İğne Batıramadıysam da Rezil Ettim

Feryal Öney

[Bu yazı, 22 Şubat 2015 tarihli Evrensel Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.]

Genç kızlığa adım attığım yıllarda mahallenin oğlanları tarafından bana takılan isim “On İki Ayak(lı) Buzdolabı”ydı. Kimselere bir şey yapmışlığım yoktu ama yanımda biri yokken korkutucu derecede sert bakıyordum (sanırım). E kolay mı? Tek başına evden okula, çarşıya, herhangi bir yere gitmeye kalk, adım başı lâf yerdin. Öyle böyle değil hem de, duyunca yerin dibine gireceğin, yakası açılmadık lâflar. Çocukluktan henüz çıkmışsın, azıcık büyüyüp serpilmeye başlamışsın.. Yanından geçen hiç tanımadığın bir erkek sana seni öyle bir tarif ediyor ki, nefret ediyorsun değişmekten, pişman oluyorsun büyüdüğüne. Oranı buranı saklamaya çalışıyorsun. (Sahi, dünyanın hangi memleketlerinde “sokakta lâf atmak” diye bir söz vardır acaba? Tanımadığın bir erkek, yanından geçerken sana seninle, vücudunla ilgili bir şeyler söyleme hakkını görüyor kendinde. Taciz ediyor kısaca. Bu ağır “lâflar” herkes tarafından “normal” karşılanıyordu hatırladığım kadarıyla. “Sokaktaysan erkekler sana lâf atar.” Bu kadar basit. Kimse de bir şey yapmaz. Sen de yapamazsın, karşılığında şiddet görmeyeceğinin garantisi yoktur çünkü. Birkaç kız beraberken (yine bu ağır lâflara, bu kez toplu halde maruz kalıyorduk elbet) azıcık rahat oluyorduk ama cevap vermenin dışında bir şey yapabildiğimizi hatırlamıyorum. Her neyse, ben de çareyi bir karış suratla sokağa çıkmakta bulmuştum sanırım. Öyle sert bakıyordum, kaşlarımı öyle bir çatıyordum ki.. Korkmuyordu tabii ki erkekler, sadece bana attıkları lâf değişmişti; çoğunlukla yanımdan geçerken -sözleşmiş gibi- “Ayy, On İki Ayak Buzdolabı geçiyor!” diyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, azıcık nefes aldığımı hatırlıyorum bu saçma yöntem sayesinde. Fakat o çatık kaşları düzeltmem, sokaklarda azıcık gülümseyerek dolaşmaya başlamam yıllarımı aldı.

***

Aynı yıllarda bisiklete binmeyi öğrendim. Bizim memlekette o yıllarda çoğunluk bisiklet, motosiklet kullanırdı. Araba yok denecek kadar azdı. “Çoğunluk” dediğim erkeklerdi elbette. Biz bisiklet sever kadınlar “azınlık”tık tahmin edileceği gibi. Düşünün, yollar boş, araba yok denecek kadar az.. Bisiklet sürmenin keyfine diyecek yok.. Tek sorun erkeklerdi. Bisiklet üstünde bir kadın görünce ağzından salyalar akan erkeklerden bahsediyorum. Bisiklet ya da motosikletle peşine takılanlar, seni yılmadan gideceğin yere kadar takip edenler, yine o iğrenç lâflarıyla taciz edenler, korkutanlar, kısacası bindiğine bineceğine pişman edenler.. Birçok kadın arkadaşım gibi, benim bisiklet maceram da kısa sürdü. O kadar sevmeme rağmen.

***

Sonra üniversiteyi kazandım, şehr-i İstanbul’a geldim. Çabuk öğrendim (öğrenmek zorunda kaldım) yolda sokakta, otobüste bir kadın olarak nasıl davranılacağını. Burada lâf atma yoktu, burada -mesela otobüste- direkt taciz etme vardı. Otobüs kalabalıksa hele, size yapışan, üzerinize abanan, cinsel organını hissettiren erkeklerden kaçış yoktu. Öyle “On İki Ayak Buzdolabı” olmak, dönüp yapanın suratına sert sert bakmak da sökmüyordu. “N’apıyorsun!” diyebilmek aklıma bile gelmiyordu. Ne yalan söyleyeyim, eziktim sanırım biraz. Utanıyordum tacize uğradığımda. Yapansa öyle rahattı ki. Sonra kendisini taciz edeni deşifre eden kadınlar gördüm, çekinmeden, bağıra bağıra hem de. Kaç tacizci otobüsten inmek zorunda kaldı öyle. İçimin yağlarının eridiğini hatırlıyorum. Sessiz kalmak, kendini saklamak, görünmez olmaya çalışmak nasıl öğrenilen / öğretilen bir şeyse; ses çıkarmanın, kendini savunmanın da çabuk öğrenilebileceğini gördüm. Feminist olmaya karar verdiğim o yıllarda yürütülen Mor İğne gibi kampanyalar da cesaret verdi birçoğumuza, birçok kadının aynı şeye maruz kaldığını duyduk, okuduk, konuştuk yurtlarda, kampüslerde. Sonrası daha rahattı benim için; iğne batırabildiğimi hatırlamıyorum ama taciz edeni rezil etmekten çekinmedim ben de.  

***

Hemen o yıllarda tacize karşı ilk eylemin örgütlenişinde ve içinde yer aldım. 90’ların başında.. Boğaziçi Üniversitesi’nin 2. Kız Yurdu’nun pencereleri sokağa bakar. Bir dönem tanımadığımız bir grup erkek musallat oldu; yurtta kalan kadınlara bağıra çağıra lâf atmaya, taciz etmeye başladı. Başta cevap vermeye, seslerini kesmeye çalıştıysak da pişkin pişkin devam ettiklerini, hatta bu işin sokakta yalnız gördükleri kadınları taciz etme noktasına geldiğini görünce olayı kökten çözmeye karar verdik. Yurtta toplantılar yapıp bir eylem yapmaya, bu adamları yaptıklarına pişman etmeye karar verdik. Tacizci erkeklerden birinin karşı mahalledeki evlerden birinde yaşadığını öğrendik. Ve kararlaştırdığımız gün ve saatte Kız Yurdu’nun arkasında büyük bir kadın topluluğu, biraraya geldik. Sloganlarla, ıslık ve alkışlarla tüm mahalleyi dolaştık; bize yapılanları anlattık yüksek sesle. Özellikle kadınların pencereleri açarak bize ses vermesi, alkışlaması görülmeye değerdi. Son olarak, bizi her gece taciz eden erkeklerden birinin yaşadığı evin altına gelip ona hep beraber seslenmeye başladık; cam açıldı ama başını çıkarmaya cesaret edemedi. İlk defa utandı belki de.
Eylemimiz netice verdi. Uzun süre yurdun çevresinde bu tür olaylara, tacizlere rastlanmadı. Olsaydı yine aynısını yapacaktık zaten; eylemimiz hepimize güç vermişti, cesaret vermişti. Birlikte ses çıkarınca ne kadar güçlü olduğumuzu ilk kez o mahalle eyleminde gördüm. Birbirimizi koruyup kollamanın kıymetli bir şey olduğunu.. 

***

Bugün yine birarada olmanın, birlikte ses çıkarmanın çok şeyi çözeceğine inanıyorum. Memleketin farklı yerlerinde kadın arkadaşlarımız taciz ediliyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor. Ve tüm bunlar çok örgütlü bir şekilde, “sistem tarafından korunan erkeklerce” yapılıyor. Biz de örgütlü olmak, bu sisteme karşı birlikte ses çıkarmak zorundayız. Özgecan’ın katledilmesine verdiğimiz cevap gibi, 8 Mart’ta da kadınlar olarak sokakları, caddeleri dolduralım; gösterelim ne kadar çok olduğumuzu.. Korksun bize dünyayı dar edenler. Başka yolu, oluru yok bu işin.