Kadınların Gözünden “Yeni Türkiye” Panel Metni

Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) ve Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nin 22 Kasım 2016 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi İbrahim Bodur Salonunda düzenlediği Kadınların Gözünden Yeni Türkiye adlı panelin konuşma metnidir. Metinde sunulan veriler panelin yapıldığı döneme aittir.

Moderatör Feyza Arlı’nın Konuşması

Hepiniz hoşgeldiniz. Ben BÜKAK’tan Feyza. Kadın Araştırmaları Kulübü olarak her sene 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Haftası’nda çeşitli etkinlikler organize ediyoruz. Bugünkü etkinliğimiz, Kadınların Gözünden Yeni Türkiye paneli. Bu paneli Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisiyle birlikte düzenliyoruz. Panelimizin adına Kadınların Gözünden Yeni Türkiye dedik. Çünkü bir süredir siyasetçiler, yayın hayatına devam edebilen basın yayın kuruluşları “Yeni Türkiye”den bahsediyor ve “Yeni Türkiye”nin demokrasi ve özgürlükler ülkesi olduğunu söylüyor. Biz de bugün “Yeni Türkiye”nin kadınlar için ve kadın hakları için ne ifade ettiğini bu panelle tartışmaya açmak istedik. Tabii biz bu “Yeni Türkiye”yi, üniversitemizin yeni koşulları içinde tartışacağız. Biliyorsunuz ki üniversitemizde yazın yapılan rektörlük seçimlerini Gülay Barbarosoğlu oyların yüzde 86’sını alarak kazandı. Sonra, 15 Temmuz’da Türkiye’de bir darbe girişimi yaşandı. Yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği bu darbe girişiminin ardından Türkiye, Kanun Hükmümde Kararnamelerle yönetilen bir Olağanüstü Hâl rejimine geçti. Bu süre boyunca binlerce kişi darbeci olduğu gerekçesiyle cezaevine konuldu, onbinlerce kişi işinden atıldı ya da açığa alındı. Sağlık kurumları, özel okullar, yurtlar, vakıflar, dernekler, üniversiteler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları kapatıldı. Kapatılanlar arasında Van Kadın Derneği, Selis Kadın Derneği, Gündem Çocuk Derneği gibi kadın ve çocuk haklarını savunan dernekler de vardı. Belediyelere kayyum atanırken seçilmiş siyasetçiler de cezaevlerine atıldı. Pek çok basın yayın kuruluşu, internet sitesi kapatıldı. Ve kapatılanlar arasında JINHA, İMC Televizyonu, Hayat Televizyonu gibi kadın ve LGBTİ+ haklarından yana haber ve yayın yapan kanallar da vardı. Tüm bunlar, darbeye karşı yürütülen başka bir darbenin uygulamalarıydı. Bu darbe mantığı üniversitemizde de işleme konuldu. Üniversitemize kayyum rektör atanmasıyla üniversitenin iradesi ve özerkliği yok sayıldı. Bizler, bu “Yeni Boğaziçi”nde özgürlükleri, barış isteyen akademisyenler gibi yaşamı ve barışı savunmaya devam edeceğiz.

Kadınların Gözünden Yeni Türkiye panelinde yürüteceğimiz tartışmalar hukuk, basın yayın ve kültür sanat alanlarında yaşanan gelişmeler üzerine olacak. Uzun zamandır yürütülen dindar ve muhafazakâr politikaların, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan uygulamaların bu alanları cinsiyetçi bir biçimde nasıl şekillendirdiğini bugün birlikte tartışacağız.

Dinin bir inanç biçimi olmaktan çıkıp toplum üzerinde bir tahakküme dönüştüğünü her gün tecrübe ediyoruz. Bizlere kadınlığın fıtratı her gün öğretiliyor. Yerimizin aile, rolümüzün annelik olduğu, anne değilsek yarım kadın olduğumuz dinin emriymiş gibi sunuluyor. Dine özgürlük adına Onur Yürüyüşü engelleniyor, LGBTİ+ hakları yok sayılıyor. Darbecilerin kadınlarının erkeklere helal olduğu, kıyafet biçimimizin birilerinin dinî inançlarını istismar ettiği söyleniyor. Diğer yandan bugün mecliste oylanan kanunda olduğu gibi çocukların onlara tecavüz eden erkeklerle evlendirilmelerinin önü açılıyor. Laiklik ilkesi kağıt üzerinde dursa da laikliğin pratikte yok edildiğini, seküler yaşam alanlarının gittikçe daraltıldığını görüyoruz.

Bizler herkesin inanç özgürlüğünü savunurken hiçbir aklın ve vicdanın kabul etmeyeceği bu uygulamaların din üzerinden meşrulaştırılmasını ve saldırgan bir erkekliği örgütleyen bu tarz bir din anlayışını kabul etmiyoruz. Laiklik ilkesinin din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına aldığını biliyor ve dini tahakküme karşı özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunmanın bugün çok daha önemli olduğunu düşünüyoruz.

Sözü konuşmacılara vermeden önce, saldırgan erkeklik kültürünün üniversite çevresinde de arttığını belirtmek isterim. Hisarüstü civarında pek çok kadın ve LGBTİ+ öğrenci tacize uğradı. Kapşonlu tacizci, motorlu tacizci olarak adlandırdığımız bu olaylar henüz  çözülebilmiş değil. BÜKAK olarak bu konuya dair hem bir farkındalık oluşturmak hem de basit bir savunma yöntemi geliştirmek için Türkiye feminist hareketinde önemli bir eylemi olan Mor İğne Kampanyası‘nı Boğaziçi Üniversitesinde tekrar canlandırmaya karar verdik. Kendinizi korumak için mor iğnelerinizi BÜKAK masalarından temin edebilirsiniz. Gece saatlerinde öğrencilerin ulaşımını kolaylaştırmak amacıyla okulumuzdan shuttle talebinde bulunuyoruz. 25 Kasım Haftası boyunca BÜKAK masalarındaki imza föylerini imzalayabilirsiniz.

Üniversitemizi, kadınların ve çocukların haklarını darbe rejimine teslim etmeyeceğimizi söyleyerek sözü hukuk alanında yaşanan gelişmeleri değerlendirmesi için ilk konuşmacımız Avukat Canan Arın’a bırakıyorum.

Canan Arın’ın Konuşması

Hepinizin bildiği gibi, 25 Kasım 1960 tarihinde Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nin askerleri tarafından tecavüze uğradı ve cesetleri bir uçurumun dibinde bulundu. 1981 yılında Latin Amerika Kadın Kurultayında, kadınlar 25 Kasım gününü Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma günü olarak kabul ettiler. Daha sonra da Birleşmiş Milletler 1999 yılında bu günü bütün dünya çapında kabul etti. Bu nedenle bugün, Mirabel Kardeşlere bir kez daha saygılarımızı sunuyoruz.

Orhan Seyfi Orhon bir şiirinin son dörtlüğünde şöyle der: “Uzaktan gülersin gülümserim ben, bakışır geçeriz bir şey demeden, bilmem ki bu garip gülümsemeden, ben ne kastederim sen ne anlarsın…“. “Yeni Türkiye”den siz ne kastettiniz bilmiyorum ama bu panelde ben kendi anladıklarımı söyleyeceğim. Bugün kadına yönelik erkek şiddetini konuşmak için buradayız. Önce Cumhuriyetin kurulduğu dönemden bahsedelim. Bu dönemde büyük bir şevk var ve insanlar çok heyecanlılar. Bir devlet kurulmakta. Kadın ve erkeklerin eşit olduğuna inanmak istiyorlar. Yeni kurulan devletin heyecanıyla birlikte herkes hakikaten eşit olduğunu düşünüyor. Anayasalar yapılıyor; orada “Kadınlar ve erkekler eşittir.” diye yazıyor. Çeşitli ülkelerden kanunlar ithal ediliyor; onlar Türkçe’ye çevriliyor ve Türk Hukukuna uygulanıyor. 1980’li yıllara geldiğimizde ikinci dönem kadın hareketi oluşmaya başlıyor. Bu benim de içinde yer aldığım bir hareket. Biliyorsunuz o yıllarda Türkiye’de bir askeri darbe var; kimse bir araya gelip konuşamıyor ama biz kadınlar bir araya gelip konuşmaya başladık. Bu arada hükümet, savcılar bizi izliyor; ama “Kadınlar işte bir araya geliyor, boş ver.” diyorlar. Biz çay partileri adı altında evlerde toplanıyor, bilinç yükseltme seansları yapıyoruz. O zamana kadar ben kadınla erkeğin eşit olduğu illüzyonuyla büyümüş bir kuşaktan geliyorum. Bu hareketle beraber fark ediyoruz ki aslında biz hiçbir zaman erkeklerle eşit olmamışız. Anayasada  “Kadınlar ve erkekler kanunlar önünde eşittir.” yazıyor ama görüyoruz ki asıl olarak kanunlar doğrudan doğruya eşitlik ilkesini ihlal ediyor.

Bu kanunlardan belli başlıları Medeni Kanunun Aile Hukuku Kitabı ve Ceza Kanunudur. Medeni Kanunun Aile Hukuku Kitabında yani eski Medeni Kanunda “Aile birliğinin reisi kocadır.” deniyor. Aile birliğinin reisi koca olunca ona bağlı olarak kadının ikametgâhı kocanın yerleşim yeri oluyor. Kadın ve erkek eğer çocuğun velayeti üzerinde anlaşamazlarsa erkeğin oyu ağır basıyor. Bu eski kanuna göre kadın erkeğin soyadını taşımak zorunda. Erkek ise ailenin iaşe ve ibatesiyle yani aileyi geçindirmekle yükümlü. Eğer ev konusunda, nerede oturulacağında anlaşamazlarsa yine erkeğin oyu ağır basıyor. En önemli konu ise mal rejimi; daha doğrusu mal ayrılığı rejimi. Mal ayrılığı rejimi öncelikle insanın kulağına çok hoş geliyor; çünkü boşanma veya evliliğin herhangi bir nedenle son bulması durumunda taraflar ayrılırken kimin üzerinde ne mal varsa o, onu alıp çıkacak. Bu,  “hakkaniyete” de uygun gelen bir söylem. Ama gerçeğe baktığımız zaman kadın ve erkek evlendiğinde genel olarak kadınların hiçbir şeyi yok. Bazen erkeklerin de bir şeyi olmuyor. Bunları birkaç örnekle açıklayayım. Diyelim ki bir ev alınacak. Kadının ailesi, annesi, babası çok heyecanlanıyorlar. “Kızımız ev alıyor.” deyip neleri var neleri yoksa veriyorlar.  Kadın bütün altın bileziklerini çıkartıyor, yüzüklerini veriyor. İş tapuya gitmeye gelince: A) Tapuya gitmeye kadın üşendiği için B) Kocasına çok güvendiği için C) Bunlardan sıkılıyorum dediği için tapuya erkek gidiyor. Ve kadının ailesinden gelenler de dahil olmak üzere o paralarla alınan gayrimenkul erkeğin üzerine tescil ediliyor. Boşanma meselesine gelindiği zaman gayrimenkul erkeğin olduğu için -herkes kendi üzerindekini aldığı için- kadın iç çamaşırları ve çocuklarla birlikte dımdızlak ortalıkta kalabiliyor. Genel olarak da böyle oluyor.

Diyelim ki, kadın kocasının işyerinde çalışıyor. Yargıtayın o zamanki yerleşmiş kararlarına göre kadın kocasının işyerinde sigortasız olarak çalışıyorsa bu çok doğaldır; çünkü kadın, aileyi destekliyor demektir. Aradan yirmi ya da otuz yıl geçip de kadın ve erkek boşandığında kadının hiçbir şeyi olmuyor. Sağlık sigortası yok; kadın ortalıkta kalakalmış oluyor.

Medeni Kanunun kadının yerleşim yeri kocanın yerleşim yeridir kuralının en korkunç uygulamalarından biri de şuydu: Mesela kadın ve erkek evlendikten sonra Kars’a yerleşmişler. Boşanma davası açılacağı zaman tarafların ya son altı aydır birlikte oturdukları yer ya da davacının yerleşim yeri yetkili mahkemedir. Davacı kadın ise ve Kars’tan kalkıp İstanbul’a geldiyse hem kocasının yerleşim yeri Kars olduğu için hem de kadın son altı ayda Kars’ta oturduğu için davanın Kars’ta açılması gerekiyor. Türkiye’deki usül hukukuna göre avukatın masrafları yargılama masraflarına girmiyor. Kadın İstanbul’da bir avukatla anlaşmışsa avukat, İstanbul’dan kalkıp Kars’a gidiyor. Kadının avukatının İstanbul’dan kalkıp Kars’a gelmesi, orada kalması, en azından bir gece önceden gidecek, tüm bunların masrafı parası olmayan kadına yükleniyor. Bu konuyu o dönem bir yargıçla konuşmuştum. “Bu nasıl olur? Davacının ikametgâhı neresiyse yani kadın neredeyse dava orada açılsın.” dedim. Bana “Adamın işi gücü yok bir de kadını mı takip edecek?” diye cevap verdi.

Bunlar eski uygulamalar üzerinden verdiğim örnekler. Şimdi kadınların çok büyük emekleriyle düzenlenen yeni Medeni Kanundan bahsedelim. 2002 yılında uygulamaya konan yeni Medeni Kanunda aile hukukuna eşitlik getirildi. Aile reisliği kavramına son verildi. Artık aile birliği içinde kadın ve erkek eşit haklara sahip. Evlenme yaşı çok daha küçüktü; kadın ve erkek için farklı idi. Kadınların evlenme yaşı on beşe kadar inebiliyordu. Bugün yine rüşt ve Uluslararası Çocuk Hakları sözleşmesine aykırı bir biçimde düşük ama  kadın ve erkek için evlenme yaşı aynı. Boşanma davasında yetkili  mahkeme son altı aydır birlikte  yaşanan veya  davacının yerleşim yeri dolayısı ile  kadın son altı  aydır birlikte oturdukları yerden başka bir yere yerleşim yerini taşıyıp davayı açtı ise dava onun bulunduğu yerin mahkemesinde açılacak. Böylece kadınlar  büyük bir masraf ve yükten kurtulmuş oluyorlar. Az önce verdiğim örneklerdeki uygulamalar kadınlar lehine değişti.

Gelelim eski Türk Ceza Kanununa (TCK). Eski ceza kanunumuzda kadına yönelik cinsel şiddet, kadına yönelik cinsel şiddet olarak ele alınmıyordu Âdab-ı Umumiye ve Nizâm-ı Aile Aleyhine Cürüm kabul ediliyordu; yani umumi adap ve aile düzenine karşı bir cürüm sayılıyordu. Kadın tecavüze uğramışsa ve evliyse bu, aile düzenine karşı bir suçtu. Ayrıca eski Türk Ceza Kanununda şunlar da vardı: Tecavüze uğrayan kadın evliyse tecavüz edenin cezası daha ağırdı. Çünkü bir erkek, başka erkeğin mülkiyetine tecavüz ediyordu. Evli olmayan bir kadın tecavüze uğradığında verilen ceza daha hafifti. Tecavüz edilen seks işçisi ise o zaman ceza iyice hafifti veya hiç yoktu. Eski TCK’de bu konu 438. Maddede düzenleniyordu. O dönem 438. Maddeye karşı yaptığımız kampanyada “Hepimiz seks işçisiyiz!” diye yazmıştık. Daha sonra bu madde iptal edildi. Dolayısıyla eski TCK’nin tüm bu uygulamaları korkunçtu. Kadınlar insan kabul edilmediği ve mal kabul edildikleri için cinsel özgürlükleri de yok sayılıyordu. Namus kadın bedeninin belli bir bölgesine indirgeniyor ve bu nedene  dayanan kadın cinayetleri   neredeyse meşru sayılıyordu.

Zina, evlilik birliği içinde eşlerden birinin  eşi  dışında  başka birisi ile cinsel ilişksisi, Türk Ceza Kanununa göre suçtu ama o dönemdeki Anayasa kadın ve erkeğin  yasalar önünde eşit olduklarını  yazmasına rağmen kadın ve erkeğin zinasına  farklı  hükümler uygulanıyor; erkeğin zinası bir kerelik ilişki indirgeniyor ama kadının zina suçunu işlemesi  son derece zor  koşullara bağlanıyordu.

2004 yılında Türk Ceza Kanununun değişiklikleri gündeme geldiğinde biz de TCK Kadın Platformunu kurduk. Ben de bu platformun üyelerinden biriydim. O dönem Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme ümidi vardı. Bunun da etkisiyle TCK’de kadınlarla ilgili maddelerinin düzenlenmesini ele aldık ve bu değişiklikleri biz yaptık. Bu kanun 2005’te yürürlüğe girdi. Yeni TCK’de ilk defa cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar tabiri kullanıldı. Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar dediğiniz zaman devlet insanların cinsel dokunulmazlıkları olduğunu kabul ediyor demektir. Bu nedenle de bu kanun değişiklikleri çok önemliydi.

Biliyorsunuz kadına yönelik erkek şiddetinin çok çeşitli yönleri var. Birleşmiş Milletler kadına yönelik erkek şiddetinin  kazuistik bir tanımını yapmıştır.  Benim tanımıma göre şiddet, güçlünün güçsüz üzerindeki iktidarını kurmak ve sürdürmek amacıyla kullandığı bütün yöntemlerdir. Bu; sözel, psikolojik, cinsel, fiziksel, ekonomik, ki bu Türkiye’de çok yaygın, bütün şiddet biçimlerini kapsıyor.

Geçtiğimiz aylarda, TBMM, “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi için Alınması Gereken  Önlemlerin Belirlenmesi” adı altında bir komisyon kurdu ve kısaca “Boşanma Raporu” adı altında bir taslak yayımladı. Buna göre ailenin korunması çok önemli. İnsanlar özellikle de kadınlar birey olarak kabul edilmiyor. Haklarımız her geçen gün biraz daha elimizden alınırken özellikle siz gençlerin daha çok direnmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bundan sonra sizleri neler bekliyor, nasıl bir Türkiye’de yaşayacaksınız bilemiyorum.

Daha önce Türk Ceza Kanununa göre resmi nikâh olmaksızın dinî nikâh kıymak suçtu. Bunu kim yaparsa yapsın, bu kişi Katolik rahibi, Ortodoks rahibi, haham ya da imam olabilir, resmi nikâh belgesini görmeden böyle bir nikâh kıyması suçtu. Anayasa Mahkemesi geçtiğimiz yıl önce bunu iptal etti.

İkinci olarak her ülkenin cinsel ilişki için bir rıza yaşı vardır. Türkiye’de bu yaş on beştir. On beş yaşın altındaki bir çocukla cinsel ilişkiye girildiği zaman bu durum şüphe götürmeyecek  şekilde tecavüz sayılır. On beş ve on sekiz yaş arasındaki çocuklar arasında cinsel beraberlik yaşanabilir. Bir yandan bu, TCK 104. Maddeye göre suçtur. Ama 104. Madde şöyle der: “Cebir, tehdit ve hile olmaksızın 15 yaşını bitirmiş çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi şikâyet üzerine 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” Ortada eğer şikâyet yoksa ve bu iki insan cinselliği yaşamayı tercih etmişlerse bu durum cezalandırılmıyordu.

Aynı maddenin 2. fıkrası ise fail ile mağdur arasındaki yaş farkını düzenliyordu: “Fail mağdurdan beş yaş daha büyükse şikâyet koşulu aranmaksızın cezası iki kat artırılır.”. Bu fıkrayı, toplumumuzdaki ergen erkeklerin çocuklarla “cinsel ilişkiye girmesi” sık karşılaştığımız bir durum olduğu için eklemiştik. On beş ve on sekiz yaş arasındaki bu insanlar cinselliği yaşamak istiyorlarsa, arada maksimum beş yaş fark varsa ve karşılıklı bir rıza söz konusuysa bu durum tecavüz sayılmaz ve suç kapsamına girmez. Ama on beş ya da on altı yaşındaki bir kız çocuğuyla kırk yaşındaki bir adamın cinsel beraberliği söz konusuysa o zaman ortada tabii ki bir suç vardır.  Çünkü on altı yaşındaki çocuğun kandırılması çok daha kolaydır. Mesela, eğer fakirse arabayla, parayla, adamın pırıltısıyla, mesleğiyle ya da dil dökmesiyle kanar. Dolayısıyla bu şekilde kandırılması çok kolaydır. Ayrıca Türkiye’de kız ve erkek çocuklarına cinsel eğitim verilmediği ve korunma yöntemleri öğretilmediği için kız çocuklar çok küçük yaşta hamile kalıp kendisi daha çocukken çocuk doğurmak zorunda kalabilir. Bu nedenle aradaki yaş farkının çok önemli olduğunu düşünüyorduk. Ama geçtiğimiz aylarda “çok ciddi hukukçularımız” Anayasa Mahkemesine gittiler ve “Bu madde eşitliğe aykırı ve aradaki bu kadar yaş farkı nedeniyle insanlar aleyhine böyle ağır cezalar veremezsiniz.” dediler. Bunun üzerine de Anayasa Mahkemesi TCK’nin 104/2. Maddesini iptal etti.

Üçüncü olarak gelelim TCK’nin 103. Maddesine. Yani şu anda durmadan konuşulan maddeye. Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Şimdi buradaki cinsel istismar sözünden ne anlaşıldığını anlatacağım. Kanun diyor ki: “Cinsel istismar deyiminden 15 yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışlar anlaşılır.” “Diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar anlaşılır.” Şimdi bu ne demek? Burada bir şeye daha dikkatinizi çekeceğim: “Rape” tâbirinin Türkçe’de tam bir karşılığı yoktur. Onun için biz buna cinsel istismar veya cinsel tecavüz diyoruz. Tecavüz kelimesi, kendi hakkınızı aşarak başkasının hak sınırlarının içine girmek anlamına geliyor. Biri sizin arsanıza da, hakkınıza da tecavüz edebilir. O nedenle cinsel tecavüz gibi tanımlarla bu durumu anlatıyoruz. Eski Ceza Kanununda tecavüzün tanımı yoktu. Yeni Ceza Kanununda tecavüzün tanımı var. Buna göre, cinsel tecavüzden kastedilen vücuda herhangi bir organ ya da herhangi bir cisim sokmaktır. 1988’de Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfının kurulması  sürecinde kuruculardan  birkaçı kadın sığınaklarını incelemek amacı ile çeşitli ülkelere gittiler. Ben de kadın sığınaklarını incelemek üzere İsveç’e gittiğimde orada Türkiye’den giden bir aile ile ilgili şöyle bir olay işittim. Adam kadının vajinasına şişe sokup patlatmıştı. Bir başka olayda da patlıcan sokarak tecavüz etmişti. Eski Ceza Kanununda tecavüzün tanımı yoktu; ama Yargıtay’ın yaptığı bir  tanım vardı. Kadının veya erkeğin, eğer tecavüze uğrayan erkekse, bedenine cinsel organın girmesiyle tecavüz suçu meydana geliyordu. Bu yaşanmadıysa tecavüz kabul edilmiyordu. Yeni Ceza Kanununda tecavüzün tanımı genişletilmiş ve az önce söylediğim bütün bu olaylar da tecavüz olarak kabul edilmiştir.

Az önce söylediğim gibi Eski Ceza Kanunumuzda da, Yeni Ceza Kanunumuzda da cinsel ilişkiye rıza yaşı on beştir; bu yaşın altındaki bütün cinsel ilişkiler suçtur ve tecavüzdür. Buna rağmen hepinizin çok iyi bildiğini ya da duyduğunu tahmin ettiğim bir N.Ç. davası vardır. On üç yaşında bir kız çocuğuna yirmi altı adam tecavüz etti. Ve bu çocuk, oturabilmek için dört kez ameliyat geçirdi. Bu davayı yürüten Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi, hiç utanmadan on üç yaşındaki çocuğun rızasından bahsetti ve o adamların hepsine çok az cezalar verdi. Oysaki kanun çok açık: “Her kim 15 yaşından küçükse bu olay tecavüzdür.”. Ama bunu kılıfına uydurdular çünkü o adamlara ceza vermek istemediler.

Anayasa Mahkemesi, 103. Maddeyi on altı yıllık hapis cezasını ağır bularak ve aynı zamanda, dört yaşındaki bir çocukla on dört yaşındaki bir çocuğa tecavüzün aynı olamayacağı dolayısı ile kademelendirilmesi yapılması gerekçesi ile iptal ettiği ve altı ay içinde yeni bir düzenleme getirilmediği takdirde kanunda boşluk olacağı için alanda çalışan kadın  grupları ve hukukçu kadınlar olarak söz konusu maddeyi  tekrar düzenledik. Ceza kanununun 6. Maddesinin “b” bendinde der ki: “Çocuk ile kastedilen 18 yaş altındaki insanlardır.” Çocuk Hakları Sözleşmesi de aynı şeyi söyler. Biz Adalet Alt Komisyonuna gittiğimiz zaman bu kanunları ve Çocuk Hakları Sözleşmesini anlattık. On sekiz yaş altındaki herkes çocuk kabul edildiği için tecavüz söz konusu olduğunda hakimlere hiçbir takdir hakkı bırakılmaması gerektiğini söyledik. Türkiye’de rıza yaşının 15 olduğunu açıkça yazmalarını istedik. “Aman efendim bu çok belli!” diyerek bunu reddettiler. Bunun üzerine Mardin Ağır Ceza Mahkemesinin N.Ç. davasındaki kararını hatırlattım; ona cevap vermediler. “Bu çok eskiden verilmiş bir karardı.” diyerek geçiştirdiler. Sonuçta Anayasa Mahkemesi 103. Madde’yi çeşitli şekillerde iki defa iptal etti.

Çocuklara tecavüz suçu sekiz yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabiliyor. Önemli olan cezaların çok yüksek olması değil; verilen cezaların sonuna kadar çektirilmesidir. Eğer verilen cezayı sonuna kadar çektirmiyorsanız, herhangi bir sebeple sürekli af çıkartıyorsanız bu cezanın hiç bir caydırılıcığı kalmıyor.  Dolayısıyla tecavüzcü “Ne olacak? Bugün tecavüz eder iki yıl yattıktan sonra bir şekilde kurtarır, çıkarım.” diye düşünüyor. Eğer bu cezaların arkasında duramıyorsanız hiç ceza vermeyin; çünkü bu şekilde ödüllendirmiş oluyorsunuz. Anayasa Mahkemesi on altı yıllık cezayı çok ağır buldu ve bunu iptal etti. Yeni düzenlemede diyorlar ki, “Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi 8 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Buna karşılık biz de, burada çocuktan kastedilenin ne olduğunu açıkça yazmalarını istedik. Çünkü hakimlere takdir hakkı bıraktığınız takdirde, hakim hangi kökenden geliyorsa veya hangi inançta ise ona göre karar verecektir. Mesela dinî yorumlarına göre altı yaşında da kız çocuklarının evlendirilebileceğini söyleyenler var. Hakim eğer böyle bir inanca sahipse bir şekilde kitabına uydurup gereken cezayı vermeyecektir.

TCK 103. Madde şöyle diyor:

Çocuğu cinsel  yönden istismar eden kişi, sekiz yıldan on beş yıla kadar  hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismarın sarkıntılık düzeyinde kalması hâlinde üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Mağdurun on iki  yaşını tamamlamamış olması hâlinde  verilecek ceza, istismar durumunda on yıldan, sarkıntılık durumunda beş yıldan az olmaz.

Cinsel istismarın vücuda organ veya sair bir cisim  sokulması sureti ile gerçekleştirilmesi durumunda, on altı yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur. Mağdurun on iki yaşını tamamlamamış olması hâlinde verilecek ceza on sekiz yıldan az olamaz.

Şimdi on iki yaş kriteri tartışılıyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi, dört yaşında bir çocuğa tecavüz etmekle on dört yaşındaki bir çocuğa tecavüz etmenin aynı şey olmadığını söyledi. Dolayısıyla varolan cezaları çok ağır buldu ve bunun kademelendirilmesini istedi. Şimdi bu durumda ne olacak? Rıza yaşı on beş olmasına rağmen on iki yaşındaki bir çocuğa tecavüz edilmişse yargıçlar çocuğun rızasından bahsedebilecekler. Bu durum çocuk evliliklerini çok daha fazla arttıracak. Eğer tecavüze uğrayan erkek çocuksa tecavüz eden ceza alacak. Kız çocuklar için yeni bir düzenleme yapmaya çalışıyorlar.

Bu tasarıyı geri çektiklerini söylediler; kısaca ondan da bahsedeyim: Kız çocuk kendisine tecavüz eden erkekle evlendirilmişse beş yıl içinde boşanmadığı takdirde tecavüz edenin cezası ertelenecek. Bu durumda olan üç bin mağdur ailenin olduğunu söylediler. Gazeteler bunun yalan olduğunu, sadece yüz kişinin bu durumda olduğunu yazdı. Bu kanun kabul edilirse bunun hilesi ne olur? Örneğin, on üç yaşındaki çocuğa tecavüz edildiğinde çocuğun anası, babası, herkes baskı yapar ve çocuğın rızası olduğu söylenerek çocuk evlendirilir. Geçtiğimiz günlerde birisi utanmadan on üç yaşındaki bir kız çocuğunun düğününe savcının da gittiğini, böyle bir evliliğin bozulmaması gerektiğini hatta “adamcağızın” hapse girmemesi gerektiğini söyleyebildi.

Burada kendisi daha çocukken çocuk doğurmak zorunda kalan çocuklardan bahsediyoruz. On sekiz yaşında bile çocuk doğurduğunuz zaman zaten çocuksunuz, çocuğa nasıl bakacaksınız? Bu çocuklara hamilelikten nasıl korunulacağı öğretilmiyor; bunun öğretilmesi gerekir. Doğan çocukların bakımı için özel kreşler kurulması gerekir. Bu konuda çok fazla vahşi olay var. Yılmaz Özdil bu olayları yazıyor; arşivliyor. Oradan birkaç örnek okumak istiyorum:

Bolu’da imam nikâhıyla evlendirilen 11 yaşındaki kız çocuğunun 8 aylık hamile olduğu ortaya çıktı. Samsun’da otomobil çarptı diye koma hâlinde hastaneye getirilen 14 yaşındaki kız çocuğunun aslında imam nikâhlı eşi tarafından odunla dövüldüğü sonra da kaza süsü vermek için motosiklet ile üzerinden geçildiği anlaşıldı. Ordu’da 13 yaşındayken para karşılığı evlendirilen kız çocuğu sürekli dayak yediği 40 yaşındaki adamın evi terk etmesi üzerine kendi ailesi tarafından kabul edilmedi. Henüz 17 yaşında iken 3 çocuğu ile ortada kaldı. Gaziantep’te özel hastanede 18 yaşında birinin kimliği ile doğum yaptırılan kız çocuğunun aslında 12 yaşında olduğu tespit edildi…

Bu liste böylece uzuyor gidiyor. O kadar çok olay var ki, midem kaldırmadı okumayı. Uzun lafın kısası, bu yeni getirdikleri düzenleme ile on iki ve on beş yaş arasındaki çocukların evlendirilmesi, imam nikâhı ile evlendirilmesi, yani kırk, elli yaşındaki torun torba sahibi adamlara satılması kolaylaşıyor. Bu durum kanunen çocukların hiçbir haklarının olmamasıyla sonuçlanıyor ve kanunen bunun yolu açılıyor. Çocuk istismarı derken, küçük kız çocuklarının sadece cinsel yönden istismarını kastetmiyorum. Çocuk Hakları Sözleşmesi çerçevesinde çocukların kendilerini geliştirme, eğitim alma, çocukluklarını yaşama, emeklerinin sömürülmemesi gibi pek çok hakkı var. Ama tam tersine erken yaşta evlendirilen bu kız çocukları bir eve hizmetçi şeklinde gidiyor ve o eve durmadan hizmet etmek zorunda kalıyorlar. Çocukların çeşitli yönlerden sömürülmesi söz konusu ve çocuklar, insan olarak kabul edilmiyor. Bir malın bir yerden bir yere gitmesi gibi çocuklar da el değiştiriyor.

Tüm bu nedenlerle ısrarla direniyoruz. Bugün Adalet Alt Komisyonu Başkanı Hakkı Köylü ile telefonla konuştum. On iki yaş meselesini çekmelerini, hakimlerin bunu rıza yaşı olarak kabul edeceklerini söyledim. Rıza yaşının 15 olduğunu, bunun sadece özel hâl ve ağırlaştırıcı sebep olduğunu anlattı. Ama az önce anlattığım N.Ç. davasında da gördüğümüz gibi gerçeğin böyle olmadığını biliyoruz. Hükümetin, çocukları onlara tecavüz edenlerle evlendirilmeleri konusunda bu kadar hevesli olduğunu bilmiyordum. Hukuk sistemi tamamen elden gidiyor. Anayasa Mahkemesi ile ortak çalışılıyor. Anayasa Mahkemesi bunu kabul ediyor. Bizim getirdiğimiz öneriler hiçbir şekilde dikkate alınmıyor. Resmi nikâh olmadan, dinî nikâh kıyılmasının cezalandırılması kalktıysa o zaman küçük çocukların resmi nikâh olmadan dinî nikâhla evlendirilmesine tekrar ceza hükmü getirilmesi talebinde bulunuyoruz. Ama biz söyleyip dinliyoruz. Bundan sonraki sözleri sizler söyleyeceksiniz.

Teşekkürler Canan Hanım. İkinci konuşmacımız Evrensel Gazetesi yazarlarından Sevda Karaca.  Kendisi eylül ayında OHAL kapsamında kapatılan Hayat Televizyonu’nda yayınlanan Ekmek ve Gül programının koordinatörü. Sevda Hanım da konuşmasında basın yayın alanında karşılaşılan hak ihlallerini ve bu hak ihlallerinin kadınları ve kadın haberciliğini nasıl etkilediğini anlatacak. Sözü size bırakıyorum.

Sevda Karaca’nın Konuşması

Öncelikli olarak panele davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Eğer Hayat Televizyonu kapatılmamış olsaydı Canan Arın’ın az önce yaptığı güzel sunumu binlerce kadınla paylaşabilecektik belki.

Panel için konu başlığı olarak “’Yeni Türkiye’de Medya” sunulunca “Olağanüstü hâl kapsamında başımızdan geçen, onlarca basım yayın kuruluşunun kapatıldığı, iki bin beş yüze yakın gazetecinin işten atıldığı, yüz kırk beş gazetecinin cezaevinde olduğu, süreci mi anlatacağım acaba?” diye içimden geçirdim. Sonra dedim ki: “Bizim olağan olağanüstü hâllerimiz 15 Temmuz süreci öncesinde başlamıştı zaten ve ben de anlatmaya oradan başlasam iyi olur.” Çünkü medya, OHAL dönemini aslında 2002 yılından beri adım adım yaşadı ve hâlâ yaşamaya devam ediyor. İktidar, bu OHAL fırsatını yakalayarak kanun hükmünde kararname adı altında çeşitli yayın kuruluşlarını bir gecede kapatma olanağına sahip olmadan önce de bir sürü yayının fişi çoktan çekilmişti. Bu panelde “Bu durum nasıl oldu?” üzerine konuşalım ve beraber ne yapacağız diye tartışalım istiyorum.

“Olağan olağanüstü hâl” derken neden bahsediyorum? Biliyorsunuz ki iktidarın norm oluşturma çabasının en gündelik ve en sıradan mecrası medyadır. Bu norm üretme tekniklerinin içinde de bugün kadına yönelik şiddet bağlamında “Yeni Türkiye”nin üzerine yükseldiği en temel noktalardan biri olan aile, yani kadının fıtratı gereği erkeğe hizmetçi olması, kadının fıtratı gereği üç çocuk doğurması, hatta yetmeyip o üç çocuğu vatana hibe etmesi, üzerine konuşacağız. Erkek, eve ekmek getiren olarak devletin aile içerisindeki temsilciliğini üstleniyor ve bu rolü üstlenirken bir yandan da en güvencesiz, en kötü ve en esnek koşullarda, iş cinayetlerine en açık pozisyonlarda çalışmak durumunda kalıyor. Erkeğin aza kanaat çoğa şükür etmek durumunda olduğu ve bu fıtratlarla şekillenen bir aile temsiliyeti üzerine yükselen “Yeni Türkiye” meselesini hepimiz biliyoruz.

“Yeni Türkiye”de bu normların oluşturulmasında medyanın çok önemli işlevleri oldu. Bu norm üretme tekniklerinde bizim belki en kolay hatırlayabileceğimiz süreçlerden biri kürtajın yasaklanması üzerine yapılan tartışmalar. Bu tartışmalar sırasında nasıl bir norm üretildiğini çok yakından gördük; yani norm oluşturma bir yandan hukuki ve bürokratik birtakım düzenlemelerle, politik hukuki müdahale olarak karşımıza çıktı. Canan Arın’ın anlattığı süreçler bu politik hukuki müdahalenin en somut örnekleri; ama diğer yandan da sanki bu, siyasi alanın meselesi değilmiş gibi gösteriliyor ve medya aracılığıyla güncele dair bir meseleye dönüştürülüyor.

Kürtaj tartışmalarında bu siyasi mesele nasıl güncele dair bir meseleye dönüştürüldü? Örneğin, Erdoğan’ın “Sezeryanla doğum ve kürtaj cinayettir.” açıklamasının hemen arkasından bütün televizyon kanalları din adamlarını göreve çağırır gibi çağırıp uzman sıfatıyla kadın programlarına, haber programlarına, ara kuşak programlara, yani aklınıza gelebilecek her türlü programa, çıkarttılar. İslam âlimlerinin bilirkişi olduğu bu programlarda konu sanki dini bir meseleymiş gibi “Kürtaj yaptırmak caizdir/değildir.” teması üzerinden tartışıldı. Siyasal öznelerin konuyla ilgili kurduğu cümleler, sıradan öznelerin her an, her yerde söyleyebildiği, hukuken suç teşkil etmesi gereken açıklamaların sıradanlaştığı bir biçime kavuştu. Hatırlarsanız, Melih Gökçek şunu söylemişti: “Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor? Anası kendini öldürsün.” Bu cümlenin üzerinden sadece iki buçuk saat geçtikten sonra bir programda, bir aile hekimini bilirkişi olarak gördük. O aile hekimi dedi ki: “Evet. Tecavüze uğrayan kadın kürtaj yaptıracağına tecavüzcüsünü öldürsün”. Sonra Sağlık Bakanı Recep Akdağ “Annenin başına kötü bir şey gelmişse ne olacak?” gibi şeyler söyledi. “Gerekirse öyle bir bebeğe devlet bakar.” açıklaması yaptı. Belki hepiniz hatırlarsınız tecavüz sonucu hamile kalan Nevin Yıldırım’ın bebeğini aldırmak istemesi gündeme bomba gibi düşmüştü. Sağlık Bakanının bu açıklamasının ertesi günü Nevin’in öldürdüğü adamın eşini televizyon programına çıkarttılar ve kadına dedirttiler ki: “Nevin doğursun, ben bakarım onun çocuğuna.”. Nitekim sadece kürtajın değil; kürtaj yasağına karşı protestonun da hukuk değil “din” ayracıyla kriminalize edildiğine şahit olduk. Kadın hareketinin geniş katılımlı protestolarının akabinde 2 Haziran 2012’de Başbakan Erdoğan şu sözleriyle toplumun neyi nasıl anlaması gerektiğine ilişkin şu sözü söyledi:  “Benim Bedenim Benim Kararım protestosu dine uygun değildir.”.

Bu gibi örnekler her gün sıradanlaşarak çeşitli boyutlarıyla karşımıza çıktı. Kürtaj tartışmalarını konumuzla çok ilgili olduğu ve bu tartışmaların yakın dönem örnekleri olduğu için anlattım. Diğer yandan bu işin başka bir yönü de vardı. Aslında iktidarın aileye, dolayısıyla kadına ve erkeğe, ilişkin yaklaşım ve değerlendirmelerinin medyanın bütün alanlarına, edebiyata ve sinemaya da uyarlandığı bir süreç yaşadık. Mesela, televizyonda aile dizileri furyası görmeye başladık. Bu dizilerde karakterlerin birbirleri ile evlendiği sahneler parlatılarak anlatılıyordu ve kadınların hayalinin bir an önce evlenmek olması bu dizi furyalarının en önemli gündemiydi. Evlenme vurgusunun artmasının yanı sıra dizilerde dekolteli kıyafet kullanımının yasaklandığını gördük. Yine bu dönemde Radyo ve Telvizyon Üst Kurulu (RTÜK) kurallarının arasına aile değerlerini aşağılamama kriteri geldi.

Tüm bu uygulamalara bir bütün olarak bakarsanız aile sağlık programlarının ya da haber programlarının baş konuklarının ilahiyatçılar, iktidar dilini günlük erkek dile tercüme eden çeşitli kişiler olduğunu haftanın tüm günlerinde, yalnızca cuma günleri değil, görmeye başladık. Kıskançlık sorunundan gelin kaynana ilişkilerine, mutfakta neyi nasıl doğrayacağınızdan kocanızla yaşadığınız bir gerilimi nasıl çözmeniz gerektiğine kadar bütün sorunların bu bilirkişiler tarafından kadınlara bir norm olarak sunulduğu, bu normların dışına çıkan kadınların da öcüleştirildiği, canavarlaştırıldığı bir süreç yaşamış olduk. Bütün bu normların oluşturulmasında en önemli işlevini görmeye devam eden medyada, tüm bu normlar olağan bir durum olarak hep karşımızdaydı. Biliyorsunuz ki televizyon programlarının en temel şeyleri arasında cinnet geçirmeler, namus cinayetleri, kıskançlık bulunmaktadır. Tüm bunların sürekli olarak şiddeti gerekçelendirmek ve erkeğin aslında o şiddeti kullanmakta ne kadar haklı olduğunu göstermek için kullanılması bizim olağan olağanüstü hâlimizdi. Ama geldiğimiz noktada öyle bir pervasızlıkla karşılaştık ki bizi katillerin canlı yayında çıldırma anlarına tanıklık etmeye çağıran, haber merkezlerinin ortasına mahkemelerin kurulduğu ve bu mahkemelerin verdiği kararlarla kadınların bizzat canlı yayında cezalandırıldığı süreçleri yaşadık. Üç kadını öldürmüş ve her seferinde cezaevinden çıkmayı başarmış bir katilin evlilik programına katılarak yeniden evlendirilmesinin meşru olduğu bir duruma geldik. Üç kadının katili olan bu adam evlilik programına çıkıp kadın cinayetlerini nasıl işlediğini canlı yayında anlattı ve dördüncü kez evlenmeyi evlilik programına çıkarak meşru bir şekilde talep edebildi.

Peki, bütün bunlar olurken devlet ne yapıyordu? Biliyorsunuz her şeye karışan RTÜK diye bir kurulumuz var. Aslına bakarsanız RTÜK’te kadın örgütlerinin ısrarıyla oluşturulmuş cinsiyet ayrımcılığını tespit etmeye yönelik bir alt komisyon var. Bu alt komisyon cinsiyet eşitliğinin bütün medya organlarında gerektiği biçimde ele alınmasına ilişkin sürekli raporlar sunuyor. Ancak, anlattığım bu tabloda RTÜK kadınların izleyiciye bir cinsel nesne olarak sunulup sunulmaması meselesine odaklanıyor. Burada da kriter, kadının medyadaki sunumunun aile değerlerine uygun olup olmaması. Ne demek istiyorum? Hemen bir rakam vereyim size: 2007 yılından beri RTÜK’e yapılan şikâyetlere baktığımızda bir tane bile cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle herhangi bir kanala, gazeteye ya da radyoya kesilmiş bir ceza olmadığını görebiliriz. Ancak kadınları ilgilendiren bütün cezalar aile değerlerine ve aile yapısına uygun olmama, kadınların cinsel sömürü nesnesi olarak sunumu üzerine veriliyor. Bir başka deyişle, gazetelerde “çıplak” kadın fotoğrafları olmasın, televizyon içeriklerinde “müstehcenlik” olmasın. Tek sorun buymuş gibi davranmak da, giderek çok daha genel bir sansürcü yaklaşıma yol açması bir yana, bizim mücadele etmek istediğimiz tüm diğer konuları göz ardı ediyor. Örneğin, RTÜK’e yapılan şikâyetlere veya bu kurulun verdiği cezalara baktığınızda, böyle bir kıstas olmasına rağmen “cinsiyet ayrımcılığı” nedeni neredeyse hiç yok; buna karşılık genel ahlak ve aile yapısına aykırılık gibi tanımı bile belli olmayan  nedenler en sık cezalandırma konusu olabiliyor.

Bu olağan olağanüstü hâl durumunda norm oluşturma tekniğine alışır hâle getirildik. Bunun ne kadar gündelikleştiği ve kanıksandığını her gün televizyonları açınca görüyoruz ve biliyoruz. Bütün bunlarla birlikte olağanlaştırılan bir şey daha oldu: Kadın gazetecilere saldırı furyası. Sanırım bu saldırı furyası ilk kez Nuray Mert ile başladı. Oluşturulan normlara uymayan, bu normlara karşı çıkan ve medya alanında bir kadın olarak var olmaya çalışan ve kadın sözünü medyada ifade edebilen kadın gazetecilere yönelik ağır saldırılar o dönemin Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirildi. Kadın gazeteciler o dönemde işten çıkarıldı, kadın gazetecilerin yazılarını yayınladıkları köşeler ellerinden alındı ve işlerinden çıkarılan bu kadın gazeteciler uzun zaman iş bulamadı. Hatırlarsınız o dönem seçim kürsülerinde izansız, densiz, mert değil; namert konuşmalarının yapıldığı bir süreçti ve Nuray Mert de normlara uymayan tavrı karşısında hedef gösterildi. Nuray Mert’in yanı sıra Amberin Zaman’a “edepsiz kadın” dendi ve Amberin Zaman çok uzun süre korumayla dolaşmak zorunda kaldı. Gezi döneminde BBC’den Sevim Girit’i ve Soma döneminde Rengin Aslan’ı iktidar, normlara uymayan kadınlar olarak hedef gösterdi. “Bunlar dış mihraklar zaten kadın başıyla ne işi varmış oralarda; gitmiş Soma’ya.”, “Yok efendim, Gezi de yatmış kalkmış.” gibi cümlerler duyduk iktidardan. Tüm bunlar yetmedi. Nuray Mert, Amberin Zaman gibi, böyle ifade etmek istemiyorum ama, nispeten daha korunaklı kadın gazetecilere yönelik bu saldırı furyasından sonra bizler sokaktaki kadın muhabirler ve kadın gazeteciler olarak her bir basın açıklamasında ya da sokakta izlediğimiz her haber sırasında kimlik aramaları, üst aramaları, gözaltı tehditleriyle karşılaştık. Örneğin, bir kadın gazeteci arkadaşımız bir kadın eyleminde bizzat hedef alındı ve kamerası kırıldı, kafası yarıldı. Haber takibi sırasında polis bir trans muhabir arkadaşımızın boğazına sarılarak “Namert misiniz, mert misiniz belli değil!” dedi. Biz bu olayları sokakta bu biçimiyle yaşadık. Aslına bakarsanız henüz OHAL sürecini anlatmaya başlamadım; tüm bu anlattıklarım olağan sürecin kendisiydi.

Biliyorsunuz OHAL’in hemen öncesinde bir başka olağan olağanüstü hâli, Kürt illerinde abluka süreçlerini yaşıyorduk. Şehirlerin abluka altına alındığı, kentlerin yıkılarak insanların evlerinden edildiği, on yaşlarındaki küçük kız çocuklarının evlerinin kapılarının önünde öldürüldüğü, öldürülen bu kız çocuklarının bedenlerinin buzdolaplarında saklandığı, bir kadının tam bir hafta boyunca evinin kapısının önünde ölü bedeninin sergilendiği ve ailesinden tek bir bireyin bile gidip cenazesini kapının önünden alamadığı süreçlerdi. Bu abluka sürecinde alanda çalışan gazeteci ve muhabirlerin çok büyük bir kısmının kadın olduğunu söylemek istiyorum. Bunu neden söylemek istiyorum? Çünkü, abluka süreçlerinde alanda çalışan erkek gazeteciler aslında karşılaştıkları tabloya dayanamadılar. Kadın gazeteciler orada yaşanan gerçekleri yansıtmaya çalışırken çok ağır süreçlerden geçtiler. Biz Türkiye Gazeteciler Sendikası olarak o altı aylık süreçte kadın gazetecilerin alanda neler yaşadığına ilişkin bir rapor hazırladık. Bu raporu hazırlayabilmek için orada görev yapmış kadın gazeteci arkadaşlarımızla tek tek derinlemesine görüşmeler yaptık. Yirmi yedi kadın gazeteciyle görüştük ve sekiz kadın gazeteci arkadaşımızla yaptığımız görüşmeyi arkadaşlarımız rapora almamızı istemediler. Çünkü, bu sekiz kadın gazeteci ana akım medyada ve ajanslarda çalışıyordu. Yaşadıklarının onların anlattıkları biçimde ifade edilmesi ve raporlanması onlara işlerinden edilme kaygısını çok derinden yaşatıyordu. Bu kadın arkadaşlarımız alanda tacize ve hakarete uğradılar; polisler ve oradaki güvenlik görevlileri kadın gazeteci arkadaşlarımızın kameralarını ya da fotoğraf makinelerini aldı ve onları kuytu köşede yakaladıklarında “Siz daha başınıza neler geleceğini bilmiyorsunuz; hele bu günler bir geçsin, şu işimizi gücümüzü bir azaltalım; bakın size neler yapıyoruz!” diyerek tehdit ettiler. Bütün bu süreçte kadın gazeteciler en az bir kez gözaltına alındı ve çoğunun gözaltı süreci en az on gün sürdü; yani, bu olağan olağanüstü hâli bölgede kadın arkadaşlarımız yaşadı. O dönemde abluka bölgelerinde haber izledikleri için tutuklanan kadın arkadaşlarımızın duruşmaları hâlâ yapılamadı. Hâlâ iddianameleri hazırlanmayan tutuklu arkadaşlarımız var; tutuklama ve gözaltılar için ortaya koydukları en temel gerekçelerden biri kadın gazetecilerin abluka bölgelerine dair yaptıkları haberlerdi. Aslına bakarsanız bu bizim bölgedeki olağan olağanüstü hâlimizin bir göstergesiydi. Abluka bölgelerinde görev başında bize Cemile’nin, oradaki bebeklerin, kadınların gündelik hayatta bu abluka ile nasıl baş etmeye çalıştıklarının hikâyesini anlatan kadın gazeteciler bugün KHK ile kapatılmış olan yayın kurumlarının çalışanlarıydı.

Gelelim OHAL meselesine. 15 Temmuz’dan bu yana bu olağanüstü hâlin bize getirdiklerini konuşalım biraz da. OHAL’le beraber bir gecede çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) kapatılan basın yayın kuruluşlarının neredeyse tamamı bu olağanlaştırılan olağanüstü hâlde kadınların mücadelesinin, kadınların örgütlenmesinin, kadınların sesinin yayıncılığını yapmak üzere yola çıkmış olan kurumlardı. Şiddetin, bütün ezme biçimlerinin, iktidarın norm koyma pratiklerinin karşısında kadınların mücadelesini medyaya taşıyorlardı. Burada da pek çok arkadaşımızın bildiği gibi İMC Televizyonu aslında Mor Bülten’e sahip bir televizyon kanalıydı. Hayat Televizyonu sadece Ekmek ve Gül programıyla değil; aslında yayın akışının tamamında kadınların sesinin olduğu, olmak zorunda olduğu, varlık nedenini bunun üzerine kuran bir yayın organıydı ve kapatıldı. JINHA, çalışanlarının tamamının kadın olduğu dünyadaki tek kadın ajansıydı; ama kapatıldı. Aslında sayamadığım daha pek çok yerde çalışan kadın arkadaşlarımız bütün bu medya ortamında bir kadın olarak da kendi seslerini çıkartabilecekleri, sözlerini rahatça söyleyebilecekleri ve editöryal özgürlüğe de sahip olarak söyledikleri sözlerle ve duruşlarıyla kadınlara güç katabilecekleri mecraların kapatılmasıyla birlikte işsiz kaldılar.

Kapatılan bu televizyonların ve ajansların kadın çalışan oranları da çok ilginçtir. İMC Televizyonunun yüzde ellisi; Hayat Televizyonunun yüzde yetmiş beşi; JIN haber ajansının yüzde yüzü kadın çalışanlardan oluşuyordu. KHK’lerle kapatılan yayın kuruluşlarında aslında çoğunlukla kadın gazeteciler işsiz kaldı.

Bu ne demek biliyor musunuz? Ana akımın dışında kendilerine mecra arayanların kadınlar olması demek. Medya alanında herhangi bir geri süreç yaşanacaksa bundan öncelikli olarak kadınların etkilenmesi demek.

Geçtiğimiz günlerde bir röportaj yapmıştık: KHK ile ihraç edilen bir öğretmenin hikâyesi. Röportaj yaptığımız kadın tekstil atölyelerinden tutalım da boncuk işine kadar birçok işte çalışarak üniversitede eğitim fakültesinde okuyabilmiş; kendi başına ayakta durma mücadelesini büyük zorluklarla vermiş bir kadın. Şöyle bir cümle kurdu: “Öğretmenlikten ihraç edilenler arasında belki kadınlarla erkeklerin sayıları eşittir; ama kadınların mesleklerinden men edilmesi aynı zamanda onların bütün haklarının, sadece çalışma haklarının değil yaşamsal tüm haklarının, ellerinden alınması anlamına gelir. Çünkü bizim öğretmen olma çabamızla, bir erkeğin öğretmen olma çabası arasında bir eşitsizlik ve fark vardır.”. Biz kadın gazeteciler açısından kadınları ezen, kadınların sözünü kısıtlayan medya alanında hem kendimiz için hem de mücadele eden kadınlar için bir ses olma çabası var. Dolayısıyla bir erkek gazetecinin işsiz kalmasıyla bir kadın gazetecinin işsiz kalması arasında da bir fark var.

Kadın gazetecilerin işsiz bırakılması, çalıştıkları medya kuruluşlarının KHK’lerle kapatılması yalnızca kadın gazetecilerin hayatlarını idame ettirme güçlerinin elinden alınması değil. Amiyane tabirle bu, sadece bir ekmek meselesi değil. Kadınlar hiçbir zaman kendi seslerini, sözlerini medyada ortaya koyamıyor. Bu meselede Türkiye’nin dört bir tarafında ve dünyada hakları için mücadele eden kadınların sözünün de kesilmiş olmasının ağırlığını da omuzlarımda taşıyorum. Neden bu ağırlığı omuzlarımda taşıyorum? Çünkü Hayat Televizyonu kapatıldığında televizyona akın akın ziyaretler oldu. Bir sürü ilde, ilçede, mahallede bizim “Ekmek ve Gül” kadın gruplarımız vardır. Bu gruplarda tekstil işçisi kadınlar, ev kadınları, öğretmen kadınlar vardır. Onların bu ziyaretleri sırasında bize söyledikleri tek bir şey oldu: “Bundan sonra bunların bizim başımıza ördükleri çorapların gerçekte ne anlama geldiğini biz hemen nasıl anlayacağız?”. Çünkü, iktidarın oluşturmaya çalıştığı normu, “müjde” diye sundukları şeylerin aslında ne berbat birşey olduğunu hemen anlamamız ve tepkimizi göstermemiz gereken bir süreçten geçiyoruz. Çocuk istismarını evlilikle çözmeye ya da evlilikle cezasız kılmaya çalışan önergeyle beraber ne demek istediğimi anlatayım. Böyle bir önergenin gerçekte ne getirdiğini ve neyi meşrulaştırdığını anlamak ve anlatmak, karşı çıkışın ve yükselen sözün ana noktalarından biriydi.

Çocuk istismarını, çıkardıkları bir önergeyle evlilik çatısı altında meşrulaştırmaya çalışan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ dedi ki: “Bu bir dramdır. Üç bin tane aile. Siz, kadın hakları savunucuları, üç bin kadının hakkını savunmayacak mısınız?”. Bekir Bozdağ’ın bu anlama gelecek şeyler söylemesinden yirmi dört saat geçmedi ki bütün ajanslar kadın dramları geçmeye başladı. Hemen ertesi gün de bütün gazetelerin manşetlerinde, küçük yaşta evlendirilmiş, çoluk çocuğa karışmış kadınların kocalarının cezaevinde olmasından ne kadar da mağdur olduklarının hikâyelerini okumaya başladık. Doğan medyası da havuz medyası da bunu bir dram olarak gösterdi. Böylece tüm yayın organları tek ses olabilme gücünü, kabiliyetini göstermiş oldu. Bizler de bu dram hikâyelerini okurken başka hikâyeleri göremez olduk. Örneğin, Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği diye bir dernek var. Bu önerge gündeme geldiği ilk andan itibaren mahalleden kadınlar derneğe akın etmişler. Dernekte şu konuşuluyor, oradan verilen rakamlara göre konuşuyorum: Gelen kadınların yüzde sekseni çocuk yaşta istismara uğramış, bunu hiçbir zaman dile getirmemiş ama bu önerge konuşulmaya başladığı andan itibaren bütün yaşadıklarıyla yeniden yüzleşip “Biz buna karşı bir şey yapmak zorundayız!” diyerek ilk buldukları kapıya giden kadınlar. Bizler bu kadınların uğradıkları istismara neden dava açamadıklarını, bütün o süreçleri nasıl yaşadıklarını görebilen ve gösterebilen ve gerçeğin ne olduğunu bizzat kadınların dilinden sunabilen araçlara artık sahip değiliz.  Olağan hâllerimizde bile bizler, televizyonlarda çocuk istismarı altı yaşındaki kız çocuğunun evlendirilip evlendirilmeyeceği üzerine tartışmaları dinledik. Geçtiğimiz günlerde sadece Şirin Payzın, programına Canan Arın’ı davet etti. Cinsel istismar gibi konular karşısında gerçekten sözü olan kadın örgütlerini televizyonlara çıkartmış olmakla kendine bir meşruiyet kazandırmış olan CNN sadece yarım saatlik zaman diliminde doğruları, gerçekleri ortaya koydu. Günün geriye kalan yirmi üç buçuk saatlik zaman dilimindeyse bu kanallar da bizlere norm olarak sunulan şeyleri göstererek bütün kamuoyunu bu normlara ikna etmeye çalışan bir pozisyon aldılar. Bu pozisyonun ne kadar tehlikeli olduğunu her gün kadınlarla konuşurken ve tartışırken yeniden fark ediyorum. Kadınlardan “Ama o iş öyle değilmiş; bakın geçtiğimiz gün bir programında şöyle bir adam şöyle söyledi.” gibi cümleler duyuyoruz ve medyanın yine iktidarın istediği normları kurduğunu görüyoruz. Zaten medyanın olağan hâli de artık hâl değildi. OHAL döneminde medyanın hali Meclis Tv’den de kötü bir hale geldi. Çünkü, Meclis Tv sadece yaşananların bir kısmını gösterse de arada sırada da olsa muhalefetin konuşmalarına da yer veriyor.

Biz bugün iktidarın yaratmak istediği kadınlığa ve erkekliğe, aileye dair normların yani “Yeni Türkiye” normlarının dışında tek bir çatlak sesi bile bulamadığımız bir medya mecrasıyla karşı karşıyayız. O seslere yer veren kanallar kapatıldılar. Bütün bu anlattıklarım kötü bir tablo oluşturuyor; ama bu kötü tablo karşısında hâlâ sözünü söylemeye devam eden kadınlar var. İşte, bizler bu saatte burada oturuyoruz. Bu saatlerde kadın arkadaşlarımız meclisin önünde ve sokakta eylemdeler. Kadınların mücadelesi sayesinde önerge geri çekildi; ama bu konudaki tehlike daha bitmedi.

Peki, ne yapacağız? Sözümüzü yaymak, her türlü mecrayı yeniden kullanmak üzere kadınların her taraftaki gücüyle yeniden örgütlenmeye başladık. Ben geçen hafta Gebze’deydim. Orada Ekmek ve Gül Kadın Grubumuz var. Onlarla yola nasıl devam edeceğimiz üzerine konuşurken bir arkadaşımız şöyle bir tarif yaptı: Kadınlar üstten sürekli bastırılıyorlar; eğer onlar bastırdıkça biz aşağıdan yayılmazsak bizi yerin dibine gömecekler. Eğer bastırarak bizi dört bir tarafa yayacaklarsa biz kazanırız! Ama, onlar bastırdığında yerin dibine gireceksek hâlimiz harap. Bu sebeple ne yapıyoruz? Yayılıyoruz arkadaşlar: Dağılalım!

Çok teşekkürler Sevda Hanım. Son konuşmacımız Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’ndan (bgst) ve Feminist Kadın Çevresi’nden (FKÇ) Ülker Uncu. Kendisi Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasi gelişmelerin kültür ve sanat alanındaki yansımalarından ve bu alandaki cinsiyetçi uygulamalardan bahsedecek.

Ülker Uncu’nun Konuşması

Çok benzeri bir tablonun örneklerini başka bir alandan paylaşacağım sizinle. Kültür sanat alanı çeşitli engellemeler, yasaklamalar ve baskılarla çok önceden beri karşılaşıyor. Son yıllardaki uygulamalar açısından Gezi Parkı Eylemleri sürecinin kritik bir yerde durduğunu söyleyebilirim. Gezi Parkı Eylemleri sonrası, öncesindeki sürece göre önümüze farklı bir tablo sundu. Daha öncesinde sanatçılar, topluluklar; eğer iktidar tarafından muhalif olarak çok net bir şekilde altı çizilmemişse; belediyelerin, AKP Belediyelerinin de programlarında yer alabiliyordu. Kültür Bakanlığının fonlarına başvuran farklı görüşlerden tiyatro toplulukları fonlardan yararlanabiliyordu; ancak Gezi Parkı Eylemleri ile birlikte bu durum değişmeye başladı. Birincisi: Gezi’ye katılanların kara listeye alındığı söylenmeye başladı. Bu, birçok yerde yazıldı çizildi. Gezi ile ilişkilendirilen her türlü sanat kültür kurumu öncelikle hükümete yakın belediyelerde ya da Kültür Bakanlığının kurumlarında artık yer bulamaz hâle geldi; çok net olarak programdan çıkarıldılar. Gezi ile ilişkilendirilen ya da muhalif addedilen birçok tiyatro topluluğu, Kültür Bakanlığı’ndan fon alamaz oldu. Son dönemde bildiğiniz gibi birçok devlet tiyatrosu çalışanı görevden çıkarıldı. Grup Yorum konserleri daha önceden de engelleniyordu, engellenmeye devam edildi. Kürt sanatçılar, tiyatrocular, oyuncular için Gezi öncesinde de zaten bu alanlar kapalıydı. Onlar için süreç aynı şekilde işlemeye devam etti; ancak yeni engelleme biçimleri de ortaya çıktı son süreçte. Şarkıcılar bir klip çektiklerinde ana akım medya dışında da kliplerini internetten yayınlayabiliyordu. Bu da artık çok kolay değil; çünkü erişim yasağı getirilerek bir gece içerisinde sizin yaptığınız şey internetten kaldırılabiliyor. Son bir yıldır sık sık karşılaştığımız engelleme kriterlerini iki temel çizgide ifade edebiliriz. Bunlardan biri: Genel ahlak çerçevesinde dini referanslarla yapılan engellemeler.  İkincisi: Hükümetin karşısında olduğunuz düşünüldüğünde artık sanat yapma imkânlarınızın bile ortadan kaldırıldığı ya da bunun hedeflendiği uç örnek ortaya çıkmaya başladı.

Bu anlattıklarımı örnekler üzerinden tartışabiliriz. Daha önce Muhteşem Yüzyıl Dizisi’ndeki kostümlerin tarihi kostümlere uygun olmadığı gerekçesiyle Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan bunlara müdahale etmişti ya da Hüseyin Çelik, o zaman AKP genel başkan yardımcısıydı, 2013’te Beyaz TV’de “Dün bir program gördüm. Oradaki sunucunun kostümü olacak şey değil; yani biz kimsenin kıyafetine karışmıyoruz; ama bu olacak şey değil böyle bir kostüm olmaz!” dediği bir konuşma yapmıştı. Kimi hedef gösterdiği belli değildi; ama tahmin edildi, araştırıldı ve bulundu. Hedef gösterilen sunucu birkaç gün sonra görevinden uzaklaştırıldı. Birisi bir şey söylüyor ve herhangi bir soruşturmaya ihtiyaç duymadan onu anında işten çıkarıyorlar. Siyasilerin söylediği bir şey direkt kabul ediliyor ve yasaklanıyor, değiştiriliyor. Bu örnekler daha önceki yıllarda da vardı; ama son iki yılda aniden çoğaldı. Sizlere 2015 ve 2016’dan çeşitli örnekler vereceğim. Sevda’nın da bahsettiği gibi kültür sanat alanında da OHAL’le değişen ekstra bir durum yok. Bu süreç, kültür sanat alanında Gezi’den itibaren başka bir aşamaya geçmişti.

Birkaç örnek vereyim: İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Carmine Burana’yı 2015 yılında sergilemek istiyor. Programına alıyor, bu, her zaman olan bir şey; ama Kültür ve Turizm Bakanlığı bunu engelliyor. Gerekçe ne? Metinde içki, aşk ve seksten bahsediliyor olması.

sansur

 

Bir başka örnek, Çukurova Üniversitesinde yaşanıyor. Üniversitenin kütüphanesine Yeni Akit Gazetesi bütçe gerekçesiyle alınmıyormuş. Yeni Akit birkaç kez kütüphaneye başvuru yapıyor ve gazetelerinin niye alınmadığını soruyor. Üniversite de bütçe nedeniyle belli gazetelerin seçildiğini ve onların alındığını açıklıyor. Bunun ardından Yeni Akit, “Nü Kafalardan Akit’e Ambargo” başlıklı bir haber yayınlıyor. Bu haber bir öğrencinin şikâyeti üzerine yapılmış, öğrencinin adı haberde yer almıyor. Öğrenci şunu diyor: ”Duvarlara asılan nü resimlerle gençler ahlaksızlığa yönlendiriliyor. Müstehcen nü resimler kütüphanede ders çalışırken ya da kitap okurken dikkatimizi dağıtıyor. Defalarca hem üniversite yönetimi hem de kütüphane yönetimine şikâyetimizi ilettik; fakat şikâyetimiz dikkate alınmadı.” Haberdeki görseller buzlandırılmış olarak yayınlanıyor. Haber yayınlanır yayınlanmaz üniversiteye yukarıdan bir telefon geldiği iddia ediliyor. Üç hafta içinde resimler kaldırılıyor. Bu sefer de resimlerin neden kaldırıldığı tartışmaları başlayınca resimlerin çok eskimiş olduğu için kaldırıldığı söyleniyor.

sansur2Bir başka örnek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden. Sanat Tarihi Kulübü, Sanat Tarihi Merceğinden Güzellik Tarihi adlı bir panel yapacak. Bu panelin afişinde şu gördüğünüz resmi kullanıyorlar; fakat okul yönetimi afişi açık saçık bulduğu için bu afişi kullanacaklarsa paneli sansürlemelerini istiyor. Sanat Tarihi Kulübü bunun 16. yüzyıldan çok bilinen bir resim olduğunu söylese de üniversite bu afişin kullanılmasına izin vermiyor. Bunun üzerine kulüp paneli yapmaktan vazgeçiyor; ama onun yerine öğrenciler sansür tasarımı üzerine bir forum düzenliyorlar ve üniversite içinde bunun tartışmasını yapıyorlar.

Piramid Sanat İstanbul’daki bir sanat evi ve Beyoğlu’nda bir sergi açacak; serginin adı, Çırılçıplak. Önce belediye birtakım sorunlar çıkarıyor; ama sergi açılıyor. Sonra, MHP Beyoğlu İlçe Teşkilatı bir açıklama yapıyor:  “Bu kesinlikle bir sanat değildir; bu, pornografidir”.  Sergi yapılıyor, bir şekilde sonuna kadar da açık tutuluyor; ama sanat evi sürekli bir tehdit altında. Bu tür uygulamalar, başka başka birçok alanda olduğu gibi, galerileri kendi kendilerine sansür uygulama noktasına getirecek bir hâl alıyor.

Hepinizin bildiği bir başka örnek de Boğaziçi Üniversitesinde yapılan Boston Gey Erkekler Korosu konseri. Bu koro geçen yıl Zorlu Center’da bir konser verecekti. Vahdet, Yeni Akit, Yeni Şafak gazeteleri bu konseri hedef göstermeye başladı. Haber başlıkları şöyle: “Sapıklık kol geziyor.”, “Eşcinselliği yayma misyonu olan orkestra Türkiye’ye geliyor.”. “Eşcinseller namuslu ve onurlu insanların aralarına katılamaz.” diyen yazılar yazılıyor; fakat firma, bu konserin sözleşmelerini, ön ödemelerini yapmış durumda. Bu nedenle firma konseri iptal etmek istemedi. Medyada yazılmadı; ama kulislerde koro konserinin iptalini bizzat Erdoğan’ın talep ettiği söylendi. Bir süre sonra ise konser Zorlu Performans Sanatları Merkezi (PSM) programından çıkarıldı. Ve sonra Boğaziçi Üniversitesi bu konseri kabul etti ve konser burada yapıldı.

Sevda, az önce konuşmasında RTÜK’ün kriterlerinden bahsetti. Aile değerlerinin aşağılanması kriteriyle ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. 2015’te Kanal D’de yayınlanan Kara Kutu adlı dizide bir bira şişesi görünüyor, şişe net olarak buzlanmamış. RTÜK’ten hemen diziye rapor geliyor ve raporda dizide alkolün gündelik hayatın bir parçası, gündelik hayatın sıkıntılarını hafifletici ve baş etmeyi kolaylaştırıcı bir öğe olarak gösterildiği söyleniyor ve kanala yedi yüz bin lira ceza kesiliyor. Bunlar çok büyük rakamlar. RTÜK özellikle bu tür maddi cezalarla başka türlü halledemediğini halletmeye çalışıyor. Daha önce Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisindeki bir öpüşme sahnesi nedeniyle RTÜK yine Kanal D’ye sekiz yüz elli dokuz bin dört yüz seksen altı lira ceza kesmişti.

Calvin Harris adlı bir şarkıcı Summer isimli şarkısına bir klip çekti.  Sahnelerden birinde iç çamaşırlarıyla bir kadın yatakta uzanıyor ya da küvette yıkanıyor. Bu klibi yayınlayan kanal RTÜK’ten “Kadın bedeninin, çıplaklığının cinsellik dürtüleri uyandıracak biçimde yatak, küvet ve yatak odası gibi cinsellik algısı uyandırabilecek mekanlarda, cinsel dürtülere hitap edici kıyafet ve figürlerlerin sergilenmesi” gerekçesiyle ceza aldı. Aslında bu ceza RTÜK içinde de bir tartışma yaratıyor; çünkü birçok magazin programı yapılıyor, özellikle de yazın pek çok bikinili kadın gösteriliyor. Ceza verip vermeme konusu bir tartışma konusu oluyor; ama yine de kanala ceza uygulanıyor.

Bir başka örnek de Edirne’den. Minço Minev adlı Bulgar bir heykeltraşın, Özgür Kadın Heykeli adını verdiği bir heykel geçen yıl Edirne’ye yerleştiriliyor. Edirne İslam Gençliği’ne bağlı bir grup bu heykeli protesto ediyor. Bu heykele baktığınızda “O kadar protesto edilecek ne var?” diyorsunuz. Bir kadın bunu grup adına şöyle açıklıyor:

Sapkın ve ahlaksız zihniyetin hezeyanı olarak değerlendirdiğimiz bu heykelin hâlâ bu topraklarda ayakta kalabiliyor olması kabul edilebilir değildir. Zira bu topraklar bacısının örtüsüne el uzatan düşmana haddini bildiren Sütçü İmam’ın topraklarıdır. Bu topraklar sırf örtü uğruna Maraş’ta siper olmuş Erzurum’da düşman sürmüştür.

Bu heykel Edirne’de üç kez yer değiştiriyor.

Bahsetmek istediğim birkaç tane örnek daha var: Pera Müzesi’nde Üryan, Çıplak, Nü: Türk Resminde Bir Modernleşme Öyküsü adlı bir sergi açılacak. Bu sergide Osmanlı döneminden beri Türkiye’deki ressamların yaptıkları çeşitli resimleri tarihsel bir çerçevede bir araya getirdiler. Sergiyi oluşturabilmek için Türkiye’deki koleksiyonerlerden nü resimleri topluyorlar. Pek çok koleksiyoner, resimlerini veriyor. Daha sonra Milli Saraylar’a başvuruyorlar: Oradan da alacakları eserlerle sergiyi tamamlamak ve kronolojik akışı sağlamak istiyorlar. Milli Saraylar önce ellerinde böyle eserler olmadığını söylüyor; ama bir sürü resmin envanterlerde olduğu biliniyor. Daha sonra eserlerin herhangi bir şekilde dışarıya çıkarılmaması gerektiği gerekçesiyle bu resimler verilmiyor.

Türkiye’de pop müzik alanından da bir örnek vereyim. Gülşen’in “Dan Dan” adlı şarkısına çektiği klipte Gülşen’in giydiği kostümler uygun bulunmadı ve klibi yayınlayan kanal RTÜK tarafından cezalandırıldı. Bu o dönem kamuoyunda çok tartışılmış ve Gülşen “Bu kadınlık onuruma bir saldırıdır.” diyerek açıklama yapmıştı.

Burada sıraladığım yasak örneklerinin her birinde genel ahlakın temel bir kriter olduğunu ve bir kesimin ahlak anlayışının dışına çıkan, cinsellikle ilgili olan her şeyin engellenmeye başladığını görüyoruz. Bu süreç 2015’ten itibaren yoğunlaştı. Konuşmama başlarken belirttiğim diğer nokta muhalif olarak gördükleri birçok grubun, sanatçının ve yazarın sanatsal faaliyetlerinin engellenmesiydi. Bunun daha önce de Türkiye’de farklı örnekleri yaşanmıştı; ama Sıla gibi popüler bir ismin konserinin engellenmesi ve bunun engellenme biçimi, daha önce çok da yaşamadığımız bir olaydı. Sıla’nın açıklamasını biliyorsunuz: “Yenikapı Mitingi’ne katılmayacağım.” dedi. Buranın bir şov olduğunu söyledi. Sıla’nın bu açıklamayı yapmasından hemen sonra Türkiye’de çok önceden organize edilmiş, duyurulmuş ve biletleri satılmış olan konserleri iptal edildi. Bu konserleri bağımsız bir organizasyon firması organize ediyordu; ama konserlerin hepsi ya belediyeye ya da Kültür Bakanlığına ait salonlardaydı. Bu mekânları kiralayan firmaya Sıla’nın bu açıklamaları yüzünden onun herhangi bir şekilde konser yapmasını istemedikleri ve firmayla yaptıkları salon sözleşmesini iptal ettiklerini söylediler. Sıla’nın konserlerini bu şekilde engellediler; yani yasaklamadılar ama ticari sözleşmeleri iptal ettiler. Tabii bir süre sonra gerçekleştirilen Sıla konserlerine ilgi arttı; çünkü insanlar tepkilerini göstermek için onun konserlerine gittiler, bir konser yerine üç konsere de bilet aldılar. Bir tepkinin oluştuğu dönemde böyle şeyler olur ama sonrasında konser organize eden firmalar arasında “Konserini organize edeceğim kişi yanlış bir şey söyler mi? Farklı bir şey söyler mi? Hükümete yönelik bir şey söyler mi?” gibi sorular gündeme gelir. Bu şekilde birçok grubun farklı yerlerde konser yapmasını engelleyecek yeni bir kanal oluşturulmuş oldu.

Biliyorsunuz, Fazıl Say’ın hükümet karşıtı tweetlerinden sonra tepkiler başlamıştı. Antalya Devlet Senfoni Orkestrasında gerçekleştireceği konserlerinden biri Nazım Oratoryosu’ydu. Bu konser programdan çıkarıldı. Ardından Kültür Bakanlığına bağlı olan bütün salonlardaki konserleri iptal edildi. Daha ilginç olarak şu da oldu: Fazıl Say’ın Katar’da organize edilen konseri için

Türkiye’nin Katar Büyükelçiliğinin devreye girdiği ve bu konseri engellemeye çalıştığı söylendi. Bunu farklı bir adım olarak görüyorum. Fazlı Say’a “Dünyanın her yerinde elimiz yetebildiğince konser vermeni engelleyeceğiz.” mesajı veriliyor. Mesele artık buralara kadar gelmiş durumda.

Bu süreçte, Zeytinli Rock Festivali gibi birtakım konserler, festivaller de engellenmeye çalışıldı. Tüm bu olanlara bütünlüklü bir şekilde baktığımızda kültür sanat alanındaki ürünlerin, üretilenlerin; sergilenme, seyirci, izleyici ile buluşma olanaklarının birçok yerden daraldığını görüyoruz. Bu alan bir var olma mücadelesi yaşayacak gibi görünüyor. Bu nedenle kültür sanat alanı mutlaka desteklenmeli. Üniversitede üretilen kültürel ürünlere sahip çıkın; bunların sergilenmesi ve üretimin devam etmesini sağlamak önemli.