Nafaka Hakkı, Adalete Erişim ve Cinsel Şiddetle Hukuki Mücadele Üzerine Perihan Meşeli ile Söyleşi

Bu yazı, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nin Haziran 2019 tarihli 37-38. sayısında yayınlanmıştır.

Söyleşi: Esra Aşan

Kadınların uzun süren mücadeleler ve çalışmalar sonucunda kazandığı pek çok hakkın geri alınması bir süredir siyasi iktidarın gündeminde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı bile sakıncalı bir kavrama dönüştürülerek başta eğitim olmak üzere kamu kurumlarının belgelerinden çıkartılmaya çalışılıyor. Özellikle geçtiğimiz aylarda nafakanın kaldırılması tartışmaları, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak amacıyla yapılan çalışmaların eğitim alanından çekilmesi gündeme gelen konular arasındaydı. Bu hakların tartışmaya açılması ve geri adım olarak nitelendirilebilecek düzenlemeler önerilmesi başta feministler ve kadın hakları savunucuları olmak üzere pek çok kesimin tepkisini çekti. Feminist avukat Perihan Meşeli ile başta nafaka hakkı olmak üzere kadınların gündemini belirleyen bu konuları, kadınların adalete erişiminin önündeki engelleri, ataerkil şiddet karşısında feminist mücadelenin imkânları ve sınırları üzerine konuştuk.

Nafaka hakkı ve aile hukuku alanındaki güncel tartışmalar

Uzun bir süredir ailenin korunması söylemi altında kadınların elde ettiği pek çok hakkın geri alınması hükümetin ve bakanlıkların gündeminde. Kadın kurumları, Mayıs 2016 tarihinde kamuoyunda Boşanma Komisyonu olarak anılan Meclis Araştırma Komisyonu tarafından yayımlanan “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”nun[1] bu konuda bir yol haritası sunduğu konusunda hemfikir. Bu raporda da bahsi geçen ve son bir yıldır gündemde olan nafaka düzenlemesi üzerine konuşarak başlayabiliriz. Kamuoyuna nafaka konusuyla ilgili olarak birbiriyle çelişen, hatta yanlış bilgiler yansıyor. Örneğin, nafakanın süresiz olduğu söyleniyor.  Nafakayla ilgili hukuki düzenlemeler nedir? Bu haktan kimler nasıl faydalanabilir?

Perihan Meşeli: Öncelikle süresiz nafaka diye bir şey olmadığını söyleyeyim. Bu konuda bir dezenformasyon var. Medeni Kanun’un yoksulluk nafakasını düzenleyen 175. maddesi, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek tarafın, temel geçim giderlerini karşılayabilmek için diğer taraftan mali gücü oranında nafaka isteyebileceğini söylüyor. Bunun için yoksulluğa düşecek tarafın daha fazla kusuru olmaması kaydını koyuyor. Mesela nafaka talep eden taraf kadın ve ağır kusurluysa zaten nafakaya hükmedilmiyor ama eşit kusurlularsa ya da kadın az kusurluysa o zaman nafakaya hükmediliyor diyebiliriz. Kusur durumu için boşanmanın nedenlerine bakmamız gerekiyor. Örneğin, kadının eşinin hayatına kastettiği veya onu yaraladığı durumlarda kadına nafaka bağlanmıyor.

Toplumsal hayatta kadınlar nafaka alır, erkekler almaz gibi konuşuyoruz. Neden böyle konuşuyoruz? Çünkü ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitliği yok, kadınlarla erkekler eşit koşullarda çalışmıyor, ev içi bakıma ve emeğe de eşit koşullarda katılmıyorlar. Kadınlar çalışıyorlarsa da genel olarak daha düşük ücret aldıkları için, daha yoksul oldukları için boşanma sonrasında nafaka hakkından daha fazla yararlanıyorlar. Yoksulluk nafakası sadece kadınlar için uygulanan bir hüküm değil. Erkekler için de geçerli. Boşanma sonrasında erkek daha yoksul bir duruma gelecekse, kadın daha çok para kazanıyorsa erkeğe nafaka ödeyebiliyor. Az önce bahsettiğim nedenlerden dolayı çoğunlukla kadınlar daha yoksul olduğu için genellikle kadınlara verilen bir nafakadan söz ediyoruz.

Ayrıca son dönemde kamuoyunda sanki kadınlara nafaka ödendiğinde kadınlar zengin oluyormuş gibi bir algı oluşturuluyor. Genel olarak nafaka miktarlarına baktığımızda ayda 300 lira, 500 lira gibi rakamlar görüyoruz. Bu para zaten kadının geçimini sağlayabilecek bir rakam değil. Ayrıca bunlar İstanbul’da verilebilen rakamlar. Asgari ücretle çalışan bir kadın müvekkilim var. Eşi de asgari ücretin biraz üstünde çalışıyordu ama adamın kendi evi vardı. Müvekkilime 2014 yılında 150 lira nafaka bağlandı. O nafakayı mahkeme bir türlü artırmadı ve bu son yasal değişiklikler gündeme geldiğinde mahkeme 150 liralık bu nafakayı da kaldırdı. Yani, yasa değişikliğinin gündeme gelmesi bile kadınlar aleyhine bir uygulamaya dönüşebildi.

İddia edildiği gibi nafaka süresiz mi?

Hayır, nafaka süresiz değil. Eğer nafaka alan taraf daha fazla gelir elde etmeye başlarsa ya da başkasıyla evlenirse, bu nafaka zaten kesilebiliyor. Nafakanın kesilmesi ya da miktarın indirilmesi için nafaka yükümlüsü kişi dava açabiliyor. O nedenle süresiz nafaka ödemek gibi bir durum söz konusu değil. Burada somut olaya bakılıyor ve kişilerin sosyal, ekonomik durumları değiştiyse zaten bu nafakanın bedeli de değişebiliyor ya da tamamen kaldırılabiliyor.

Neden nafaka var? Evlilik birliği sırasında iki tarafın paylaştığı bir yük var.  Boşanmayla birlikte kadınların daha çok yoksullaştığını görüyoruz. Hatta kadınlar ekonomik durumları daha kötü olduğu için boşanmaktan çekinebiliyorlar. Kadınların “Nereye gideceğim?”, “Evim olacak mı olmayacak mı?”, “Nasıl bir yaşam süreceğim?” gibi kaygıları var. Dolayısıyla bu, boşanmayı zorlaştıran da bir durum. Halihazırda durum böyleyken bir de nafaka sınırlandırılırsa bu durum kadınları çok daha fazla ev içine hapseder. Eğer kadın ev içinde şiddet yaşıyorsa, nafakanın sınırlandırılması veya kaldırılması sonucunda bu şiddet yuvasına daha da fazla hapsolur. Olayın bir de böyle görünmeyen bir tarafı var.

Bahsettiğimiz bu nafaka türü yoksulluk nafakası. Peki çocuklara ödenen nafaka nasıl düzenleniyor?

Çocuklara verilen nafakaya “iştirak nafakası” diyoruz. 18 yaşından küçük olan çocuklara verilir.  Anne ya da babadan biri çalışmasa da bu nafaka çocuklara ödenir. Örneğin, diyelim ki baba çalışmıyor ve velayet annede. Bu durumda baba çocuklara yine de nafaka vermek zorunda.

Kamuoyunda nafakanın süresizliği üzerine konuşuluyor ama kimi zaman kadınlar nafaka talebinde dahi bulunamıyor. Boşanma davası öncesinde nafaka talep etmemesi için kocası baskı yapabiliyor ya da çocuğu koz olarak kullanabiliyor. Mahkeme nafakaya hükmettiğinde kimi zaman erkeklerin nafakayı ödemediğini ve ödenmeyen nafakaların tahsil edilmesinin de kolay olmadığını biliyoruz. Ancak bu konular medyada gündeme getirilmiyor. Sizin baktığınız davalarda karşılaştığınız bu tür örnekler var mı?

Evet, bu gibi durumlarla karşılaşıyoruz. Bize gelen başvuranlarda erkeklerin kadınları korkuttuğunu, kimi zaman bunu çocuklar üzerinden yaptıklarını görüyoruz. Kadını, çocuğu elinden almakla tehdit edebiliyor. Kadın eğer çalışmıyorsa, para kazanmadığı için babanın çocuğu alabileceğine gerçekten inanıyor. Çocuk 8 yaşından küçükse mahkeme kadının çocuğa bakamayacak ölçüde çok ciddi bir hastalığı ya da bağımlılığı olmadığı sürece velayeti anneye verir. Bu nedenle haklarımızı bilmek çok önemli. Biz, kadınları hakları konusunda bilgilendiriyoruz. 8 yaş altı çocukların annenin ilgi, sevgi ve şefkatine daha çok ihtiyaç duymaları nedeniyle annenin gelir durumuna bakılmaksızın çocuğun üstün yararı gereğince velayetin kendilerine verileceğini, babanın da çocuğa nafaka ödemek zorunda olduğunu anlatıyoruz. Kadınlar bu hakları bilmedikleri zaman, bazı haklarından vazgeçebiliyorlar. Ya da bir an önce boşanmak, bir an önce irtibatı kesmek için kendileri için de nafaka talep etmeyebiliyorlar.

Bir de nafaka bağlandığında bunun tahsil kısmı var. Boşanma davası devam ederken mahkemece tedbir nafakasına hükmediliyor. Mahkeme sona erdiğinde, boşanma kesinleştiğinde, tedbir nafakası yoksulluk nafakasına dönüşüyor. Boşanma davası devam ederken nafakayı icraya koyabiliyoruz. Dava açıldıktan dört ay sonra nafakaya hükmedilmişse dört aylık toplam nafaka ve işleyecek diğer nafakaları da icraya koyabiliyoruz. Genelde biz davayı açtığımız tarihte hemen nafaka bağlanmıyor. Örneğin, ilk duruşma davayı açtıktan beş ay sonra olacaksa o beş aylık toplu nafakayla beraber ilerleyen dönemde işleyecek aylık nafakaların tahsilini istiyoruz.

Hâkim nafaka ödenmesi kararı vermesine rağmen karşı taraf nafakayı ödemediğinde haciz işlemleri yapılabiliyor. Mesela erkek çalışıyorsa, maaşından kesinti yapılarak ödenmesini talep edebiliyoruz. Hatta emekli maaşı alıyorsa, emekli maaşına da haciz koyabiliyoruz. Mal varlığı varsa (tapu, araç, banka hesapları, çek hesapları vb…) bunlara da haciz konabiliyor. Haciz işlemlerini icra dosyasından takip ediyoruz. Maaşı veya malvarlığı olmayan nafaka yükümlüleri için en kısa sürede nafakayı ödememe suçundan şikâyette bulunmak gerekiyor. Şikâyetten sonra birtakım prosedürler devreye giriyor. Ne yazık ki birikmiş nafaka için ceza çıkmıyor, buna adi alacak olarak bakılıyor. Dolayısıyla, o birikmiş nafakadan dolayı ceza çıkmadığı için erkekler bunu ödemekten kaçabiliyor. Özellikle üzerine kayıtlı malvarlığı yoksa kesinlikle ödemiyor. İlerleyen aylarda ödemesi için tebligat yaptıysak ve ödememeye devam ettiyse, o durumda hapis cezası çıkıyor. Hapis cezası çıktığında da bir aylık nafakayı ödeyip bu hapis cezasından kurtulabiliyor. 400 liralık bir nafakayı almak için aylar süren işlemler yapmış oluyorsunuz. Boşanma davası açıldıktan sonra tedbir nafakası için ayrı, icra takibi için ayrı, nafakanın ödenmemesi için ayrı işlemler yapmak gerekiyor.  Bu işlemlerin de harçları, avukatlık ücretleri söz konusu olduğu için birçok kadın bu işlemleri dahi yapamayabiliyor. Dolayısıyla, bu süreç biraz uzun ve meşakkatli. Çok ciddi bir mücadele.

Kamuoyunda popüler isimler üzerinden çok yüksek nafaka ücretleri öne çıkarılıyor. Kimi zaman popüler alandan tanıdığımız kadınlar da nafakanın kadın-erkek eşitliğine aykırı olduğunu, kendileri para kazandıkları için nafaka talep etmediklerini açıklıyorlar. Kendileri ihtiyaçları olmadıkları için nafaka talep etmeyebilirler ama bunu tüm kadınlar için talep etmeleri yoksul kadınların bu haktan mahrum edilmesi anlamına gelmiyor mu? Bu durumları nasıl değerlendirebiliriz?

Son dönemde yüksek nafaka konusunda ilk akla gelen popüler isim Acun Ilıcalı. Bu gibi örneklerdeki boşanmaların, anlaşmalı boşanmalar olduğunu unutmayalım. Anlaşmalı boşanmalarda taraflar ne isterlerse onu verirler. Ayrıca bunlar çok istisnai örnekler. Türkiye’nin gerçekliği bu değil. Bunlar anlaşmalı değil çekişmeli boşanma davaları olsaydı emin olun mahkeme böyle büyük rakamlara hükmetmezdi. Çok daha düşük nafakalar çıkardı.

Bizim az önce bahsettiğimiz örnekler anlaşmalı değil çekişmeli boşanmalar. Sosyal ve ekonomik durumlar üzerine bir örnek vereyim. Mesela aile çocuklarını özel okulda okutmaya çalışıyor. Mahkeme “çocuğunu özel okulda okutmak zorunda değilsin” mantığıyla çocuğun nafakasını özel okul masraflarını göz önüne almadan çok düşük tutabiliyor.  Bu durumda baba çocuğun eğitim masraflarını önemsemez ise tüm yük kadının omuzlarında kalıyor ve kadınlar haklı olarak isyan ediyorlar. Yirmi yıl önceki eğitim sisteminde benzer ekonomik durumu olan ailelerin çocuklarını daha çok devlet okullarında okuturken bugün özel okullarda okuttuklarını hepimiz biliyoruz. Değişen koşulları mahkemelerin göz önüne alması gerekiyor.

Başka bir örnek vereyim. Diyelim ki kadın çalışıyor, 5 bin lira maaş alıyor, erkeğin maaşı da 20 bin lira. Toplam aile geliri 25 bin lira. Boşanma sonrasında kadın kendi maaşıyla kalacak ve standartları düşmüş olacak. İki tarafın maaşları birbirine yakınsa mahkeme nafakaya hükmetmezdi. Ancak boşanma sonrası bir tarafın standartları değişeceği için bu durumda hâkimin nafakaya hükmetmesi beklenir.

Maddi durumu iyi olan kadınlar nafaka talep etmeyebilirler. Bu, kişisel bir tercih. Ama bunu tüm kadınlar için genelleyemeyiz. Türkiye’nin gerçeklerine bakmak lazım. Çok büyük bir kesim ya işsiz ya da asgari ücretle çalışıyor. İstanbul gibi bir yerde yaşıyorsanız bu şekilde geçinmeniz mümkün değil. Kamusal alanda, iş hayatında kadınlar ve erkekler eşit değil. İsterseniz akademisyen olun, isterseniz avukat, unvanlı bir kadın olsanız dahi aynı pozisyondaki bir erkekten daha düşük maaş alırsınız. Kadınlar evlendiğinde, bir de çocuk yaptıklarında, çalışıyorlarsa bile işi bırakıp çocuklarına bakmak zorunda kalıyorlar. Kimi zaman eşleri çalışmalarını istemiyor. Ücretsiz kreş ya da yeni doğan kreşi gibi haklar da olmadığı ya da kısıtlı olduğu için kadınlar uzun süre evde kalabiliyor. Sonrasında iş bulmaları çok güçleşebiliyor. Ara verdikten sonra işe başlasa bile çok daha düşük bir ücretle başlayabiliyor. Bu eşitsizlik olduğu için nafaka bizim hakkımız. Bu nedenle nafaka kadın-erkek eşitliğine aykırı değil. Tersini dillendirmenin dillendirmenin de tarihsel ve halihazırdaki eşitsizliği görmezden gelerek kadınlar aleyhine daha kötü sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum.

Geçtiğimiz haftalarda MHP’nin nafakanın beş yılla sınırlandırılmasıyla ilgili bir kanun teklifi hazırladığı haberleri basına yansıdı. Bu teklifi inceleme imkânınız oldu mu, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nafakanın beş yılla sınırlanması kadınların daha da kötü şartlarda yaşamasına sebebiyet verecektir. Dediğim gibi, zaten nafakanın kaldırılması veya indirilmesi için dava açılabiliyor. Beş yılın sonunda kadın kendini toparlayamamış olabilir. Çocukları vardır, evdedir, tekrar çalışamamıştır. Bu durumda nafakanın kaldırılması kadın için çok ciddi bir ihlal olur. Bunlar Türkiye’nin gerçekliğiyle uyuşan şeyler değil.

Peki bu konular neden gündeme getiriliyor? Boşanma komisyonunun raporu ya da hükümetin önündeki yol haritası sadece nafakayla sınırlı değil. AKP’nin kadın haklarıyla ilgili olarak çıkardığı 6284 sayılı kanun, imzaladığı İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler kimi kesimlerce aileye zarar veren uygulamalar olarak gösteriliyor. Kadınların kazandığı haklardan taviz verilecek olan ne gibi gündemler var önümüzde?

Öncelikle Türkiye’nin kadına yönelik şiddeti önlemekle ilgili bütüncül bir politikası olmadığını söylemeliyim. Muhafazakârlaştırılmaya çalışılan bir aile içinde kadınları daha fazla eve hapsetmeye çalışan bir politik ortam var. Bu da şiddetin daha çok yaşanması anlamına geliyor. 6284 sayılı kanun çıkarılırken 200’ün üzerinde kadın örgütü de bu kanun üzerinde çalıştı. Çok değerli ve önemli bir kanundur. Zaten İstanbul Sözleşmesi ile paralel bir şekilde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun en önemli yanlarından biri şiddet söz konusu olduğunda delil aranmaması. Neden? Çünkü kadınların çoğu darp raporu bile alamıyor. Ya da hastaneye gittiğinde korkusundan “merdivenden düştüm”, “çarptım” diyebiliyor. Aslında kocası darp ediyor ama bunu söyleyemiyor. Dolayısıyla şiddet karşısında tedbir kararı alabilmek için rapor veya delil aramayan bir sistem var. Koruma kararları bir günde çıkabiliyor.

6284 ile ilgili olarak uygulamada eksikler olduğunu, kanunun kimi zaman yanlış uygulandığını söyleyebilirim.  Kimi uygulamalarda toplumsal cinsiyet perspektifi olmuyor. Yani iki erkek yolda kavga ettiğinde bu kanunu uygulamaya koyabiliyorlar. Bu kanun bu gibi olaylar için çıkmadı. Kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gören bir bakış açısıyla çıkarıldı. Başka bir yanlış uygulama Seren Serengil ve Gülben Ergen vakasında yaşandı. Seren Serengil, Gülben Ergen’e kamuoyu önünde medya üzerinden hakaret ettiği için üç gün hapis yattı.  Bunun 6284’le ne ilgisi var! Bu durumda ilgili yayını sınırlandırmak yeterli olur. Bunlar kanunun yanlış uygulamaları.

Diğer yandan bu kanunu kötüleyen birçok haber basına yansıyor. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK)[2] geçtiğimiz haftalarda korkunç bir rapor yayımladı. 6284 sayılı kanundaki düzenlemelerin aile kurumunun mutluluğunu değil onu yıkmayı hedeflediğini yazdı. Hatta 6284 sayılı kanunun şiddeti artırdığını, bu nedenle bu kanunda değişikliğe gitmeyi savundu. Dolayısıyla önümüzde büyük bir proje var. Sadece nafakayla ilgili bir durum değil bu. Türkiye’de günde ortalama üç kadının öldürüldüğünü biliyoruz. Kadına karşı cinsel, fiziksel, ekonomik şiddetin haddi hesabı yok. Boşanmalarda, özellikle çekişmeli boşanmalarda, şiddetsiz bir ilişki neredeyse yok. Dolayısıyla şiddeti önlemeye yönelik kanunları daraltmaya çalışmanın kadınlar için hayati sonuçları olur.  Bu kanunlar çok önemli kazanımlar. Devletin bu kazanımları geri almak değil, daha etkili uygulanmasını sağlamak yükümlülüğü var. İstanbul Sözleşmesi 2011 yılında imzalandı, 2014 yılında yürürlüğe girdi ancak hükümleri hayata geçirilmedi, geçirilmiyor. Milli Eğitim Bakanlığı, materyalleri cinsiyet eşitliğini sağlayacak şekilde yeniden düzenlemeli. Siyasi aktörler toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körükleyecek söylemlerde bulunmamalı. Cinsel şiddete karşı kriz merkezleri kurulmalı. Eşitliği sağlamak için yapılacak bunlar gibi çok şey var. Önemli olan kanunların uygulanması ve ataerkil zihniyetin değiştirilmesi.

Çekişmeli ve anlaşmalı boşanma bağlamında arabuluculuk mekanizması üzerine neler söyleyebiliriz? Geçtiğimiz günlerde açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi’nde “Şiddet içermeyen uyuşmazlıklarda aile arabuluculuğu getirilecek” maddesi yer alıyor. Aile hukukunda arabuluculuk şu anda uygulanıyor mu? Arabuluculuk müessesesinin getirilmesinin sonuçları neler olur? 

Şu anda aile hukukunda zorunlu arabuluculuk yok. Aile içi şiddet içeren bir vaka varsa arabuluculuk uygulanmaz. Bu zaten kanunda yazıyor. Şu an yürürlüğe giren arabuluculuk, iş hukukunda işçi-işveren arasındaki tazminat ve işçilik alacaklarına ilişkin. Ticaret hukuku kapsamında ticari davalarda da zorunlu bir uygulama. Eğer arabuluculuk mekanizması üzerinden bir anlaşma sağlanmazsa, o zaman dava açılıyor. Bu uygulama aile hukukunda yok. Halihazırda boşanma sürecindeki mal paylaşımı gibi maddi meselelerle ilgili ihtiyari arabuluculuk uygulanabiliyor. Aile hukukunda, arabuluculuk mekanizmasının gerekli olduğunu düşünmüyorum. Anlaşmalı boşanma müessesesi var zaten. İnsanlar anlaşıyorsa bunu yazıyorlar, anlaşamazlarsa mahkeme sürecinde bu anlaşmazlık halloluyor. Aile hukukunda arabuluculuğun uygulanması çok riskli. Çünkü aile arabuluculuğunun, boşanmak isteyen eşlerin barıştırılmaya çalışılması veya aile içi şiddetin örtbas edilmesi gibi riskleri var.  Az önce söylediğim gibi, aile hukukuna konu olan, şiddet içermeyen uyuşmazlık sayısı gerçekte çok az.

Kadınların Adalete Erişimi

Bahsettiğiniz gibi dava açmak oldukça masraflı bir iş. Baro ücretsiz avukat tayin etse bile dava sürecinde pek çok masraf çıkıyor. Ekonomik krizle beraber düşündüğümüzde yoksul kesimlerin hukuka erişimi üzerine neler söyleyebiliriz?

Yoksul kadınlar zaten her dönem en mağdur kesim oluyor. Ekonomik krizden onlar daha fazla etkileniyor. Baro, dava ücretleri dışında nadiren diğer masrafları (avukata verilen vekâletname masrafı gibi) karşılayabiliyor. Ancak bunu birtakım belgelerle ispat etmek, bununla uğraşmak gerekiyor. Bu süreçler kimi zaman kadınları vazgeçiren, cesaretini kıran etkenler oluyor. Çünkü kurum kurum gezip belgeleri almak, ilgili yerlere vermek gerekiyor.  Diğer yandan kadın hiç dışarıya çıkmadıysa, bunlarla daha önce uğraşmadıysa bir şeyleri elde ettiğini görmek, yoktan var ettiğini görmek onu güçlendiriyor. Özellikle çocukları varsa, ayakta kalabilmek için çok çeşitli şekillerde büyük mücadele veriyorlar.

Adalete erişim konusunda hukuk davalarında baro tarafından bir avukat atanıyor. Burada avukatla kurduğu iletişim şekli, avukatın ona yaklaşımı çok önemli oluyor. Eğer şiddet ortamından çıkmışsa, avukata erişim konusunda bir güvensizlikle karşı karşıya kalmaması gerekiyor.

Baro toplumsal cinsiyet duyarlılığı olan avukatlar atamaya dikkat ediyor mu? Avukatlara bu yönde eğitimler veriyor mu?

6284 sayılı kanuna yönelik ilgili tedbirlere ilişkin başvurular mutlaka bu kanuna ve uygulamasına ilişkin eğitim almış avukatlara yönlendiriliyor. Diğer bir deyişle baronun düzenlediği 6284 sayılı kanuna ilişkin eğitimi almayan avukatlara adli yardımdan görevlendirme gelmiyor. İstanbul Barosu’nun 6284 sayılı kanuna ilişkin eğitiminin içerik olarak biraz daha geliştirilmesi gerekse de böyle bir uygulama var. Eskiden kadın hakları konusunda özellikle duyarlı kişiler çalışırken bu uygulama sonlanmış durumda. Avukat atamaları puan sistemine göre otomatik yapılıyor. Avukat, kadının kendisinin özgürce seçebileceği bir avukat olsa onunla daha rahat çalışabilecekken burada artık iş biraz şansa kalmış oluyor. Atanan avukatın dosyayı ne kadar sahipleneceğini, konuyla ilgili deneyimini bilmiyoruz.  Dolayısıyla yoksulluğun size böyle bir getirisi var.

Kadınların adalete erişimleri tartışmanın bir boyutu. Ancak pek çok güçlükle kadınlar hukuksal mekanizmalara eriştiklerinde bu sefer de dava süreçlerinin ve mahkeme kararlarının ne kadar hakkaniyetli olduğu konusu gündeme geliyor. Özellikle cinsel suçlar söz konusu olduğunda çoğu zaman kanunların uygulanmadığını biliyoruz. Çoğu vakada adalet duygusunu hissedemiyoruz. Özellikle son yıllarda adalet mekanizmasının gittikçe içinin boşaldığını ve başkanlık sistemine geçtikten sonra yasama, yürütme, yargı alanlarında güçler ayrılığının silikleştiğini görüyoruz. Bu durum insanların adalete yaklaşımını nasıl etkiliyor?

Feminist hareketin, kadın hareketinin hukuk alanında önemli kazanımları oldu. Daha önceleri kadınların beyaz tayt giydiği, piercing taktığı için saçma sapan gerekçelerle öldürülmesine, şiddet görmesine haksız tahrik indirimi uygulanıyorken artık haksız tahrik indirimleri kolay kolay uygulanmıyor. En azından Yargıtay bu konuda bir yaklaşım oturttu. Bunda bizim dava takiplerimizin de etkisi oldu. Ama kravat taktı, ceket giydi, mahkemede saygılıydı gibi gerekçelerle iyi hal indirimleri hâlâ uygulanıyor. Bu konuda maalesef bir gelişme yok. Oysa Nevin Yıldırım’a sabıkası olmadığı halde iyi hal indirimi uygulanmadığını gördük. Hayatını kurtarmaya çalışmış bir kadından bahsediyoruz. Ne yazık ki adaletin terazisi kadından yana pek çalışmıyor.

Cinsel şiddetle ilgili davalarda, tecavüz ve taciz davalarında eğer elinizde ses kaydı, kamera kaydı vs. yoksa sanık kesinlikle tutuklanmıyor. Ta ki cezası onanana, Yargıtay’da kesinleşene kadar. On yıl süren bir tecavüz davası takip ettik. Sanığın ilk duruşmada tutuklanmasını talep etmiştik. Yargıtay cezayı daha yeni onadı. Tecavüzcü hakkında yakalama kararı çıktı ancak henüz bulunamadı. Düşünebiliyor musunuz? Bu adam soruşturma devam ederken daha sonra bir başkasına cinsel saldırı teşebbüsünde bulundu ve bundan hüküm giydi. Mahkemeler onu tutuklamayarak hem onu aynı suçu tekrar işlemesi için cesaretlendirdi hem de suçlunun kaçmasını sağladı. Türkiye’de cinsel suçlarda cezasızlık sistemi var. Cinsel suçlara dair bütüncül bir yaklaşım yok. Cinsel şiddete ilişkin tecavüz ve cinsel şiddet kriz merkezlerinin kurulması gerektiği İstanbul Sözleşmesi’nde de yazıyor. Bu hâlâ yapılmadı. Cinsel şiddeti önleme konusunda gerçekten istekli olsalardı bugüne kadar merkezler çoktan kurulmuş olurdu.

Kanunları uygulamaktan sorumlu kurumların çalışanlarının bir eğitimden geçmesi gerekmiyor mu? 2000’lerin başında Medeni Kanun, 2005’te Türk Ceza Kanunu değişti. Sonra İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ilk ülke olduk. Kadına yönelik şiddete ilişkin kanunların iyi olduğunu ama uygulamada sorun olduğunu konuşuyoruz. Bu kanunları uygulayacak olan kişiler nasıl bir eğitimden geçiyor?

Evet bu önemli bir nokta. Kanunları çok iyi yazabilirsiniz ama uygulayıcıların örf, âdet, değer yargıları uygulamada belirleyici oluyor. 1985’te Çankırı’da bir hâkimin verdiği kararı hatırlayalım. Anayasa’da kadın ve erkeğin eşit olduğu yazdığı halde bu hâkim “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik bırakmamak gerekir” diyerek karar vermişti. Öncelikle uygulayıcıların toplumsal cinsiyet farkındalığına sahip olması gerekir. Devletin, ilkokuldan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapan bir eğitim sistemi geliştirmesi gerekir. Bırakın ilk ve ortaöğretimi, hukuk fakültelerinde toplumsal cinsiyete ilişkin bir ders yok. Bazı özel üniversitelerde seçmeli ders olduğunu duyuyorum. Bu dersin kesinlikle zorunlu hale gelmesi gerekiyor. Buradaki mesele kişinin üniversitede sadece kanunu öğrenmesi değil. Kadın ve erkeğin eşit olduğunu kabul etmek ve sindirmek gerekiyor. Zaten şiddet de eşitsizlikten çıkar. Binlerce yıldır kadınları ezen sistemin, cinsiyet eşitsizliğinin anlatılması, öğretilmesi gerekiyor.

Eğitim alanında son dönemdeki gelişmeler

Ocak ayında eğitim alanında iki olay yaşandı. Önce Milli Eğitim Bakanlığı yürüttüğü “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi”ni (ETCEP) durdurdu. Çocuklara toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatan güzel bir müfredat oluşturmuşlardı. Bunu pilot okullarda uyguladıktan sonra diğer okullara yayacaklardı. Ancak bu proje, nedeni açıklanmadan durduruldu. Ardından da Yükseköğretim Kurulu (YÖK), “Yüksek Öğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi”ni durdurdu ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’ni internet sitesinden kaldırdı. Bu projelerin kaldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az önce bahsettiğimiz İstanbul Sözleşmesi şunu söylüyor: Özel şirketlerde, devletin bütün kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körükleyecek herhangi bir eylem, faaliyet olmaması gerekir. Politikacıların söylemlerine dikkat etmeleri gerekir. Bu zaten devletin bir yükümlülüğü olmasına rağmen buna uyulmuyor. Her alanda mücadele gerektiren bir mesele çünkü binlerce yıldır kökleşmiş bir sistem var, kadınlar ve erkekler eşit değiller. Devlet ise bu eşitliği sağlamakla yükümlü. Bu eğitim programları da eşitliği sağlamak üzerine geliştirildi. Bunları geri çekmek, kadına yönelik şiddeti önleme konusunda samimi olmadıklarının göstergesi.

 

YÖK Başkanı Yekta Saraç, toplumsal cinsiyet kavramının “toplumsal değerlerimize mütenasip olmadığını” söyledikten sonra tutum belgesinde önerilen derslerin içeriğinin “adalet temelli kadın çalışmaları” anlayışıyla geliştirileceğini belirtmişti. Nedir adalet temelli kadın çalışmaları? Adalet ve eşitlik birbirini tamamlayıcı kavramlar iken neden bir karşıtlık üzerinden ele alınıyor?

“Dayak cennetten çıkmadır”, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “evin reisi erkektir” gibi kalıplar, değerler ile büyüdük. Kadına yönelik erkek şiddetini artıran bu tür kalıpların, mitlerin, değerlerin artık yaşamaması gerekiyor. Dolayısıyla bu anlayışın değiştirilmesi gerekiyor.

Toplumsal cinsiyet adaleti ve toplumsal cinsiyet eşitliği farklı kavramlar. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın ve erkeğin eşit olması gerektiğini öngörüyor. Bu eşitsizliği sona erdirmek için önlemler alınması gerekiyor. Çünkü şiddet tam da bu eşitsizlikten çıkıyor. Toplumsal cinsiyet adaleti söyleminde eşitlik anlayışı yer almıyor. Bu söyleme göre kadın ve erkek farklıdır, farklı doğarlar, farklı ihtiyaçları vardır ve düzenlemeler de buna göre olmalıdır. Bu söylem şöyle ön kabulleri getirebilir: Mesela “erkekler kadınlardan fiziksel olarak güçlüdür, daha çok çalışabilirler. Dolayısıyla aynı işi yapsalar da kadına farklı, erkeğe farklı ücret verilebilir.” Bu söylem büyük bir tehlike barındırıyor. Fıtrat, doğa gibi söylemlerle toplumsal cinsiyet adaleti adı altında kadın-erkek eşitliği inkâr ediliyor.

Bu durumda sadece kadınlar ve erkekler değil her insanın kapasitesi birbirinden farklıdır. Bahsettiğimiz eşitlik kanunlar karşısında eşitlik, toplumsal hayata, haklara erişimde eşitlik. 

Evet, bu eşitliğin sağlanabilmesi için pozitif ayrımcılık ilkeleri var. Sadece kadınların değil engellilerin mücadelesi de bununla ilgilidir. Engellilerin çalışma hakkına erişebilmeleri için de kota uygulaması vardır.  Bunlar da eşitliğe ulaşmak için konulan pozitif ayrımcılık ilkeleri.

 

İfşa Eylemleri, Suç ve Ceza Politikalarına Feminist Yaklaşımlar

 

Son yıllarda cinsel şiddete maruz kalan kesimlerin kullandığı bir yöntem de “ifşa”. Bunun dünyada da pek çok örneği var. En popüler olanı da #MeToo kampanyası. Türkiye’de sosyal medyada pek çok ifşa eylemiyle karşılaşıyoruz. İfşaya konu olan pek çok vakada yargıya başvurulmadığını görebiliyoruz. Yargısal denetime güvenilmediği durumlarda, kurumların kendi disiplin kurullarına ya da etik komitelerine başvuru gibi yolların da çok fazla denenmediğine şahit oluyoruz. Bu durumda, suçlamayla karşılaşan kişinin kendini savunmasına olanak tanınmıyor, masumiyet karinesi ilkesi es geçilip suçlanan kişinin kişilik hakları ihlal edilmiş olabiliyor. Kadın beyanı esastır ilkesi ise kadının yaşadığı taciz, saldırı veya şiddete dair anlatısının ve tanıklığının ciddiye alınması, esas kabul edilmesi gibi anlamları aşarak sorgulanmaz bir hakikate dönüşebiliyor. Konu kimi zaman bir dedikodu / magazin malzemesine de dönüşebiliyor, taraflar arasında çözümsüz kutuplaşmalara da sebep olabiliyor. İfşa yöntemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunun cinsel şiddetle suçlanan kişiler üzerinde nasıl etkileri oluyor?

İfşa çok karmaşık bir konu. Uzun zamandır bu mevzuyu tartışıyoruz. Kadın beyanı esastır ilkesiyle başlayayım. Bu, hukukun kabul ettiği bir ilke değil. Feministlerin sahiplendiği bir ilke. Kadın beyanı esastır, aksini erkek ispat etsin dememizin nedenleri var. Mevcut adli düzen kadınları mağdur ediyor. Kadının yaşadığı şiddet görünmüyor; kadın şiddeti ispatlamaya çalışırken defalarca mağdur olabiliyor; şiddet uygulayan kişiler beraat edebiliyor. Bu suçlarda bir cezasızlık olduğunu konuştuk. Dolayısıyla, bunun tersini, şiddet uygulamakla suçlanan tarafın ispat etmesini bekliyoruz. İş hukukunda işçi-işveren arasındaki çatışmada işçinin hakları korunuyor. İşçi istifa dilekçesini imzalasa da bunu zorla imzaladığını söyleyebiliyor. Kanunlar orada eşitsiz bir güç ilişkisi olduğunu görebiliyorsa ve işçiyi esas alıyorsa benzer şekilde cinsel şiddet davalarında da ispat yükü tersine çevrilmelidir. Cinsel suçlarda adalete erişim çok zor olduğu gibi kadınlar açısından çok yıpratıcı. Kadınlar Türkiye gibi bir yerde cinsel saldırıyı şikâyet etmekte çok zorlanıyorlar. Söylediklerine inanılmıyor. Polise, doktora, savcıya, psikologa, avukata defalarca olayları anlatmak zorunda kalıyorlar. Ne yazık ki anlatırken yargılayıcı cümlelere maruz kalıp ikincil mağduriyetler yaşayabiliyorlar: “Tecavüz edenle senin ne işin var?”, “Neden o kıyafeti giydin?”, “Neden alkol aldın?” Bu noktada mutlaka kadını dinleyip aksi ispat edilene kadar kadını korumak için beyanını esas almak lazım.

İfşa yönteminin tercih edilmesi adli süreçlerin zorluğuyla da ilişkili. Her olaya göre değişebilir. Burada kadının ne istediğine karar vermesi; ifşanın nasıl bir şey olduğunu ve sonuçlarını anlaması önemli. Mesela herhangi bir hukuki sürece taşınmayan bir olaya dair yazdığınız metin eğer karşı tarafı çok karalayıcı bir metinse bu, iftira olarak yorumlanıp başınıza dert olabilir. Bunlara dikkat etmek gerekiyor. İkinci olarak, konu hukuki sürece taşınmışsa, ifşa kadına iyi gelecekse, başkalarının başına benzer şeyler gelmesini önlemek için ifşa tercih edebilir. Bu durumda bireye iyi gelecek koşulları yaratmak gerekir. İfşanın tek bir yöntemi yok. “Her olay ifşa edilmeli” şeklinde bir yaklaşım da olmamalı. İfşa benzer şiddet olaylarını önlemek için bir yöntem, her olaya göre ifşa enine boyuna düşünülerek yapılmalı.

 

Evet, her vakayı kendi özelinde değerlendirmek gerekiyor. Sosyal medyada bir ifşa olduğunda ve bu örgütlü bir mücadeleye dönüşmediğinde ifşa kolaycı bir yöntem olmuyor mu? Kimi zaman da feminizme dair güveni sarsabiliyor.

Her ifşa olayının örgütlü bir mücadeleye dönüşmesi gerekmiyor. Zaten bu gerçekçi de değil. İfşa başkalarının başına aynı şeyin gelmemesi motivasyonu ile ortaya çıkıyor genelde. Sosyal medyada gördüğümüz ifşalar özel alanda gerçekleşen şiddetin kamusal alanda (en azından bir kesim insanın kamusal alanında) görünürlüğünü sağlıyor. İnsanlar paylaştıkça da hepimizde en azından soru işareti yarattığı için o kişiye karşı dikkat etmemizi sağladığını düşünüyorum. Bence etkileri ve sonuçları etraflıca düşünülmesi gerektiğinden zorlu bir yöntem. Düşünülmediğinde ters köşe olabiliyor. Bu yöntemlerin tartışılması feminizme ilişkin güveni sarsmaktan öte feminist mücadeleye yeni deneyimler kattı.

Bence pek çok iyi deneyim de birikti. Bir sürü üniversitede cinsel şiddeti önleme, izleme, taciz konusunda çalışan kurumlar var. Ben üniversiteden 2007’de mezun oldum. Benim öğrenci olduğum yıllarda bunlar yoktu.

Sosyal medyada #MeToo eylemlerinin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Birçok tanınmış, ünlü kadın yaşadığı tacizi anlattı. Bu olaylar ortaya döküldükten sonra meslek alanında ne yapılacağı önemli. Bunları gördükten sonra aynı şekilde devam mı edecek o meslek alanı? Takip ettiğimiz bir cinsel saldırı dosyasında saldırgan terapist ve saldırıya maruz kalan bir danışan var. Bu konu hem tıp / psikoloji hem de akademi camiasını çok yakından ilgilendiriyor. Günümüzde terapiye giden insan sayısı arttı. Bu olay terapist-danışan ilişkisi açısından önemli. Terapi odasında taciz olamayacağını düşünen pek çok kişi var. Değerler sisteminde roller, inanışlar kalıplaşmış durumda. Doktor, avukat, öğretmen taciz etmez denebiliyor. Oysa tacizin unvanla, eğitimli olmakla ilgisi yok. Daha birkaç gün önce bir erkek avukat çocuklarının gözü önünde eşini öldürdü. Koşulları oluştuğunda herkes suç işleyebilir. Güçlü kadınların, ekonomik durumu iyi olan kadınların başına böyle şeyler gelmeyeceğini de düşünen çok fazla insan var. Şiddet her kadının başına gelebilir. Bu nedenle erkek egemen değerler sistemini tartışmamız ve yıkmamız gerekiyor.

Son olarak feministler olarak suç ve ceza politikalarına nasıl yaklaşabileceğimiz üzerine konuşabiliriz. Cezalar uygulandığı takdirde suçluyu uzun yıllar boyunca hapse atmayı öngörüyor. Bu, bireyi toplumdan soyutlayan ve bu suçun toplumsal kaynağını sorgulamayan bir yöntem. Bir oğlan çocuğunu öfke haricindeki bütün duygularını bastıracak şekilde yetiştiriyor, ailede, eğitimde, dinde, medyada, askerlikte… ataerkil değerlerle kuşatıyoruz. Sonrasında o bir tecavüzcüye, kadın katiline dönüştüğünde onu hapse tıkıyoruz. Erkekler fıtratları gereği tecavüzcü olarak doğmuyor. Ataerkil kapitalist dünyada bireyi suçlu ilan ettikten sonra suçu oluşturan toplumsal koşulları dönüştürmekle ilgilenmeyen bir adalet mekanizmasıyla karşı karşıyayız. Feministler olarak sistemin bize sunduğu bu suç ve ceza sınırını nasıl zorlayabiliriz?

Önemli bir soru. Biz feministler bu koşulları yaratan değerleri, ataerkil sistemi sorguluyoruz. Cezalar zaten ağır, cezaların artırılmasını savunmuyoruz.  Günümüzde cezaevlerinde suçluların tecrit edildiği bir ortam var. Cezaların toplumu ıslah edecek bir yönünün olması, suçluyu topluma kazandırması gerekiyor. Ataerkil değerler sistemini dönüştürürsek erkekler de erkeklik baskısıyla büyümez. Bu değerler dönüştüğünde, toplumsal cinsiyet eşitliği sağlandığında zaten erkek egemen sistem yok olacağı için sistemsel bir kadına yönelik şiddetten bahsetmiyor olacağız. Ama ideal bir toplumda yaşamıyoruz. Giderek muhafazakârlaşan bir toplumda kazandığımız hakların elimizden alınma tehdidiyle karşı karşıyayız. Sokağa çıktığımız anda bir tehlike var; rahat rahat yürüyemiyoruz. Her alanda cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldıracak bütünlüklü politikalara ihtiyacımız var.

Söyleşi için çok teşekkür ederiz.

[1] Rapor için bkz. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem26/yil01/ss399.pdf

[2] Söyleşide gönderme yapılan raporla ilgili daha fazla bilgi için bkz: https://www.tihek.gov.tr/-vakit-aile-vakti