunu düşündüğünü ve derslere girmenin manasız geldiğini söyledi. Hatta felsefe öğrencileri bunu özellikle dillendiriyor. Günümüzün varoluşsal çıkmazlarıyla ilgisi olmayan soyut metinler okumak zor geliyor. Bir tavsiyeniz olur mu? 

Benim öğrencilerim de dahil olmak üzere bazı gençler yitirdikleri umudun yasını tutmak zorunda kalmaktan endişe ediyor. Fakat onlardaki düşüncesiz bir umutsuzluk değil. Enfeksiyonu atlatamayacak canlara aldırmadan iş yerlerini yeniden açma çağrısı yapan fırsatçıların veya siyasetçilerin yalanlarını ve sahte vaatlerini kabul etmiyorlar.

Lisansüstü öğrencilerim zaten yeterli maaş alamıyorlar, genelde kalabalık evlerde kirada yaşıyorlar, Bay bölgesinde[2] yüksek kiralar ödemek zorundalar, hatta bazen yetersiz beslenmekten muzdaripler. Şimdi ise akademik hayatta kendileri için halen açık bir yol olup olmadığını sorguluyorlar. Şu dönemde,  salgını bilinçli bir yaklaşımla anlamaya çalıştıkları halde yoğun bir belirsizlikte yaşıyorlar. Acil olarak borç affına ve yaşamaya yetecek bir maaşa ihtiyaçları var; haklı taleplerini görünür kılmak için  grev eylemlerine yöneldiler.

Bir hoca ve danışman olarak temeli sallanmışken, sallanıyorken bir gencin nasıl sağlam duracağına kafa yoruyorum. Yüksek öğrenim alanında  işe alımların durdurulmasıyla, ücretsiz izinlerle, akademik ve doktora sonrası pozisyonların dondurulması ya da feshedilmesiyle karşı karşıyayız. Edebiyat ve insani bilimler bölümleri, daha çok STEM[3] alanlarını ödüllendirmeye meyilli olan, bilgilerimizin türlerinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu görmeyen yüksek öğrenim piyasasında yeterli ödeneği alabilmek için zaten mücadele ediyordu.

Nasıl yaşamalıyız, ölümlü olmak ile nasıl yüzleşmeliyiz, dünyayı en iyi nasıl algılarız gibi temel sorular hala ve yine insanlığı harekete geçiriyor. Karşı karşıya kaldığımız değerler krizi öyle büyük ki hayat, değerlerin maliyet-fayda analizi yapılmasıyla idare ediliyor. Çoğu kez de gözden çıkarılabilir hayatlar olarak gösterilenler kırılganlar oluyor. İnsanların salgın dünyasında bir anlam bulmak için şiire ve şarkıya, yazarlığa ve görsel sanatlara, tarihe ve teoriye yönelmesi boşuna değil; şu soru üzerine kafa yoruyorlar: Bizim bildiğimiz dünya parçalara ayrıldığında ne olacak?

Bu salgın nedeniyle pek çok kişi yok olurken, cenazeler birikirken, geçici morglar artarken çoğu zaman nutkum tutuluyor. ABD’de biz, genelde bir toplu katliam sonrasında, bir süre sonra unutulsa da, kamusal yas biçimlerine tutunuruz. Pek çok aile virüsün yayılmaması için cenaze töreni bile yapamıyor. Bunun aileler üstünde nasıl derin etkiler bıraktığını düşünüyorsunuz; kamusal yas biçimlerini yeniden nasıl düşünebiliriz?

Zor bir soru: Toplu ölümlerin yasını nasıl tutarız? Salgın koşullarında kayıpların büyük bölümü özel alanda kaldı. Yas mekanı olarak eve dönüyoruz; bu kayıpların görüldüğü, dışa vurulduğu ve paylaşıldığı kamusal buluşmalardan mahrumuz. İnternet yeni kamusal alan olarak yerini daha da sağlamlaştırsa da kayıpların idrak edilmesine ve başkalarıyla birlikte yaşanmasına olanak tanıyan özel ve kamusal buluşmaların yerini asla tutamaz.

Tamamen mahrem bir yas tutmak mümkün; ancak bu yas, dünyanın bu kayba tanıklık etmesini isteyen çığlığı yatıştıramaz. Bu büyüklükte ve art arda gerçekleşen kamusal kayıplarla birlikte kamusal yas talebiyle ilgili politik sorular da ortaya çıkıyor: Sağlık kurumlarına neden bu derece yetersiz kaynak ayrıldı ve bu kurumlar neden bu denli hazırlıksızdı? Başkan neden bu gibi salgınların hazırlığı için görevlendirilmiş bir kurulu tasfiye etti? Neden yeterli sayıda yatak veya solunum cihazı yok? Neden siyahların, mahkumların ve göçmenlerin ölüm riski düzgün bir sağlık hizmetinin masraflarını yıllardır karşılayabilenlerden daha yüksek? Tüm bu kayıp hayatlar için yas tutulabilir, yani tüm hayatlar tanınmaya layıktır ve diğer tüm yaşamlarla eşit değerdedir. Bu değer hesaplanamaz.

Ekvador’da tepeleme yığılmış veya New Jersey’de ve Kuzey İtalya’da dolaplarda istiflenmiş bedenlerin görüntüleri, hastanelerin altyapısının bu sorumluluk altında ezildiğini ve hastanelere yeterli kaynak ayrılmadığını gösteriyor. Bu koşullar ölülerin saygı görmesine imkan vermiyor. Görüntüler şok edici; bize kamu sağlığı altyapısı, sağlık çalışanlarının talepleri, sosyal mesafe yüzünden sevdiklerinin ölü bedenini teslim alamamanın duygusal bedeli ve o ölü bedenin lojistik bir sorun haline gelmesi üzerine bir anlatı sunuyor. Yığılmış, sayılmış, nakledilmiş, depolanmış. Bu görüntüler sansasyonel klipler halinde oradan oraya uçuşuyor.

İzolasyon hem bizi kuşatan ölüm hissini hem de paylaştığımız bu çökme eğilimini dayatıyor: “Olumsuza odaklanmayalım!” Toplu ölümlerin yasını tutmayı öğrenmek adını bilmediğiniz, dilini konuşamadığınız, ilişki kuramayacağınız kadar uzağınızda yaşayan birinin ölümünü dikkate almaktır. Yaşanmış olanın bir hayat olduğunu kabul etmek için kimsenin ölen kişiyi tanıması gerekmiyor. Kederin sebebi o yaşamın erken sona ermesi, o yaşamın daha uzun sürmesi gerektiği, ölen kişinin geride kalanların yaşamlarında taşıdığı değer ve yaşayanları kalıcı olarak değiştiren yaradır. Başkasının çektiği acı, sadece o kişiye has bir acı değildir; bir yabancının acısını duyduğu ölüm, kişisel kayıp olmaktan çıkar ve yabancıları kederde ortaklaştırır.

Sizin de bildiğiniz üzere bence ulus olarak kederlenmek için bile kendimize izin vermiyoruz. Belki de bunun sebebi her gün çok fazla kişinin ölmesidir. Yeniden söylemek gerekirse, asıl önemli olanın ekonomi olduğunu düşünenlerin piyasa dışı bir kederi ifade etmenin önemini anladıklarından emin değilim. Özellikle de ekonominin yeniden iyiye gitmesi için, ki aslında bu olağan ekonomik istikrarsızlık ve güvencesizlik durumuna geri dönmek demek, kendi hayatlarından vazgeçme arzusunu ifade edenlerin… Onların tek üzüntüsü kapitalist makinenin burnundan soluması. Birçoğu sanki başka insanların ölümüyle mahvolmamış ya da yaralanmamış gibi onun yerine kapitalizm altüst olduğu için  paniğe kapılıyorlar. Bu durum ülkemizdeki bazı kişilerle ilgili ahlaki mantığa (veya bunun eksikliğine) ilişkin ne söylüyor?

Evet, “ulusun sağlığı” söyleminin “ekonominin sağlığı” söylemine doğru kaydığını görüyoruz. Ancak Sosyal Darwinizm teorisi bazı çevreleri, özellikle de “sürü bağışıklığı” tartışmalarında, etkisi altına aldı. Bazıları virüsün serbestçe yayılarak, en kırılgan insanların hayatlarını tehdit etmesi pahasına, ekonominin canlanması gerektiğini savunuyor. Biz geride kalanlar evimizde korunurken virüsü atlatma olasılığı en yüksek olanların (yani genç, doğduğu günden beri sağlık hizmeti erişimine sahip, sağlam bünyeli ve beyaz olduğu, geçmişten gelen bir sağlık sorunu olmadığı varsayılanların) işe veya üniversiteye geri dönebileceği söylemi bir çeşit yalan içeriyor.

Bazıları, kırılgan olanların -yeni bir sınıfın- işyerinden uzakta kalınca “korunmuş” olacaklarını iddia etse de, bu birçokları için yalnızca işsizliğin derinleşmesi anlamına geliyor. Ayrıca bu bir “koruma” değildir çünkü bu sağlıklı “bağışıklık kazanmış kimseler” virüsü kesinlikle başkalarına bulaştıracaklar; ebeveynleri ve büyük ebeveynleri dahil olmak üzere toplumu, evde kalmaya gücü ve parası yetmeyen herkesi etkileyecekler. “Kırılganlar” yeni yarı Ari toplumda üretken sayılmadıkları için hayatlarına değer verilmez ve ölürlerse üretken işçi değil de ekonominin “gideri” oldukları düşünüldüğünden ölümleri de belli ki kabul edilebilir. Her ne kadar sürü bağışıklığı argümanı bu iddiayı açık bir şekilde ifade etmese de olan şey budur.

Evrensel sağlık hizmeti olmadan ekonomiyi yeniden başlatmak, sağlığı veya sağlık hizmetlerine erişimi hiçbir zaman iyi olamamış kişilerin  hayatlarını feda etmek demektir. Bu, Siyahları ve salgında “kırılgan” olarak nitelendirilen herkesi orantısız bir biçimde etkileyen toplumsal ve ekonomik eşitsizlik biçimlerini şiddetlendirmektir. Üreten işçinin işyerine ve kamusal alana geri döndüğünde viral enfeksiyonu muhtemelen atlatabileceğini, bağışıklık kazanacağını ve çalışmaya devam edeceğini ifade etmek yeterli değildir; işe geri dönen işçi enfekte olduğu anda potansiyel bir bulaştırıcı olacaktır. Bu, bazılarının ödemek istedikleri bir bedel olsa da böyle bir kararın etik ve politik yönlerini dikkatle incelemeliyiz. Ekonominin “sağlığı” için virüs yayılır ve nüfusun sağlığına, özellikle de güvencesiz ve ölme riski en yüksek olanlara zarar verir.

Bana göre insanlığın hayatı pahasına piyasaya tapılması ve piyasanın bu egemenliği mide bulandırıcı derecede açık, alçakça ve ahlaksız. Özellikle de Trump’ın olası koronavirüs aşısı üzerine çalışan Alman bilim insanlarına, aşıyı ABD’ye özel kılmak için olası aşının haklarını almak üzere para teklif ettiği iddiasını okuyunca… Bu tür bir hareket, eğer doğruysa, acımasız ve küstah milliyetçilik, kapitalist açgözlülük ve kimin yaşayıp kimin öldüğünü kontrol altına almak isteyen sapkın arzu arasındaki nekropolitik kesişime sesleniyor. Bunun düşüncesi bile korkunç. Bu konu, ayrımcı kırılganlık anlayışı ve halihazırda “yas tutulabilir” ve “yas tutulamaz” olarak sınıflandırılmış olanlar hakkında bize neler söylüyor?

Hem ütopyacı hem de distopyacı tavır alan yazarlar ve akademisyenler olduğunu görüyorum. Ütopyacılar; küresel çaptaki molayı, dünyayı yeniden yaratma ve yakın zamanda ortaya çıkmış bakım topluluklarında şekillenen sosyalist idealleri gerçekleştirme fırsatı olarak kutlama eğiliminde. Bunu anlayabiliyorum.

Distopyacılar ise devlet kontrolünün ve gözetiminin arttığı, sivil özgürlüklerin kaybedildiği, piyasa rasyonalitesinin, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri yoğunlaştıran kaba türleri de dahil olmak üzere piyasa güçlerinin serbest kaldığı bir gelecek canlandırma eğilimindeler. Bunu da anlayabiliyorum.

Yoğun bir mücadele ile karşı karşıyayız ve sonuçları tahmin edilemiyor. Karantina döneminde geleneksel harekete geçme biçimleri mümkün olmadığından politik kaygı da ivme kazandı. Bununla beraber, aşı geliştirmeye çalışan araştırma enstitüleri arasında oldukça etkileyici bir uluslararası değiş tokuş gerçekleşirken bazı ilaç şirketleri bariz olarak kendilerini edep dışı bir şekilde kârdan yana konumlandırıyor.

Trump’ın geliştirilecek aşının ABD’ye özel olması hakkını elde etmek üzere anlaşmaya çalıştığı Alman şirketi CureVac’ın, bu anlaşmayı yapmaya çalışan CEO’sunu işten çıkarmak için dava açtığı görünüyor. Daha sonra, geliştirilecek bir tedavi yöntemine öncelikle en çok ihtiyaç duyanların ulaşmasını zorunlu kılan uluslararası sağlık hizmetleri dağıtım standartlarına bağlılıklarını bildirdiler. Güçlü ve bağlayıcı uluslararası standartların geliştirilmesi, ortaya çıkan etkili tedavilerin pahalı olmamasını ve ödeyebilenlere özel bir mal haline gelmemesini sağlama yolunda önemli bir adım olacaktır. Sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizlik artabilir veya etkin bir şekilde bu sorunun üstüne gidilir. Mücadelenin kilit noktası budur.

Son olarak, bunun gibi gibi benzeri yaşanmamış krizler esnasında “kamusal entelektüellerin” ne yapacağını söyleyen bir kurallar kitabı yok. Daha geniş kamusal alanlara erişim imkanı olanlarımız için herhangi bir öneriniz var mı? Dahası belki de bu sorunun kendisi, “kamusal entelektüel” olanlar ile  “olmayanlar” arasında yanlış bir ayrım yarattığı için, semptomatiktir. Belki de soru bizi KOVİD-19’un ihtiyaç duyduğu halkın eleştirel ve sevgi dolu enerjisinden uzaklaştırıyor.

Bana kalırsa “kamusal entelektüeller”den ziyade “kamusal insani bilimler”e dönük daha geniş bir talebin olduğu bir döneme geçtik. Birçok öğrenci ve doktorasını yeni tamamlamış kişi, insani bilimler alanındaki birikimlerini nasıl kamu hizmetine taşıyabileceklerini, akademik kültür ve halk arasındaki ayrımın üstesinden nasıl gelebileceklerini soruyor. İnsani bilimlerin, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak, daha adil ve toplumu yansıtabilen yeni bir yol çizmek için ne kadar önemli olduğunu göstermek istiyorlar.

Bazı insanlar mesih gibi bir kamusal entelektüelin konuşmasını beklese de bence çoğu dil, edebiyat, görsel sanatlar ve tarihin dünyamızı anlamak için neden önemli olduğuna dair fikirlerimizi geliştiren konuşmaların, yaratıcı ve eleştirel çalışmaların koşullarını oluşturmak için istekli. Bu dünya “ekonomi” ya da “ulus”a indirgenemez ve bütünüyle salgın tarafından tanımlanamaz. Ludwig Wittgenstein’ın zamanında söylediği gibi dünyanın bir bütün olarak artması ya da azalması gerekir. Aşırı çözülme ve kayıp hali karşısında dünyayı kurtarmak kimin işi? Bizi çevreleyen ölümünün ortasında Netflix‘e hücum etmek, gerçeklikten saparak kendi kendini uyuşturan bir pratik olarak yorumlanabilir. Ama belki de biz dünyayı kimin düzenlediği ve yeniden düzenlediği sorusuna takılırız.

Yıkıcı tarihsel deneyimlerle ilgili bazı en önemli kavrayışlar, başka bir zamandan ve mekandan kırılıp yansıyan öyküler ve görüntülerle ortaya çıkar. Alexandria Ocasio-Cortez geçtiğimiz günlerde Queens‘teki semtlerden birinde temsil ettiği halkın 200 farklı dil konuştuğunu belirtti. Tercüme, bu çok dilli topluluğun günlük yaşamının fevkalade ve hassas bir yönü. Kamu kuruluşlarımız farklı kitle iletişim araçları vasıtasıyla süreklilik ve kayıp hakkında, toplumlar, diller ve bölgeler arasında insanları neyin birleştirdiği ve ayırdığı hakkında; krizin ve geleceğin mevzu bahis olduğu dönemlerde eleştirel hayal gücünün nasıl bir rol oynadığı hakkında düşünmemize yardımcı olacaktır.

 

[1] Georgy Yancy, “Judith Butler: Mourning Is a Political Act Amid the Pandemic and Its Disparities”, 30 Nisan 2020. Yazarın ve Truthout’ın izniyle çevrilmiştir. Metnin İngilizce orijinali için: https://truthout.org/articles/judith-butler-mourning-is-a-political-act-amid-the-pandemic-and-its-disparities/
[2] Kaliforniya Üniversitesi’nin de içinde bulunduğu, Kaliforniyanın eyaletinin kuzeyinde, San Francisco şehri sınırlarında yer alan bölgeye verilen ad (ç.n.).
[3] STEM, fen (science), teknoloji (technology), mühendislik (engineering) ve matematik (mathematics) disiplinlerine verilen ad (ç.n.).