Esra Aşan / 18 Şubat 2015
Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesinin ardından cinayete karşı tepkiler büyürken kadına yönelik şiddeti önlemek adına idam ve hadım önerileri yeniden gündeme geldi. Siyasetçiler ve entelektüeller hadımın mı idamın mı daha caydırıcı olacağı konusunda akıl yürütüyor. Toplumda, bu önerilerin kabul gördüğü geniş bir zemin de var. Bu cezalandırmayı çözüm olarak savunanlar şiddeti, bir grup cani erkeğin sorununa ya da kontrol edilemeyen libidoya indirgiyor. Oysa bu erkekler tecavüz etmeyi ve şiddet kullanmayı durduk yerde keşfetmediler. Erkekliğin hükmetme üzerinden kurulması erkeğin doğası, şiddete eğilimli olması üzerinden açıklanamaz. Bunun altında devletler tarafından örgütlenen koskoca sistemik bir yapı var. İdam ve hadım cezalarını öne sürmek bu yapıyı gizlemekten ve yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.
Kadına yönelik şiddet davalarını takip edenler, mahkemelerin kadınları öldürenlere, onlara tecavüz eden ve şiddeti çeşitli şekilde uygulayanlara genellikle caydırıcı ceza vermediğini hatta çoğu zaman ceza indirimi getirerek şiddetin meşrulaştırılmasına hizmet ettiklerini bilirler. Mahkeme tutanakları, şiddete uğrayan, öldürülen kadınların davranışı, yapıp ettikleri masaya yatırılarak katillere ve saldırganlara verilen indirim ya da cezasızlık örnekleriyle dolu. Şiddet gördüğü için karakola başvuran ve “Kocandır, babandır… idare et!” sözüyle eve gönderilen birçok kadının şikayeti tutanaklara girmemiştir bile. Haksız yere tahrik edilen katiller ve tecavüzcülerin iyi hali karşısında siyasetçilerin çoğu da sessizliğini koruyarak bu eril şiddete onay vermiş olur. Uluslararası pek çok kanunun altına imzasını atmış olsa da kadınlara yönelik şiddeti ve ayrımcılığı önleyecek mekanizmaları hayata geçirmeyen devlet, şiddeti yeniden üretir.
Özgecan Aslan cinayetinin protestoları karşısında kadına yönelik şiddete bunca zaman göz yuman siyasetçiler, U dönüşü yaparak “O zaman idam edelim!” demeye başladılar. Devletin kadına yönelik şiddeti uygulamaktan şiddeti uygulayanları idam etmeye savrulan geniş bir skalası var. Suçluyu görmezden gelen ya da suçluyu öldürmeye giden bu iki eğilim birbirine tezat görülebilir. Oysa tam tersine her iki yöntem de toplumda kanıksanmış olan şiddeti daha da normalleştirmeye, eril şiddeti olağan hale getiren koşulları ve devletin şiddetle ilişkisini gizlemeye hizmet etmekte. Tecavüzcüsünü idam ya da hadım eden devlet suçluyu cezalandırmış böylece kendisini de aklamış olur. Hrant Dink’in katlinden sonra Rakel Dink’in sorgulamaya çağırdığı “bir bebekten katil yaratan karanlığı” bir bebekten tecavüzcü yaratan zihniyetten bağımsız düşünemeyiz. Şiddeti sona erdirmeyi istiyorsak erkeklerin doğası gereği şiddete meyilli olduğu fıtrat hikayesini, hadım mı idam mı polemiğini bir kenara bırakıp erkeklere öldürmeyi öğreten ve şiddeti erkeklere hak olarak veren zihniyeti sorgulamalıyız.
Şiddet, devletin denetim altına alınmasını uygun gördüğü kesimlere karşı uyguladığı sistematik bir yöntem. Askerler tarafından kurulmuş ve askerler tarafından uzunca yıllar yönetilmiş olan Türkiye Devleti’nin tarihi de -her devletin tarihinde olduğu gibi- büyük katliamlarla dolu. Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Alevilerin… topluca katledilmesi, 12 Eylül darbesiyle yaşananlar devletin varlığını uygun görmediği kesimlere neler yapabildiğinin birer göstergesi. 90’lı yıllarda Türkiye’de yaşanan iç savaşta her gün gelen ölümlerle şiddet gündelik hayatımızın bir parçası haline geldi. Bu savaşta onbinlerce insan öldü, binlerce faili meçhul cinayet yaşandı, taciz ve tecavüz savaş boyunca bir devlet politikası olarak uygulandı. Savaşın yarattığı bu insan tahribatı sorgulanmadı ve devlet güçleri tarafından işlenen kadına yönelik şiddet olayları cezalandırılmadı. Çıkan her ceza kanunu, terörle mücadele yasaları şiddeti toplumsal bir kontrol aracı olarak kullanmanın zeminini kurdu. Özgecan’ın katlini kınadığımız bu dönemde yeni bir iç güvenlik yasası meclisten geçirilmeye çalışılıyor. Bu yasa tasarısı polisin gözaltı süresini uzatıyor, silah kullanma yetkisini genişletiyor, yazılı karar olmaksızın polisin istediği gibi arama yapmasını sağlıyor. Askeri vesayetin yerine polis devletini ikame eden bu yasa kadına yönelik devlet şiddetinin de alanını genişletiyor.
Devletin şiddetle ilişkisini sorgulamadan erkek şiddetini sona erdiremeyiz. Çünkü militerleşme saldırgan bir erkekliğe ihtiyaç duyar ve erkek çocuklarını küçüklüklerinden itibaren şiddetin uygulayıcıları olarak toplumsallaştırır. Devlet, şiddeti nasıl uyguluyorsa kadınların baskı ve denetim altında tutulması için erkeklerin şiddet uygulamasını da hak olarak görür. Özellikle faşist rejimler aileyi merkeze alır ve aileyi kadınların, kadın cinselliğinin ve çocukların baskı altına alınması üzerinden örgütler. Bu nedenle şiddete uğrayan bir kadın devlete başvurduğunda rahatlıkla evine geri gönderilebilmektedir. Aile içinde tırmandırılan cinsel faşizm, kabul edilebilir militer bir değer olarak toplumun karşısına getirilir. Erkekler şiddetle ilişkilerini hem birbirleri ve hem de kadınlar üzerinde hakimiyet kurarak tecrübe eder. Birbirlerine ne kadar erkek olduklarını öncelikle kadınlar üzerinde kurdukları denetimle ispatlamaya çalışırlar. Erkekliğin yolu kadınlığın kontrol altına alınmasından geçer. Kadın erkeğin namusudur ve itaatsiz her davranışı babaların, ağabeylerin, kocaların… erkekliğine zarar verir. Özgecan’ın katlinden sonra kadınlar erkek şiddetinin ne kadar yaygın ve hayatlarının bir parçası olduğunu göstermek için yaşadıklarını anlatmaya başladılar. Şüphesiz ki her erkeğin de, erkekliğini kadınlar üzerinden nasıl kurduğuna dair anlatacak büyük bir hikayesi var. Erkeklerin bu hikayeleri açığa çıktıkça şiddetin kişisel bir mesele olmadığını, kurumsallaşmış bir cinsiyetçilik üzerinden örgütlendiğini ve faşizmin bu erkeklik kültürü üzerinden sıradanlaştığını daha net göreceğiz. Değişimin bir yolu da, erkeklerin, cinsiyetçiliğin kendilerine sağladığı ayrıcalıklardan vazgeçerek tahakküme karşı çıkan bir erkeklik kültürü örgütlemelerinden de geçiyor.
Tahakkümcü erkeklik kültürünün nasıl geriletileceğini tartışmak yerine çözümü idamda ve hadımda görenler sadece siyasetçiler değil. Toplum içinde de bu talepler güçlü bir şekilde savunuluyor ve faşizmin ihtiyaç duyduğu toplumsal destek medya üzerinden de örgütleniyor. Televizyon programlarında popüler figürler, tecavüzcüler için 12 Eylül faşizminin “Asmayalım da besleyelim mi?” edebiyatına atıf yaparak idamı normalleştiriyor. Kadın haklarını savunma bahanesi altında ölüm cezası geri getirilmek isteniyor ve insanlar bu şekilde içlerindeki faşizmi kadınları ‘korumak’ adına aklamaya başlıyorlar.
Bugün Türkiye’de kadına yönelik şiddeti daha yüksek bir sesle tartışabiliyorsak bunda kadınların verdiği feminist mücadelenin ve 90’lı yıllardaki savaş ortamından bir nebze olsun uzaklaşmış olmamızın büyük bir payı var. Kadına yönelik şiddete son vermek isteyenlerin öncelikle feminizme yaklaşmaları şart. Çünkü erkekliği ve kadınlığı kuran cinsiyetçiliği anlamadan ve toplumdaki eril şiddeti yaratan militarist kültürü hesaba katmadan kadına yönelik şiddeti bitiremeyiz.