Fehmiye Çelik, Songül Tuncalı
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST)’nda müzik alanında yürüttüğümüz “Çingenelerde kültür ve müzik” konulu eğitim-araştırma çalışmalarımız esnasında, 2007 Ocak ve Şubat aylarında, Sulukule ve Kâğıthane semtlerine çeşitli ziyaretlerde bulunduk. [1] Bu semtlerde yaşamakta olan (belki “hayatta kalma mücadelesi vermekte olan” demek daha doğru olur) Roman kadınlarla bir araya gelip uzun uzun sohbet etme imkânları elde ettik. [2] Her birinin gündemi, aslolarak “yoksulluk” ve ardından “yıkım/yerinden edilme” sorunuydu. İstanbul şehrinin “Kentsel Yenileme Projeleri” kapsamındaki gecekondulara dair çıkarılan yıkım kararları, kadınların hayatında tam bir “bomba” etkisi yaratmıştı.
Kağıthaneli Roman kadınlara ya da Sulukule’de, yaklaşık dört bin Roman’ın yaşadığı Neslişah Mahallesi ve Hatice Sultan Mahallesi’ndeki Roman kadınlara soracak olursanız, kendi hayatları ile doğrudan ilgili olan bu “kentsel dönüşüm ve yenileme”nin ne menem bir şey olduğunu ne yazık ki tam olarak bilmiyorlar. Bildikleri tek şey, “kendilerinin artık bu mahallelerde, hatta İstanbul’da istenmedikleri.” Çünkü uğradıkları mağduriyeti başka türlü açıklayamıyorlar.
Kağıthane’nin Roman kadınları, geçimlerini çoğunlukla çöplerden kağıt, plastik, alüminyum…vs atıkları toplayarak temin etmeye çalışıyorlar. Sulukuleli Roman kadınlar ise bugün işsizler; ancak her biri, vakt-i zamanında Sulukule’de pek namlı “devriye evleri/eğlence evleri” işleten ya da o evlerde müzisyen, dansçı… olarak çalışan Sulukuleli kadınlar.
İstanbul’un sözünü ettiğimiz semtlerindeki Çingene kadınlarla birkaç kez biraraya gelmekle birlikte, kayıt altına aldığımız söyleşilerimizin her biri yaklaşık iki saat sürdü. Kadınlar; çocuklukları, genç kızlıkları, evlilikleri, annelikleri, ev kadınlıkları, kızlarını oğullarını evlendirmeleri… gibi kendi hayat döngüleri üzerine konuşmakla birlikte, “yoksullukları”nı, “yıkım ve evlerinden/mahallelerinden edilme mağduriyetleri”ni, Roman kimliği içinden yaşadıkları “kimlik problemleri”ni de uzun uzun anlattılar. Sulukuleli Roman ablalar; bu anlatılara ek olarak eski “devriye evleri” günlerini de anlattılar; hatta söyleşimizin sonunda, bir devriye evi (eğlence evi) ortamını canlandırmaya çalıştılar..
Sulukule ve Kağıthane’de, Çingene kadınlarla yaptığımız bu söyleşiler, kadın tarihinin gizli ya da yok sayılan bir tarih olmasının önüne geçmeyi de hedeflemekte. Ayrıca, yaptığımız bu görüşmelerde, kadınlardan dinlediğimiz hikâyeler bugün hâlâ şarkılara konu olmayı bekliyor.
Dinlemediklerimiz ya da duyamadıklarımız ise, artık duyulmayı…
“…VALLAHİ YAŞIYOR MUYUZ, YAŞAMIYOR MUYUZ, ALLAH BİLİR! AYAKTA DURUYORUZ YANİ…”
12 Ocak 2007, Kağıthane
Dürdane, Nurhan ve Remziye Ablalarla Birlikteyiz… [3]
Söyleşi: Fehmiye Çelik, Songül Tuncalı
Dürdane Abla, ne kadar zamandır burada oturuyorsunuz?
Dürdane: Doğduk doğalı, burada yaşıyoruz. 60 senedir buradayız anneciğim. Ve 7 yaşımdan beri de mala gidiyorum.
“Mala gitmek” ne demek?
Dürdane: Yani hurda, plastik topluyorum. Bira kutuları, kağıtlar… Geçimimizi çöp toplayarak sağlıyoruz. Annem, babam da bu işi yapardı. Sabah 05.00’te, karanlıkta, yollardayım ben..
Nerelerden topluyorsunuz hurdaları?
Dürdane: Sokak aralarındaki çöplerden…
Kadın olarak, karanlıklarda, sokak aralarında bu işi yapmanın tehlikeleri yok mu? Zor olmuyor mu?
Dürdane: Zor; ama ne yapacaksın? Ekmek parası… Tinercisi çıkıyor, şarapçısı çıkıyor, hırsızı çıkıyor… O saatlerde yollarda hepsi! Valla karşımıza çıkıyorlar; ama hiç dokunmadılar bugüne kadar. Yani, ben bir zararlarını görmedim. Karşıma çıkan bir hırsız, belli. O saatlerde yollarda; ama kendine etmiş. Bana bir şey yapmıyor ki! Gelip de benim elimdeki malları çalacak değil ya! Zaten neyim var da neyi çalacak? Balici kalkıp beni mi dövecek? Çok affedersin, bana tecavüz mü edecek? Hayır! “Oooo, abla,” diyor, “Nasılsın? İyi misin?” diyor. Halimi hatırımı soruyor. Bir zararlarını görmedik biz onların bugüne kadar. İçkicilerin de öyle… Sabahın kör vakti içiyor adam köşede, bana diyor ki: “Abla al bu bira şişelerini de; al bu şarap şişelerini de bir ekmek parası da sen kazan!” Böyle yani…
Peki, bu çöp toplayarak ekmek parası kazanma işi daha ne kadar devam edecek?
Dürdane: Ölene kadar… Ne hurdacılık biter ne de çöp toplayıcılığı. Ben, anamdan babamdan da bunu gördüm; 7 yaşımdan beri de bu işi yapıyorum.. Bugün torunlarım var, yarın onlar devam ettirecekler. Aslında diyorum ki, bizim analarımızda babalarımızda kabahat! Şöyle güzel bir evimiz olsaydı, güzel bir çevremiz… Ne bileyim ben, bir konfeksiyon işi olsaydı ya da bir fabrikaya soksalardı bizi, biz çöp toplayıcılığı yapmazdık tabii… Anamızdan, babamızdan bunu gördük, biz de bunu yapıyoruz.
Var mı sülâlede eskilerden farklı işlerle uğraşan? Meselâ zanaatkâr olanlar?
Dürdane: Evet var. Babam çok eskiden sepetçiydi. Lüleburgazlıdır babam. Sepetçilik yapardı. Ben de o zamanlar 2-3 yaşında bir çocuktum, hatırlıyorum. İstanbul’a geldik, Kulaksız’da oturuyorduk o zamanlar. Babam, çubuklarla sepetler yapardı; kayıkçılara satardı. Zeytin falan taşınırdı o sepetlerle. Ama o işler bitti ve bugün bu işlere düştük. Lüleburgaz’da dedemin evi vardı; kırıldı döküldü o ev, 60 senedir de İstanbul’dayız.
Önce teneke evlerdeydik biz. Dört tenekeyi keserdik; çakardık birbirine ve içinde barınırdık. Babam öldü, belediyeler de o teneke evleri kaldırdı. Biz de buraya gelip briket evler yaptık. Teneke evlerden çıkalı 13-14 yıl oluyor. Çıktık teneke evlerden, briket evlere taşındık; ama inanın teneke evlerimizi özlüyoruz. Gürültü patırtı yoktu, geçinip gidiyorduk. Şimdiyse yaşamamız berbat! Bu briket evlere girdiğimizden beri hırsızlar, uğursuzlar gelmeye başladı. Mesela Remziye Abla’nın evine girdiler; şu aşağıdaki komşunun evine girdiler… Sanki çok zenginiz!..
Biz hırsızlık nedir bilmiyoruz güzelim. Hiç hırsızlık yapmadık; çok affedersin, orospuluk da yapmadık. Ekmeğimizi çöpten kazanıyoruz biz, yani üzerimizdeki şu elbiseler bile çöptendir. Bazen evlerden bayanlar sesleniyor. Poşetlerin içinde bize çocuk giysileri, bayan giysileri veriyorlar. “Alın, çocuklarınıza giydirin!” diyorlar. Bugüne kadar kimseye bir zararımız yoktu, yine de yok! Belediye’nin kapısına gidip ekmek istemişliğimiz yok. Ama bugün gelmişler evlerimizi yıkıyorlar. Biz de diyoruz ki, “O zaman bize bir yer gösterin!” Biz, yer istiyoruz. Evde beş tane çocuğum var. Bu briket evi sattıktan sonra ne olacak? Çoluk çocuk sürüneceğiz ortalıkta. Onun için çok düşünüyorum, çok üzülüyorum, inanın. Saçlarıma bakın, pamuk gibi oldu, bembeyaz! Birdenbire ihtiyarladım. Bu “yıkım” konusu çıktı beri, uyku nedir bilmiyoruz. Çoluğumu çocuğumu düşünüyorum, torunlarımı düşünüyorum. İki ay içinde çöktüm, kendimi ihtiyar hissediyorum.
Belediye size bir yer gösterirse bütün sorunlar çözülecek mi?
Dürdane: Kendi insanlarımızla bir arada, toplu yaşarsak başka; hariç insanlarla yaşarsak daha bir başka! Neden? Şimdi bakma sen benim bu kıyafetime, bir saat sonra çöpten gelirim, benim üstüm başım kir içinde! Elbiseler kirli, elim yüzüm kirli… Şimdi ben, hariç insanların olduğu bir apartmana girdiğim zaman, o apartmandaki insanlar beni hor görecek, hakir görecek! Affedersin ama, diyecekler ki, “Bu Çingene de nerden çıktı?” Ama benim kendi insanım olunca beni böyle bilir. O zaman daha bir başka olur. Çünkü, kendi insanlarımızda herkes aynı işi yapıyor. Kimse kimseyi hakir görmez!
Biz, burada bu şekilde yaşayan 75 haneyiz. Romanlar olarak da, Belediye’den 75 hanelik, 1,5-2 dönümlük bir yer istiyoruz. Bir abimiz var bizim, Cemil Abi. Sağolsun, projeyi, her bir şeyi çizdi. Belediye’ye de başvurduk; bakalım, bekliyoruz. Ama Belediye izin vermiyor ki! Neden? Ben bilmiyorum.. Düşünüyorum çünkü, belki de ırk ayrımı yapıyorlar. Çünkü biz Roman’ız..
Bizi hakir görüyorlar güzelim, işin aslı bu! Halbuki devlete hiçbir zararımız yok ki bizim… Kendi ekmeğimizi kendimiz kazanıyoruz. Belediye’nin kapısına dayanmışlığımız; “Bize ekmek verin, bize para verin!” demişliğimiz de yok! Çalışıyoruz, kazanıyoruz.. Ama yıkıyorlar işte bizi. Çok perişanız!..
Evlerin yıkılması kadar, ayrılacak olmanız da çok büyük bir sorun, değil mi?…
Dürdane: Ama zaten ayrıldık ayrılacağımız kadar; dağıldık dağılacağımız kadar. Şurada kalmışız bir avuç insan! Evleri yıkıyorlar ya, bir de kökünden yıkarlarsa bizi; yani hepimizi bir tarafa dağıtırlarsa, işte o zaman gerçekten ölürüz! Kökten yıkarlar bizi!
Bana, şu gecekondu için verecekleri para, hepi topu 30 milyar. Hadi onu alayım da bir kiraya çıkayım; kimse ev vermiyor ki! Neden? Roman’ız diye, Çingene’yiz diye… Kimsecikler bizi evine, apartmanına sokmuyor. Doğruya doğru! Ev sahibi soruyor: “Nerelisin?” Yahu, saklayamıyorsun ki nereli olduğunu… Mecburen söylüyorsun, “Roman’ız!”. Hadi bakalım, “Evim kiralık değil!” diyor. Hatta “kiralık” levhasını kaldırıyor hemen, biz gittikten sonra tekrar takıyor. Biz bunların hepsini yaşadık, yaşamadık değil! Bunların hepsi geldi bizim başımıza.
Başka işlerde çalıştınız mı çöp toplamanın dışında? Ya da bundan sonrası için, başka ne iş yapabilirsiniz?
Dürdane: Yapamayız ki başka bir iş! 46 yaşındayım ben! İşimiz “hurdacılık” ve biz bu işe alışmışız. Bir saat aç isek, yarım saat sonra tokuz. Eyvah, baktık evde para kalmamış. Alıyoruz çuvalları sırtımıza, çöp toplamaya gidiyoruz. Bir saat sonra elimizde 3-5 kuruşla eve geliyoruz ve bir güzel karnımızı da doyuruyoruz. Başka bir iş gelmez ki elimden. Sigorta yok, bir şey yok. Ne yapayım? Üstelik çevreyi de temizlemiş oluyoruz, daha ne? Plastikleri, alüminyumları, kağıtları topluyoruz; çevre temizliği yapıyoruz..
Vallahi, artık ona da müsaade etmiyorlar açıkçası. Çöp arabaları, günde iki kere uğrayıp bütün çöpleri boşaltıyor. Çuvallarla gidiyoruz, araba bizden önce geçmişse, ellerimiz boş dönüyoruz. beş dakika geç kalsak, çöp arabaları her yeri temizliyor, evde o gün çoluk çocuk aç! Bazen, arabalar bizden önce geçecek diye korkudan uyku uyumuyoruz.
Bugüne kadar, yaptığınız işten dolayı bir hastalığa yakalandınız mı ya da herhangi bir sağlık sorunu oldu mu? Ya da bunun için bir önlem alıyor musunuz? Mesela eldiven kullanmak gibi…
Dürdane: Hiçbir sorunum olmadı, hiç hastalanmadım. Eldiven falan yok! Çöpten geldikten sonra, ellerimizi bir güzel sabunluyoruz, ondan sonra da kolonyalıyoruz. Hiç hastaneye gitmedim Allah’a şükür.
Nurhan Abla, sen ne iş yapıyorsun?
Nurhan: Ben de mala gidiyordum; ama rahatsızlığım yüzünden gidemiyorum artık. Nefes darlığı var bende. Bu yıkım ekipleri geldikten sonra oldu bu hastalık, birdenbire. Bir sabah, saat 08.00’de geldiler buraya yıkım için. Biber gazı attılar. O biber gazı tıkadı beni. O gün beni hemen hastaneye kaldırdılar. Maske taktılar bana, hava yedim. O günden beri de sık sık hastaneye götürüyorlar, hava yiyorum. Doktor, nefes darlığı, dedi. İlaç kullandım, hap kullandım; ama yine tıkanıyorum.
Kaç yaşındasın Abla?
Nurhan: 36 yaşındayım. 13 yaşında evlendim, 14 yaşında da anne oldum. Bugün 22 yaşında bir oğlum var. Bir oğlum da lisede okuyor, Gültepe Ortabayır’da. Çocuğuma bir yardımda bulunamıyorum. Bir mont almak istesem, bir pantolon almak istesem, alamıyorum. Ne yalan söyleyeyim, geçenlerde ilk defa gittim aşağıdan, Kağıthane’den, bir mont istedim çocuğuma.
Kağıthane’den mi?
Nurhan: Kağıthane’den. “Kadınlar Kolu” var, oradan istedim. Baktım buradaki kadınlar hep gidiyorlar, iç çamaşırları, bir şeyler istiyorlar; ben de gittim. İlk defa gittim. Ne yapayım, hiç yoktu param! Ama olursa param, taksitle oradan buradan alıyorum.
Peki hastane masraflarını nasıl karşılıyorsun?
Nurhan: Yeşil kartım var çok şükür. Heyecana gelemiyorum ama, tıkanıyorum. Çoğumuzun evi yıkıldı. Kaldık burada altı hane. Hepimiz akrabayız. Dağılalım istemiyoruz, birbirimizden kopmak istemiyoruz. İnanın gece gündüz ağlıyorum. Neden? Çünkü hepimiz ayrılacağız. Ben, başka bir yerde yapamam ki! İnsanlarımız hep dağıldı, hep uzaklaştık. Bu hastalık da bana bu üzüntülerden, bu korkulardan geldi.
Hastalığın yüzünden artık çalışamıyorsun da…
Nurhan: Ben, senelerce çöpe gittim. Evlere temizlik yapmaya da gittim, 5-10 kuruş çocuklara katkı olsun diye. Bugün 36 yaşındayım ve beş tane çocuğum var. Beyim, 55 yaşında, o da çöp topluyor. Bir tek o çalışıyor. Bizi mi doyuracak, çocukları mı okutacak?
Diyelim ki yıktı bizi Belediye, hepimiz kiraya gittik. Kirayı veremediğimiz takdirde ev sahibi bizi kapıya koyar. O zaman ne olacağız? Geliri olan bir işimiz yok. Sigorta yok, bir şey yok! Kaldık sokaklarda!
Televizyonu açıyorum, televizyon diyor ki: “Haydi kızlar okula!” Devlet, “Haydi kızlar, okuyun!” diyor ama, niye yardım etmiyor o zaman bize. İki kızımı okuldan aldım, okutamıyorum. Okuldan her şey istiyorlar. Hep masraf…
Sen okula gidebilmiş miydin?
Nurhan: Yok, ben hiç okula gitmedim. Ufakken istedim okumak; ama okuyamadım. Okumam yazmam yok!. Babam da iyi değildi. Annemle babam geçinemiyorlardı, ayrıldılar. Valla dertlerimiz o kadar çok ki… Yarısını anlatıyoruz, yarısını anlatamıyoruz…
Sonra da küçük yaşta evlenmişsin …
Nurhan: 13 yaşındaydım. İstemiyordum tabii evlenmek; ama babam kötüydü. Mecburen o yaşta evlendirdiler beni. 13 yaşında çocuk, ne anlar evlenmekten? Evlilik ne demek bilmiyordum. Ne yemek yapmayı, ne başka bir şeyi… Ben, ceviz oynamayı biliyordum, misketle oynamayı biliyordum…
Ama şimdi, evliliği yani çile çekmeyi öğrendik ve yaşıyoruz. Öğrendik! Bir yerde gülüyorsak, öbür yerde gidip ağlıyoruz. Zaman geliyor elimize ekmek geçmiş, zaman geliyor yok! Bu eteklikler, kazaklar… Çöpten alıp yıkadığım; üstüme giydiğim çok oldu. Senin attığın o çamaşırlar var ya, ben onları alıp, yıkayıp giyiyorum. Peki istemem mi gidip yeni, güzel şeyler almak? Ama yok! Yemin ederim yok!
Dürdane: Vallahi doğru söylüyor. Eskileri toplayıp giyiyoruz. Bir abla, balkondan sesleniyor bize, bir poşet var elinde atıyor aşağıya “Alın!” diyor, “Sen ya da kızların giysin.” diyor. Allah razı olsun; yani böyle de iyi insanlar var çok şükür. Eksik olmasınlar. Vallahi bugün “kamaracı” abiler (gazeteciler) geldi mahalleye, onlara da söyledim aynısını. Bu üstümüzdekilerin hepsi çöpten! Saklayacak durumumuz yok!
Nurhan:
Biz bundan hiç utanmıyoruz. Neden? Çünkü ayıp değil. Affedersin gidip bir yerde orospuluk yaparsın, o çok ayıp! Ama ben giderim, bir yerlerde çöp eşelerim; o ayıp değil benim için!.
Remziye: Affedersin ama, ben öyle düşünmüyorum. Oropuluk da ayıp değil. Çünkü o işi yapan da kendi canıyla gidiyor, elalemin malıyla gitmiyor ya… Yalan mı? O işi yapanı da ayıplamıyorum ben kardeşim. Mecbur kalmış, kendi canıyla gidiyor. Ayıp olan, hırsızlık yapmaktır; başkasının malına göz dikmektir.
Vallahi dünya hiç iyiye gitmiyor artık, bu gidişle dünya tersine dönecek.. Başbakanın yaptığı bu işlerden hiç memnun değiliz; ama gitmeyecek de. Hatta bu gidişle cumhurbaşkanı da olacak.
Nurhan: Biz eskiden burada daha mutluyduk. Beş dakika aç isek, beş dakika sonra toktuk. Soğan kır, huzurlu ol! Ama ne zaman evler yıkılmaya başladı, perişan olduk. Çevik kuvvetler evlerimizi yıkmaya geldikleri o günden beri sık sık hastaneye gidiyorum.
Devlet bana 7 milyar veriyor, tapum yokmuş diye. Ben o 7 milyarla nereye gideyim, ne yapayım? Madem tapum yoktu, benden ne demeye su, elektrik parası aldınız? Vergi niye aldınız? Ben fakir bir insanım. Kocam çöp topluyor, geleceğimiz bu! Geleceğimiz yok! Bir oğlumu okutuyorum; ama ne zorluklarla bana sorun. Her şeyden mahrumuz.
Dürdane: Biz Cemil Abi’yle gittik Fazıl Kılıç’a. Bilgi Üniversitesi’nden Dilek Hanım, Belgin Hanım, Cemil Abi ve ben… Dördümüz gittik ve bir proje sunduk Belediye’ye; ama bize hiç olumlu bakmadılar. Ne, “yaparız”; ne de “yapamayız” dediler. Bizi savuşturdular; biz de aldık başımızı arkamıza baka baka geldik evimize. Sadece yıkmayı biliyorlar, sonrasını düşünen yok! Buradaki insanlar ne olacak? Yaşayacak mı, ölecek mi, sürünecek mi? Bizi sürünmeye mahkum ediyorlar.
Evimi yıkarlarsa, ben mecburen çadır kuracağım. Çünkü biliyoruz, bizi kimse apartmanına almaz ki… Kocam 60 yaşında, böbrek hastası. Evde yatıyor. Sırtımda çuval, kendim gidiyorum çöp toplamaya, çalışıyorum, eve ekmek getiriyorum. Üstüm başım perişan.. Çöpten geldikten sonra ellerimi görsen, “Bu kadın bu ellerle bir daha nasıl ekmek yiyor?” dersin. Peki, n’olacak benim bu halim? Kira ödeyemem ki ben.
Önemli olan, kendi insanımla birlikte olmak. Gece fenalaşırsın, kalkarsın gidersin komşuna, vurursun kapısını, ihtiyacını söylersin. Apartmanda hiç bilmediğim, tanımadığım o insanlar arasında ben, kimin kapısına gideyim? Bugün soğan olmaz bende, gelirim bu ablamdan isterim; yarın onda tuz olmaz, gelir benden alır. Ama biz dağılırsak mahvoluruz. Bize 1,5 dönümlük bir yer verseler yeter bize. Biz, kendi evlerimizi yaparız.
Nurhan: 17 yaşında oğlum var, lisede okuyor. “Anne okumak istiyorum.” diyor. İyi ama, nasıl okutacağım? Halim meydanda. Ben de isterim okusun, büyük adam olsun; ama kara kara düşünüyoruz babasıyla. Şimdi diyelim bu mahalledeki çöpler bitti, yok oldu. N’olacak bizim halimiz?
Nurhan Abla, sizinkiler de, yani annen, baban da hep çöp toplayarak mı geçiniyorlardı?
Nurhan: Yok, babam müzisyendi. Düğünlerde, gazinolarda def, darbuka, cümbüş ne olsa çalardı. Şarkı da söylerdi. Şimdi bir kardeşim de Beyoğlu’nda şarkı söylüyor. Şarkı okuyor da ne kazanıyor? 20-30 milyon.. O da, sabaha kadar çalışırsa… Vallahi eve bir geliyor ki, elleri patlamış darbuka çalmaktan. Ne yapsın? Bizim gibi çöp toplayamıyor o, utanıyor. 15 yaşında bir kızım var, bazen “Gel, beraber gidelim çöp toplamaya.” diyorum, “Yok, gitmem ben!” diyor. “Çöpten mal toplamam.” diyor. Utanıyor.
Oğlumun okulunda, yoksul çocukların velilerine erzak yardımı yapıyorlarmış. Oğlumun adı, Emrah. “Oğlum,” dedim, “Okulda bizi de yazdır da, biz de erzak yardımı alalım.”. “Ben, hayatta almam anne!” dedi. “Sen gel, adını yazdır; ama beni sakın gösterme.” dedi. Kocaman çocuk. Peki o zaman, dedim. Sabah gittim, müdürlerle konuştum. İki torba erzak aldım, eve geldim. Yine, yardım yapanlardan Allah razı olsun. Ama benim oğlum, açlıktan ölse, elinde çuval, mal toplamaz.. Haa, bak hırsızlık, uğursuzluk da yok bizde. Çöp toplarım, temizliğe giderim, ekmeğimi kazanırım.
Temizlik yapmaya nereye gidiyorsun?
Nurhan: Aslında eskiden gidiyordum da, bir kadına çok kızdım artık ona da pek gitmiyorum. Bir gün bir kadın, sabah 08.00’de aldı beni buradan; akşam 22.00’de evime bıraktı. Verdi elime 10 milyon. Bende de hiç para yoktu, mecburen aldım. Beyimle de evde kavga ettik. Kadın bana sonra yine telefon açtı, “Geliyor musun temizliğe?” diye. Gelmiyorum, dedim. Bütün gün tek başıma on tane halı yıkadım, verdi bana 10 milyon. Yani 1 milyon, tanesi… Şimdi ben nasıl gideyim ona? Artık evde, bir tek kocam çalışıyor, çöpe gidiyor. Bir oğlum evli, o da çöpe gidiyor.
Remziye Abla, sen ne iş yapıyorsun?
Remziye: Ben evde oturuyorum güzelim. Eskiden çöpe gidiyordum; ama artık gitmiyorum. Ayaklarım tutuluyordu; ayaklarım da azıcık açılsın diye gidiyordum; ama çocuklar okula başlayınca ben artık gitmedim. Artık, bizim bey gidiyor.
İstanbullu musun abla?
Remziye: Aslında Mudanyalıyız. İstanbul’a Menderes zamanında gelmişiz biz. Annem, Rusya macırıdır. “Karaçay” diyorlar annemlere.
Annem de pek gitmezdi çöp toplamaya. Babam demirciydi benim. Nal yapardı, nalbanttı. Babam felç olunca, annem de bir zaman çöpe gitti mecburen; bize bakmak için. Ben, çöpe hiç gitmiyordum aslında, bir çorap fabrikasında çalışıyordum. Artık, ne zaman evlendikten sonra baktım ki olmuyor, ben de çöpe gittim. Çöpe de gittim, kömüre de gittim… Ama artık gidemiyorum, başım dönüyor çünkü, bacaklarım ağrıyor.
Abla, “kömüre gittim” diyorsun ya, nedir kömüre gitmek?
Remziye: Kömür alacak para yok ya, onun için sanayiye gidiyorduk. Oradaki yanmış kömürleri, sobada yakmak için topluyorduk.
Nurhan: Para yok, ne yapacaksın? Mecburen mahallelerden kömür topluyorduk.
Peki, Remziye Abla, sen o çorap fabrikasından neden çıktın?
Remziye: Aslında okuyordum da ben. Ortaokulun 2. sınıfına geçmiştim. Çok idealim vardı öğretmen olmaya, çok seviyordum. Babamın ayakları felç oldu. Ablam da dedi ki, “Sen çık okuldan da, anneme yardım et, babama bak. Ben de çalışayım.” Söylediklerini yapmadı da, çalışmadı. Ben de bir işe girmek zorunda kaldım. Eminönü’nde bir çorap fabrikasında işe girdim.
O zamanlar, şimdiki gibi otobüsler yoktu. Tek bir otobüs çalışıyordu oraya, ben de bazen kaçırıyordum otobüsü, eve geç kalıyordum. O zaman da annem çok kızıyordu. Ben de mecbur kaldım, işi bırakmaya. Sonra, bir temizlik işine girdim, Mecidiyeköy Halk Yaşam’da. Gece, temizlik işine gidiyorduk. 1-2 saat çalışıyorduk. Sonra, buradan bir arkadaşı da aldık yanımıza; fakat işler biraz karıştı. O arkadaşımız tabak, bardak falan çaldı; hadi, oradan da çıktık biz.
Bir çocuğum hapishanede. Onu al, dilim dilim kes; asla gitmez çöp toplamaya. Yapamaz! Büyük oğlum da, şimdi bu yanımdaki gelinin kocası oluyor, mecbur kaldı bu işi yapmaya. Ne zaman ki evlendi, baktı iş güç yok! Mecbur kaldı. Bir de onu bıçakladılar burada içkiciler. Bıçak çok az daha içeri girseymiş, ölecekmiş. Oysa, kendisi 5 vakit namazını kılar. Ama, hapishanedeki oğlum içkicidir. Neyse, o büyük oğlum, bıçaklandıktan sonra bir işe de giremedi. Bir görseniz, 1.95 boyu var. Yani, bir fabrikanın önünde bir güvenlik çalışanı falan olsa çok iyi! Sicili falan da çok temizdir. Ama, mecburen büyük oğlum da başladı çöp toplamaya. Bıktı çöp toplamaktan ama ne yapsın? Bak, bu saatte gitti çöp toplamaya. Ona da öyle bir iş olacak ki, vakit namazlarını kaçırmasın… Ağlıyor namazı kaçırınca.
Onun bir mesleği var mı?
Remziye: Yok. İlkokul mezunu.
Acaba, “Roman olmak”, iş bulması önünde bir engel olmuş olabilir mi?
Remziye: Roman’a hiç benzemez ki benim oğlum! Görseniz, bembeyazdır. Roman, demez kimse.
Hapiste olan oğlunun bir mesleği ya da bir işi var mıydı?
Remziye: Hapiste olan oğlum, içkicidir. Onun işi hep kırdı, döktü… Kimseden de korkmaz, polislerle yumruk yumruğa gelen bir çocuktur.
İşte böyle yavrum, bizim işler böyle. Kocam 65 yaşında ve bak, bu akşam da çöpe gitti. Gece olacak 01.00, o çöpten gelecek. Düşmüş de geçenlerde, kaburgaları taşa gelmiş. 2-3 gün öyle çekti. İnanır mısın, bugün akşama kadar 5 kuruş para yoktu evde. Torun geldi, “Babaanne, evde ekmek yok mu?” dedi. “Yok.” dedim. Halk ekmek de alamadım bugün. Hapishanedeki de para istiyor. Kızım çalışırken iyiydi. Bu evdeki kızım, konfeksiyonda çalışıyordu. 3-5 kuruş getiriyordu eve. Ama şimdi bebeği ufak, çalışamıyor.
Kızın evli mi?
Remziye: Yok. Ayrıldı kocasından. Kocasını bırakıp eve geldiğinde hamile olduğundan haberi yokmuş. Öyle adi, şerefsiz bir kişiymiş ki… Ben, kızıma düğünü kendim yaptım. Seviyor diye verdik kızı, ayırmadık. Ama yalan, rüsva her şey ondaymış. Sonra hepsi çıktı ortaya; ama iş işten geçti.
Dürdane: Aynı benim damat! Benim ufak kızın kocası da öyle. Her zanaat geliyordu elinden; berberci, konfeksiyon makineci… Ama gelgelelim çalışmıyor. Kendi kızım çalışmak istiyor; ama üç çocuğu var. Bir kızı 6 yaşında, bir kızı 4 yaşında, bir oğlu 2 yaşında. Damat, 2 yaşındaki oğlanı aldı, kaçtı gitti. Hiç sormayın; torun var ya gözümde tütüyor. Damat Kırıkkaleli… Düşünüyorum bazen torunumu, aç mı, tok mu diye… Düşünüp düşünüp kahrediyorum.
Bizim damat, kendisi affedersiniz, uzatmış saçlarını karı gibi omuzlarına kadar, geziyor sağda solda. Karısına ben bakıyorum; çocuklarına ben bakıyorum. Kızım da bir ara konfeksiyona gitti; ama yeri geliyor parasını vermiyorlar. Kız çalışıyor bir hafta, haftalığını vermiyorlar. Ben de, “Boşver kızım!” dedim. Evde bir bulaşık yıkasa, bir yemek yapsa, çocuklarını kollasa yeter. Ne diyeyim? Zaten ben onlar için çöpe gidiyorum. Onlar için bu saçlarımı beyazlatıyorum. Bana var ya, “Kızların için, torunların için ölür müsün?” deseler, vallahi ölürüm.
Nurhan: Vallahi yaşıyor muyuz, yaşamıyor muyuz, Allah bilir! Ayakta duruyoruz yani… Bizim işler öyle.
Ablacığım, sizin işler böyle de, televizyonları bir açıyoruz, Romanlar hep şenlikli! Vur patlasın, çal oynasın…
Nurhan: Yok be, yok! Biz, kan ağlıyoruz. Bak, hiçbir şey alamıyorum evime. Gel, evimi bir gör. Hiçbir şey yok! İnan bak. 36 yaşındayım, bu yaşıma kadar otomatik çamaşır makinası görmedim ben. Çamaşırları hâlâ elimde yıkıyorum. Kim demiş ki Romanlar hep oynuyor, zıplıyor? Kan ağlıyoruz, kan! Ben istemem mi güzel bir evim olsun? İstemem mi insan gibi yaşayayım? Ama yok! Şimdi de evimi yıkıyorlar. Öyle çıkarmışlar bizim adımızı, bu Romanlar hep oynarlar zıplarlar diye… Biz, her gün gözyaşı döküyoruz.
Dürdane: Bir kızkardeşim var benim. Şimdi her yere bir afiş asıyor Belediye. Afişlerde hep kızkardeşimin resmi var, oynarken.
Neden oynarken resmi var? Çengi miydi?
Dürdane: Yok be anneciğim, ne çengisi? O da senin benim gibi bir ev kadını. O da çöp toplayarak ekmek parası kazanıyor. Kocasından da ayrı, hali bizden de berbat yani. Belediye buraya geldi ve evleri yıkarken bize bir söz verdiler: “Bu evleri yıkıyoruz; ama sizlere ikişer katlı evler vereceğiz!” dediler. Biz bu açıklamayı duyunca, biz Romanız yani, severiz de mutlu olunca oynamayı… Benim kızkardeşim de bunu duyunca çok sevinmiş. Başlamış oynamaya. Kameracılar da kızkardeşimin fotoğrafını çekmişler. Afişlere basmışlar. Şimdi biz de istiyoruz ki, onlara bir dava açalım Yeter ama yani… Yahu düğünlerde, eğlencelerde oynarsın; ama durduk yerde oynanır mı? Kardeşim, ev alacak diye sevincinden oynamış; ama ev falan da verdikleri yok! Yıktılar evini kadının, şimdi annemin yanında sürünüyor. Ama afişlerde oynuyor!
Annemin yanında sığınacak bir yeri olmasa, affedersin, belki de bugün sokaklardaydı. Gazetelerde, mecmualarda hep kardeşimin oynayan fotoğrafı var. Gelsinler bir de içimize baksınlar, ne oynaması? Ama çıkarmışlar bir söz, “Romanlar oynar!” Oynarız, Allah için, severiz oynamayı. Bu tarafta ölüm olsun, bu tarafta düğün; düğünde oynarız biz! Ama düğünde, bayramda… Durduk yerde oynatabilir misin sen beni?
Kızkardeşim ortada kaldı bugün. Ya annemin evine sığınamasaydı… Ev demeye de bin şahit ister. Ne su var, ne elektrik var, ne tuvalet var… Yani sürünüyor. Sokaklara düşecekti benim kardeşim, ne oynaması?
Ben, sabahın 05.00’inde kalkacağım da, itin kopuğun gezdiği sokaklarda çöp eşeleyeceğim de… Bunun nesine oynarsın, nesine gülersin, nesine şarkı söylersin? Reva mı bu?
Nurhan: Okumam yazmam yok. Su, benim üstüme; elektrik, benim üstüme… Gidip vergileri yatırıyorum valla, neyin ne olduğunu bilmiyorum ama… Seneler önce bana bir kağıt verdiler, dediler ki “Bak, bu kağıdı gözün gibi sakla!”. Ben de onu gözüm gibi sakladım. Dedim herhalde bu, tapu. Şimdi yıkım kararı çıkınca, aldım o kağıdı, gittim. Dediler ki, “Bu kağıt, hiçbir şey değil!”. Valla kaldım orada öyle, hiçbir şey anlamadım. Okumam yazmam yok ki anlayayım o kağıt ne imiş?…
Dürdane Abla, senin okuman yazman var mı?
Dürdane: Var. Dört sene okula gittim ben. Annem beni 12 yaşındayken yazdırdı okula. Ben, kendi çocuklarıma çok dikkat ettim o yüzden. Yaşlarını hiç geçirmedim, 6-7 yaşında yazdırdım okula. İki kızımı tam 5 sene okula yolladım, daha “a”yı, “b”yi bilmiyorlar. Ama diğer iki kızım iyi, onlar da 5 sene gittiler ama anlıyorlar herbir şeyden. Bir oğlum, ortaokulu bitirdi, şimdi sanayide çalışıyor, demirci. Askerden yeni geldi, haftasına işe girdi sanayide. Aman istemiyorum çocuklarımın çöpçülük yapmalarını, yapmasınlar! Neden? Horlanıyoruz çünkü. “Çingeneler!” diye horluyorlar bizi. Çocuklarımı da horluyorlar.
Remziye: Ya, bu çöpçülüğü sadece Romanlar mı yapıyor bilmem ki! Geçenlerde benim oğlumu, Çağlayan’da, polisler çöp toplarken durdurmuşlar. “Sen nerelisin?” demişler. Oğlum da demiş ki, “İstanbulluyum.” Polisler, “Git lan,” demişler, “Yalan konuşma. Hiç İstanbul çocuğu çöp toplar mı?” demişler. “Bu işi, Diyarbakır’dan, Doğu’dan gelenler yapar. Git, gözümüze gözükme!” demişler.
(Bu esnada, Remziye Abla’nın gelini -hapishanede olan oğlu’nun eşi- girdi içeriye.)
Dürdane: Bunun beyi hapishanede, kendisi de plastik fabrikasında çalışıyor, zavallı. Bu soğukta, açıkhavada çalışıyorlar, üşümüştür. Bu saate kadar çalışıyor, ölüyor yorgunluktan.
Remziye: Şehit ailesi bu gelinim. İlk kocası, Şırnak’ta şehit düşmüş. Benim oğlum da görmüş onu, sevmiş, aldı. İlk kocasından bir oğlu var. İşte benim oğlandan da oldu bir çocuğu.
Dürdane: Diploma da olmayınca, bizim işler çok zor güzelim. Vallahi ben, babama da, anneme de beddua ediyorum. Neden? Beni 12 yaşında okula yazdırdılar. Dört sene okudum ben, oldum 16 yaşında, ilkokul 4. sınıfa gidiyorum. Koskoca kızdım, göğüslerim büyüdü. Ben o zamanlar, top oynamak istiyordum, basketbol… Dört sene okudum; ama kafam da çok çalışıyordu benim. Bizim kızları 6 yaşında yazdırdım okula; ama hiç kafaları çalışmıyor. Sonra onlar da pişman oldular okumadıklarına ama…
Nurhan: Ben otobüse bineceğim, oradaki kadınlara soruyorum, “Bu otobüs nereye gidiyor?” diye. Söylüyorlar, biniyorum, gidiyorum. Benim annem de mesela 58 yaşında, ortada kaldı kadıncağız. Babam da vefat edince öyle ortalıkta kaldı. Bir hafta bende kalıyor, bir hafta kızkardeşlerimde kalıyor. Ne yapsın kadın? Çaresiz. Yani burada, herkesin ayrı ayrı çilesi var.
Dürdane: Ben, okuldan çıktıktan sonra 17 yaşındayken evlendim. Kendi isteğimle değil tabii ki, annemin babamın zoruyla evlendim. O zamanlar Alibeyköy’de bir döküm sahası vardı. Ben de babamla, at arabamıza binip, beygirlerle, demir atıklarını toplamaya gidiyordum. Çalışıyordum yani.
Eşini severek mi evlendin Dürdane Abla?
Dürdane: Yok be anneciğim, ne sevmesi? Evliliği de hiç düşünmedim, hiç istemedim. Genç kızken çok aksiydim ben, biraz da onun için çabuk çabuk evlendirdiler beni. Aksiliğimden evlendirdiler yani. Kırdığım kırdık, vurduğum vurduktu. Şimdi 4 yaşında bir kız torunum var, aynı ben! O da benim gibi aksi. Sanki beni saklamışlar da onu salmışlar. Astığı astık, kestiği kestik. Ağzına gelen küfrü de ediyor. Ben de çok küfrederim, ağzıma geleni söylerim.
Eşinle geçiminiz nasıl peki?
Dürdane: Eşim, böyle ufak tefektir. Doğru söylemek gerek, ufak tefek! Çok memnunum; ama ne yalan söyleyeyim. Kavgası gürültüsü yoktur. Sessizdir. Ben de biraz böyle aksi olunca, adamı da biraz korkuttuk tabii. Valla, doğru söylemek gerek yani, ne yalan söyleyeyim. Aldığımıza verdiğimize; kırdığımıza döktüğümüze karışmaz. Zararı yoktur; kendi halinde bir adam yani.
Nurhan Abla, sen memnun musun eşinden?
Nurhan: Niye memnun olmayayım? Ekmeğini yiyorum onun. Benim kocam, 52 yaşında, 16 yaş büyük benden…
Dürdane: Ama görsen kocasını, dersin ki daha yaşlı. Hasta adam sonra, çalışamıyor. Mesela benim adam da benden büyük; ama valla ben ondan daha yaşlı gösteriyorum. Bazen evde kendi kendime konuştuğumu fark ediyorum. Düşünceler artık uyku da uyutmuyor bize.
Çocuklar da heyecan oldu artık. Benim torunlar, dozerleri uzaktan görünce, hemen eve koşuyor: “Babaanne babaanne, kalk! Dozerler geliyor!” Ben de fırlıyorum dışarı. Bakıyoruz ki sadece uzaktan geçiyorlar; ama korkudan ödümüz patlıyor.
Nurhan: Ben, şu televizyonculara da kızıyorum. Oynamalarımızı çekiyorlar hep; ama milletin ağladığını, sızladığını, sokakta kaldığını göstermiyorlar. Neden böyle yapıyorlar, anlamıyoruz!
Dürdane: “Zeynep bebek” olayını duymuşsunuzdur. O bebeğin annesi de benim akrabamdır. Evleri yıkıldığında hamileydi o kızcağız. Evleri yıkılınca mecburen aşağıda çadır kurdular. Bebek çadırda yaşar mı? 6 ay dayanabildiler. 6 ay sonra bebek öldü. O bebek var ya, soğuğu yedi de öldü! Zatürree oldu da öldü. Yaşantıları berbattı. Sabaha kadar çadırda titriyorlar. Evlerde bile sobalar, gece bir vakitten sonra sönüyor. Donuyoruz soğuktan. Sokakta yaşayanlar, çadırdakiler nasıl üşümesinler yani…
Bu yıkımlar var ya, bizi mahvetti! Oysa bize yardım etsinler. Biz Romanlar, bir arada olmaktan mutluyuz. Birlikte ağlıyoruz, birlikte gülüyoruz. Kavga etsek, 10 dakika sonra pişman olup barışırız. Bizde, hiç kin yoktur.
Remziye: Bize, evlerimiz için 30 milyar para veriyorlar. 30 milyara ev mi var İstanbul’da. Bir aile, 30 milyara bir ev almışmış, onu gösterip duruyorlar, ne kadar mutlularmış, diye. Apartmanda, yerin dibinde ev mi olur? Ne kapısı var, ne penceresi? Pencere diye, yoldan geçenlerin ayaklarını görüyorsun sadece. Ev mi o? Ben bu gecekondumu değişir miyim ona? Bana bu ev için 30 milyar verip, bir de beni 150 milyar borca sokuyorlar! Nasıl ödenir o para?
Şu seçimlere kadar yıktırmazsak bu evleri, seçimlerden sonra da inşallah yatışır ortalık! Ama oy vermeyeceğim ki ben! Ne yapacağım biliyor musun? Şu duvardaki Yılmaz Güney resmini görüyor musun? Onun ufağını alacağım. Koyacağım cebime, gideceğim oy vermeye. Meclistekileri gösteriyor televizyonlar. Milletvekilleri habire uyukluyor.
Nurhan: Herkes ekmek parası kazanmak için bir iş yapar. Kimi şarkıcı, kimi dansöz, kimi bilmem ne… Biz neyiz? Bizim mesleğimiz de çöpçülük. Kötüyse bu meslek, hakir görülüyorsa, kaldırsınlar o zaman bu mesleği. O zaman başka bir iş göstersinler bize.
Remziye: Dairelerde oturanlar bizden üstün insanlar mı? Hayır. Bazen balkonlarına çamaşırlarını asıyorlar, bakıyorum, benim yıkadığım çamaşırlar onlardan çok daha temiz. Biz, dairelerde yaşamak istemiyoruz; çünkü bizim kazancımız çöpten. Ama doğru düzgün bir işimiz olursa, biz de dairede otururuz, ne var?
Şimdi bizi, Tuzla’ya, Küçükçekmece’ye atıyorlar. Edirne taraflarına atıyorlar.
Dürdane: Bizi Edirne taraflarına atıyorlar ama benim nüfusumda Edirne yazmıyor ki!.. İstanbul yazıyor. Senin hakkın var mı beni oralara yollamaya? Kimin hakkı var buna?
Remziye: Sonra, artık bizim aramızda göçebe kalmadı. Herkes yerleşik oldu. Göçebe yok, çadırcı yok burada! Bize diyorlar ki, “Göçebesiniz siz. Edirne’den geldiniz, oraya geri gidin!” Ben de dedim ki, “Sen nerelisin? Erzincanlı değil misin? Ne işin var, oturmuşsun o masada? Kalk sen de memleketine git!” Olur mu ama öyle?.. Ben olmuş 60 senedir burada yaşıyorum, ne işim var benim Edirne’de?
İstediğimiz, bir dönümlük yerceğiz, versinler onu bize, gerisine karışmasınlar. Bak, Edirne Belediyesi, Romanlarla anlaşmış ve Romanlara yer göstermiş diye duyduk. Peki, burada bizimle niye anlaşmıyorlar?
Dürdane: Gidenler de mutsuz.; 30 milyar’a mağara gibi evler aldılar. Ev değil ki o! Biz, bu evlerde bile 1-2 saatten fazla oturamıyoruz. Yaz demeyiz, kış demeyiz atarız kendimizi dışarı. Bunalırız biz evlerde. Yazın mesela, gel gör bizi, hiç evlere girmeyiz biz! Hep dışarıda! Ateş yakarız, komşuları, çavanları [4] toplarız; oturur, güler, söyleriz. E şimdi o mağara gibi evlerde, Remziye Ablamın söylediği gibi, nasıl yaşarız biz? Yaşayamayız, ölürüz! Vallahi ölürüz…
Remziye: Bir de buranın adını çıkardılar, “fuhuş” var diye. Halbuki burada tek bir geçim yolu var: Çöpçülük!
Nurhan: Bir gün, Fazlı Kılıç kahvehanede bir toplantı yapıyordu. Ben de sırtımda çuval, çöplerden mal topluyordum. Kahvenin önünde korumalar vardı, beni uyardılar. “Başkan çıkacak, şu çuvalını kenara çek!” dediler. Benim de üstüm başım çöpe batmış, aldım çuvalları çektim kenara. O sırada Başkan da kahveden çıktı. Benim önümden geçerken, bana da selam verdi. Peki şimdi o Başkan, benim o halimi görmedi mi? Muhtar, bizi hep görüyor, biliyor. Bizim, “fuhuş” yapar gibi bir halimiz var mı? Bir gün aşağı mahalledeydik, oradaki adamlar dediler ki: “Sizin mahalle yıkılacak!” Ben de dedim ki, “Abi, ne istiyorlar bizim gibi fakir insanlardan? Niye yıkıyorlar bizim mahalleyi?” Dediler ki, “Sizin mahallede koğuş varmış!” Allah allah, dedim. Ben koğuşu, hapishanelerde bilirim, hani ranzalar vardır. Bizim mahalleyle koğuşun ne alakası varmış, diye yanımdaki kadına sordum. O kadın da beni dürttü: “Kız koğuş değil, fuhuş.” dedi. Fuhuş’un ne olduğunu, o gün, orada öğrendim. Sonra oradakiler de dediler ki, “Yazık, cahil! Daha fuhuşun anlamını bile bilmiyor.” Biz bilmeyiz öyle fuhuş falan!
Sonra ben o işi yapsam -Allah göstermesin, dilimize taş olsun- bu çileleri çeker miyim ya? Ekmeğim yok evde, kömürüm yok, odunum yok! Fuhuş yapan kadınlar, böyle çapaçul mu gezer? Temiz, pak gezer…
Dürdane: Arif Başkan zamanında böyle değildi. Arif Baba zamanında, Hıdrellez bayramları yapardık. Dansöz kızlarımız vardı.. 5-6 tane dansöz kızımız vardı; Karanfiller… Evlenen kız, çekilir; başka kızlarımız katılır. Nurhan’ın kızı da onların arasındaydı; Nurhan’ın kardeşi de şarkı söylerdi.
Nurhan: Kızım, “yılan” dansını çok güzel oynar, süper!. Ev kızı benim kızım; diploması yok. Hangi bir işe girsin? Çöpe yollamaya da kıyamıyorum. 4 sene gitti okula, okuma yazması var.
Dürdane: Çok güzel olur bizim Hıdrellezler. Şarkılar, türküler, oyunlar… Çok güzel!
Ne demek abla Hıdrellez?
Dürdane: Hıdrellez demek, “bahar” demektir. Bizim baharımızdır yani o! Dedelerimiz, nenelerimiz; analarımız babalarımız hep kutlarlardı onu…
Remziye: Nevruz bayramı gibi yani. Ben mesela Nevruz olduğunda, bizim bu aşağıda Doğulular var, onların yanına gidiyorum. Çok güzel ateş yakıyorlar, horon tepiyorlar. Ben de giriyorum onların arasına, oynuyorum bazen. Seviyorum çünkü onların oyunlarını.
Nurhan: Valla darılmayın, biz Kürtlerle iç içeyiz bu mahallede ve çok memnunuz onlardan. Düğün yaparlar, biz gideriz onların düğünlerine; oynarız valla onlarla. Biz düğün yaparız onlar da gelirler. Yani, Kürtlerde yok öyle ayrımcılık, biz de hiç yapmayız! Onlar halay çekiyor, biz de giriyoruz valla halaya. Ben de giriyorum halaya, oynuyorum onlarla. Biz göbek atarız, onlar da gelip bizimle göbek atar.
Fakat bugün bizi yıkıyorlar. Niye? Roman’ız diye mi? Tamam, kabul. Roman’ız. Ama bir bayrak altında değil miyiz? Çocuklarımız askere gitmiyor mu bizim?
Romanca konuşabiliyor musun sen Nurhan Abla?
Nurhan: Yok. Hiç bilmiyorum.
Dürdane: Ben biliyorum. Annem Romanca konuşamıyordu; ama babam Romancayı çok güzel konuşurdu. Halalarımla konuşuyordu babam; ben de onlardan duya duya öğrenmiştim.
Nurhan: Sen Romanca biliyor musun? Bizim bundan haberimiz yoktu.
Dürdane: Biliyorum valla, işte şimdi öğrenmiş oldunuz. Belki akıcı konuşamam; ama burada birileri Romanca konuşursa, ne konuşuyorlar anlarım. Mesela, “So keresa?”, mesela “Laço isina.” , mesela “naş”…
Remziye: Hadi canım sen de, “naş” ı kim bilmez? Ben de biliyorum onu. Polise “zargon” diyorlar mesela.
Nurhan: Valla ben de 3-5 kelime Kürtçe biliyorum. O kadar… Ama Hintçe şarkılar söyleyebiliyorum bak!
Dürdane: Benim bir dünüşüm [5] var –aslında hem amcakızı oluyoruz onunla, hem dünür- biz onunla bir araya gelince çok güzel Romanca anlaşırız. Bu Romancayı konuşan, başka bir yabancı dili de çabuk öğrenir. Mesela benim abim çok zengin. Almanya’da yaşıyor, orada çalışıyor. Onlar geldiğinde, ben bir hafta onlarda kaldım. Kendi aralarında Almanca konuşuyorlar. Ben, o bir hafta içinde çat pat onlarla Almanca konuşmaya başladım. Abim de dedi ki, bu Romanca’yı bilen, Almanca’yı çabuk sökermiş. Mesela Kalaycı Çingeneler daha akıcı konuşuyorlar Romancayı, biz konuşmaya konuşmaya unuttuk..
Bu Romancada, 5-6 farklı dil var. Kalaycı dili ayrı, Kalpazan [6] dili ayrı… Bizim köken sepetçi… Bizim dil, daha bir ayrı.
Remziye: Mesela Sarıgöl Çingenelerinin Romancası daha farklı. Onlar, daha bir kaba konuşuyorlar.
Nurhan: Mesela benim nenem Çingene’ydi. Ama dedem değildi Çingene! Biz olduk, melez!
Dürdane: Benim dört kızım var, kızlar Roman; ama damatların üçü Roman değil… Üç damadım da Kürt! Vallahi Kürt damatlarımla çok daha iyi anlaşıyoruz. Ama bir tane var Çingene damadım, o i…’nin Allahı çıktı! Bıraktı kızımı, torunlarımı, gitti..
Peki sen konuşabiliyor musun Remziye Abla Romanca?
Remziye: Yok be yavrum, konuşamam. Benim annem Rusya göçmeniydi. Bembeyaz kadındı; su içse giden su görünürdü boğazında. Görmüş babamı, aşık olmuş, evlenmişler.
Sen aşık oldun mu genç kızlığında falan?
Remziye: Şimdi beyimi çok seviyorum, o ayrı! Ama gençliktir, olduk tabii. Vermezlerdi ki sevdiğine… Bir de sevdiğin Gaco [7] olursa, zor olur!
Şimdi bir sevda şarkısı söylemek istesek Romanca, söyleyemez miyiz yani?
Nurhan: Romanca söyleyemeyiz; ama “Sevemedim Karagözlüm Seni Doyunca” yı söyleyebiliriz belki…
“…NEYLEYİM KÖŞKÜ, NEYLEYİM SARAYI? MAHALLEMİ İSTİYORUM BEN, MAHALLEMİ!…”
6 Şubat 2007, Sulukule
Gülsüm, Zekiye, Bakiye Ablalarla Birlikteyiz… [8]
Söyleşi: Fehmiye Çelik [9]
Gülsüm: Bizi perişan ettiler kızım. Herkes bir sürü şey söylüyor. Kimin ne dediği belli değil, garanti bir şey söyleyen yok. Belediye, karemetresi (metrekaresi) 500 diyor, ama 800’müş. İnsan ayırıyorlar yavrum. Halbuki ne var? O Arnavut olmuş, o Türk olmuş, o Kürt olmuş, biz de Çingene olmuşuz… Değiliz elhamdülillah!. Kabul etmiyorum! Ama taktılar bize bir isim, koydular omzumuza bir madalya… O madalya hiç çıkmıyor! 50 yaşında bir kadınım, giyimim kuşamım böyle. Pazara da böyle giderim, sokağa da böyle çıkarım. Kılığımıza kıyafetimize bakıp, “Ayy, Çingene!” diyorlar. Bizleri evlerimizden çıkarıp buralarda paralar kazanacaklar. O paralar da, inşallah onların derdine yetmeyecek. Allah onlara bir “afacan ölümü” verecek, yetmeyecek onların derdine para!
Abla, “afacan ölümü” ne demek?
Gülsüm: Afacan ölümü, “aniden ölüm” demek.. Böyle otururken, hooop, aniden gidiverirsin!.. Salavat getirmek kısmet olmaz!
Bize bir ev vereceklermiş Taşoluk’ta. Nasıl olacak o iş? Ev burada, bakkal Fatih’te… Olur mu? Oradaki bakkal bana 1 milyonluk peynir verecek mi? Buradaki veriyor ama.. Çocuklara sesleniyorum: “Ahmet, Ali.. Gel ninem bana 1 milyonluk çay al, 1 milyonluk şeker al, 1 milyonluk da peynir al.” diyorum. Para yok ki markete gidelim…
(Bu esnada, bir sessizlik oluyor ve dışarıda bağrışarak oyun oynayan çocuklardan birinin, oyun arkadaşlarından birine “İ…!” diye bağırdığını işitiyoruz..)
Gülsüm: Demesene öyle, ayıp! Bak burada ablalar var. Sürüyorlar zaten bizi buralardan, gönderiyorlar bizi. Gittiğimiz yerde yok artık öyle laflar. “Efendim, buyrun, hoşgeldiniz, nasılsınız…” diyeceğiz bundan sonra. Kekler, börekler, çörekler yapacağız… Ama neyle? Para yok ki! Öyle ya!. Gel bana bugün, kekler börekler yapamam; ama sana hemen şuradaki börekçiden alırım bir Kürt böreği, bolca yağlı.. Yarın da öderim parasını…
Oğlum var, Özkan, diyor ki, “Sen ne biçim annesin, kek yapmayı bilmiyorsun!”. Ben de diyorum ki, “Al oradan 2 milyon, git dükkândan al, ye!” Nerden bileyim ben kek nasıl yapılır? Ne malzemesini bir arada gördüm, ne de nasıl yapıldığını… Yemek güzel yaparım aslında; temizliği de güzel yaparım; ama artık yapamıyorum.
Geçen gün kendi kendime düşündüm: Şimdi bizi bir apartmana koyacaklar. O bizi koydukları apartmanı silsem temizlesem, ayda alırım bir 100 kağıt. Bir de yandaki iki apartmanı silsem; onlardan da aldım 100 kağıt, etti sana 300… Günde 10 milyon harcasam, bu 300 milyon bana bir ay yeter.. İyi ama bunun elektriği var, suyu var, doğal gazı var… E nasıl yapacağız? Ölürüz artık, ne yapalım?
Eskiden nasıl geçiniyordun abla? Geçen buluşmamızda, “eğlence evlerinde çalışırdım ben.” demiştin ya?
Gülsüm: Yok ki yavrum, bitti! Aşağısı, belki duymuşsundur, asıl Sulukule orası. Şimdi oraları hep kapadılar. Şimdi bizi de buralardan çıkarıyorlar ya, orası ileride yine eğlence yeri olacakmış; ama bu sefer lüks! Lüks sanatçılar, dansözler gelecekmiş, öyle diyorlar. Bu işlerin içinde olan bir adamdan duydum ben, doğrudur yani. Mesela aşağıda, böyle ahşap bir ev var, onu –ne diyorlar- restore edeceklermiş. Belediye almış orayı, turistik eşyalar satacaklarmış.
Bir de başbakanımızın Kasımpaşalı olduğunu duymuş da sevinmiştik! Ya, bunlar ne yaptıklarını sanıyorlar ya? Ben doğmuşum, büyümüşüm; dedem, ninem, anam, babam hep burada doğmuş büyümüş, ölmüş… Sen beni buradan çıkarıyorsun, sen benim hayatımı bitirdin ya! Sen hiç mi fakirlik görmedin? Hep paraya mı rağbet? Tamam ev benim, arsa benim illa üç-beş kuruş verecekler. Ama niye gideyim ben buradan kardeşim? Niye gideyim ya? Burası benim mahallem… Günah ya, günah!
İnanır mısın kızım, bak bu yaşımdayım, daha 1 milyar parayı bir arada görmüşlüğüm yoktur! Elime dahi almamışım…
Kocandan da bir şey kalmadı mı abla sana?
Gülsüm: Yok be, o pezevenkten de bir şey kalmadı. Su yok, su! Geriye bir çift küpe bıraktı bana, onun da tekini kaybettim zaten. Bir de bir boya merdiveni kaldı; boyacıydı rahmetli. Bakarım ara sıra o merdivene. “Ulan,” diyorum “Hayat merdiveni bıraktın bana.” Bir çıkıyorum onu, bir iniyorum.
Aslında ben fakirlik içinde büyümedim. Benim bir babaannem vardı, nur içinde yatsın. Babam müzisyendi. Ben de tam 25 sene bir konfeksiyon atölyesinde çalıştım. 34 yaşında evlendim, 35 yaşında da anne oldum. Kocam, boyacılık yapıyordu. Roman değildi o, Arnavut’tu.
Bir gün bizim mahalleye İbrahim Tatlıses geldi, klip yapmaya. Benim çocuk da ilkokula gidiyor o zamanlar. Klip çekilirken o da İbrahim Tatlıses’in arkasından koşuyor. İbrahim Tatlıses de bağırtıyor çocukları, “İmparator! İmparator!” diye. Benim görümcelerim de, onların eşi dostu, komşuları falan izliyorlar bu klibi ve benim çocuğu görüyorlar. Görümcelerim Rami’de oturuyordu. Neyse, eş dost arıyor bunları, “Aa, diyorlar, o klipteki çocuk Derviş Abi’nin çocuğu Özkan değil mi?” Görümcem de, “Evet” diyor. “O zaman, Derviş Abi’nin karısı, Çingene mi?” diyorlar. Benim görümceler, bu duruma çok bozuluyor ve eşle dostla araları açılıyor.
Görümcem bana telefon açtı: “Bize gel!” dedi bana. Ben de atladım bir arabaya, Rami’ye gittim. Kapıyı açtılar, suratlar beş karış. “Ne bu surat sizde?” diye sordum. “Sana ayıp değil mi?” dediler. “Niye?” dedim. “Sen, utanmıyor musun, bizim abimizin çocuğunu İbrahim Tatlıses’in klibinde oynatıyorsun?” dediler. “E ne olmuş? Çekim, Sulukule’de, bizim kapının önünde yapıldı!” dedim. “Sen bizi hiç düşünmüyor musun?” dediler. “Düşünecek ne var?” dedim. “Eş dost böyle böyle diyor ama…” dediler. “E, desinler.” dedim. “Biz bunu kaldıramayız, çok bozuluyoruz!” dediler. “Haa, işte o zaman durun bir dakika!” dedim.. “Demek ki, benim Çingene olduğum meydana çıktı, siz ondan bozuluyorsunuz. Siz benim Çingeneliğimden utanıyorsunuz.” dedim. “Niye benden utanıyorsunuz, utanacak ne var? Siz beni istemiyorsanız, ben sizi hiç istemiyorum! Başından beri sizinle hiç kaynaşamadım ki zaten.” dedim. Çocuğumu aldım, çıktım. Dargın olduk biz…
Neyse, benim çocuk sünnet olma yaşına geldi. Çocuğa sünnet düğünü yapacaktım, duymuşlar geldiler. “Çocuğa sünnet düğünü yapalım.” dediler. “Barıştık mı?” dedim, “Çocuğun hatırı için!” dediler. “Tamam,” dedim. “Bizim adetlerimiz var. ben bu çocuğa bir kına gecesi yapacağım. Eyüp Sultan’a götüreceğim.” dedim. “Tamam, sen adetlerini yap. Biz çocuğun sünnet kıyafetlerini alacağız, bir de düğün salonu tutacağız.” dediler. “İyi.” dedim. “Kına’nı yap, kendi insanlarınla eğlen. Ama salona, lütfen en yakın akrabaların gelsin.” dediler. “Demek ki, siz göstermelik bir düğün yapacaksınız.” dedim, “Bakın abimiz öldü; ama çocuğuna nasıl da arka çıkıyoruz diyeceksiniz elaleme! Peki yapın, yapın da kendi rütbeniz artsın o düğün salonunda. Ama bu düğünü siz bu çocuk için yapmıyorsunuz, kendiniz için yapıyorsunuz!” dedim.
Sonra kızım, biz bu düğünü yaptık. Düğün salonunda benim kıyafetlerim gayet düzgündü. Düğüne gelen akrabalarımın kıyafetleri de düzgündü. Sonra bizim konuşmalarımız, dilimiz de gayet düzgündür. Salona gelen Arnavutlar, düğünden sonra demişler ki görümcelere, “Ayy, bunlar hiç Çingene’ye benzemiyorlardı. Acaba o Sulukule’ye sonradan mı yerleştiler?” “Yok,” demiş benim görümceler, “Onlar doğma büyüme Sulukuleli’dirler.
İşte kızım, çorap sattım, elbise sattım, manto, kazak sattım, kimselere muhtaç olmadan bugünlere geldim. Ama eşe dosta sattım; yanımda bu vardı, buna sattım. Çocuğumu büyüttüm. Bir zamanlar “devriye”ler vardı. Onlardan da çok para kazandım ben. Burada yirmiyi aşkın devriye evi vardı o zamanlar.
Ne iş yapıyordun devriye evlerinde?
Gülsüm: Ben oralarda iç çamaşırları satıyordum. Aynı gecede, her eve girip satış yapıyordum. Her eve! Çok paralar kazanıyordum. Bir evde en az on kız çalışırdı ve alan kızlar da beş-on tane iç çamaşırı alırdı. Bir düşün yani..
Nasıldı abla o evlerde eğlenceler, kaçta başlardı? Kimler gelirdi mesela?
Gülsüm: Valla Gürcü’sünden Çerkez’ine herkes gelirdi. Akşam, 19.30 gibi başlardı, sabahlara kadar sürerdi. Masalar vardı, adamlar karşılıklı otururlardı masalarda. Böyle kenarda sazlar otururdu. Sonra kızlar içeri girerler; hem oynarlar, hem şarkı söylerlerdi.
Nasıl giyinirdi kızlar?
Gülsüm: Kızlar, aynen bildiğin dansöz kıyafeti giyerlerdi. Nasıl bugün Asena giyiyor ya, öyle.
Bu eğlence evini işletenler ya da çalışanlar arasında bir aile ya da akrabalık ilişkisi var mıydı?
Zekiye: Tabii, aileler işletiyordu. Yani kimin evi varsa, o işletiyordu. Her evin müzisyeni ayrı idi. Her evin kızı ayrı idi. Antep’ten, Urfa’dan gelen müşterilerimiz vardı. Buranın ismini kötüye çıkaran, ben sana söyleyeyim, Süleyman Hortum’dur. Yoldan geçen hamile kadınları bile, “Sen de mi bu evlerde çalışıyorsun?” diyerek dövdü. Gözümüzün önünde dövdü! Hortumla dövüyordu. Çalışanı, çalışmayanı, kadınını çocuğunu dövdü; korkuttu milleti. Arabası ile ufacık bir çocuğa vurdu geçti. Herkes gördü. İşte ondan sonra korktu!
Gülsüm: Ondan sonra korktu.
Zekiye: Hâlbuki simitçisi bile ekmek yiyordu bu evlerden.
Arada gerçekten bu işi kötüye kullanan oluyor muydu? Yolsuzluk ya da ahlaka aykırı işler yapan?
Zekiye: Yok kızım yok! Kötü eden tek kişi, Süleyman Hortum’dur.
Gülsüm: Bir de A Takımı! Yani Savaş Ay. Ben, ondan çok şikâyetçiyim kızım. Bir gün buraya geldi yine, bana dedi ki “Teyze gel konuş” “Ne konuşayım?” dedim, “Sen gayet iyi biliyorsun burada neyin ne olduğunu!” “Ben ne yaptım ki? Bir şey yaptıysam ekmek çarpsın!” diyor. Bak şimdi, “ekmek çarpsın” falan diyor, bizdenmiş gibi bizim ağzımızla konuşuyor. Dedim, “Ekmek çarpmaz; ama ben sana bir çarparsam, dünyanı şaşarsın!” “Git,” dedim, “İstemiyoruz seni!” Ama bu dediklerimin bir tanesini bile çıkarmadı televizyona. Ben diyorum ki, Hortum Süleyman, o A Takımı’na söyledi: “Git, oradaki bütün her şeyi çek! Televizyonda da göster!” dedi. Savaş Ay da, bir’in üstüne bin koydu ve bizi televizyonlarda hep kötü gösterdiler.
Belediyede çalışan insanlar bile gelip burada ek gelir kazanıyordu, ekmek yiyordu. Hanımına evde poğaça, börek yaptırıyordu; gelip burada satıyordu. Belediyeden ayda aldığı parayı, burada beş günde kazanıyordu. Çok insana ekmek kapısıydı burası, çok. Haftanın yedi günü çalışıyordu.
Evler kapandıktan sonra ne yaptınız abla? Nasıl geçindiniz?
Gülsüm: Ne yapalım be kızım? Artık mendildi, çoraptı, dışarda satıyorum. Çok zor geçiniyoruz, çok zor. Bu eğlence evleri yeniden açılsın ve yine mahalle doysun istiyoruz biz.
Hiç mi rahatsızlık duyduğunuz bir şey olmuyordu o evlerde be abla? Hani ne bileyim, sarhoş bir sürü adamın olduğu ortamlar neticede…
Gülsüm: İnanır mısın, şimdi rahatsız oluyoruz biz! Akşam saatleri, sokağa çıkamıyorum ben bugün! Her taraf zifir karanlık. Ama devriye evleri varken öyle miydi? Gündüz gibiydi her yer! Saat 02.00’ymiş, 03.00’müş, hiç önemli değil… Her yer aydınlık… Mesela bu sokaklar, özel otomobil doluydu. Bir aniden hastalansan, hop birine sesleniyordum, “Aman oğlum, atıver beni hastaneye.” Götürüyorlardı. Şimdi ara ki nerden bulacaksın? Milletin gözüne baka baka öl!…
Bakiye Abla, sen de devriye evi çalıştırıyordun değil mi?
Bakiye: Evet.
Gelen müşterilere yiyecekleri sen mi hazırlıyordun?
Bakiye: O evlere gelenler, kendileri getirirdi yiyeceklerini. Ortacı kadınlar vardı mesela, onlar masaları hazırlıyorlardı, meyveleri, mezeleri, içkileri… Kızlarımız vardı, hemen her evde, en aşağı on tane. Ama şimdi yok artık kızım. Herkes aç, para mara yok!
Zekiye: Şimdi ne ekmek geliyor, ne yemek! O yüzden hırsızlık da başladı, uğursuzluk da. Esrar satanlar, cinayet işleyenler… İşyerleri kapanınca çoluk çocuk hırsız oldu. Bütün bunlar neden olsun? Günah değil mi? Ama Hortum Süleyman, iftira etti bize. Oysa hiç ilgisi yoktu. Kızlarımız, normal kıyafetlerle oynuyorlardı. Çoluk çocuklarıyla ailecek gelen müşterilerimiz vardı. Sibel Turnagöl buradan yetişmiştir. Babası bizim müzisyenlerdendir. Sibel Can, Türkan Şoray… hep buradan çıktı.
Gülsüm: Muhterem Nur, bizim Ekmekçi Sabri’nin kızı değil miydi be yenge?
Bakiye: Yanlışın var, kızkardeşiydi.
Zekiye: Evet, kızkardeşiydi. Hemen şurada otururlardı. Sonra Adnan Şenses.. Yine bizim insanımız.
Neden bu evlerin adı “devriye”?
Gülsüm: Gece çalıştığı için. Devriye nöbeti diye bir şey yok mu? İşte o yüzden.
Zekiye: Bizim evlerimizde öyle kötülük, fenalık olmazdı. Biz, öyle kendini kaybetmiş, sarhoş müşterilerimizi bile ortada bırakmazdık. Mesela bizim semtin şoförleri vardı, müşteriyi onlarla evlerine yollardık. Tanıdık bir şoför bulamazsak, bindirdiğimiz arabanın plakasını, ruhsat numarasını her bir şeyini alırdık. Müşteriyi teslim ederdik. “Al bu arkadaşı, şu adrese bırak!” derdik. Her bir şeyi elimizde, isterse bırakmasın. Mahallemizde, hiçbir müşteriye zarar gelmezdi.
Taa eskilerde ne işler, hangi meslekler yapılırmış burada peki? Yani bu devriye evleri olmazdan önce?
Zekiye: Valla eskisi yenisi budur kızım. Biz atadan dededen, eğlence işlerinde çalışmışık hep. Benim babamın da eğlence evleri vardı, müzisyendi. Dedelerim de müzisyenmiş. Biz, bu işten başka iş bilmeyiz!
Gülsüm: Benimkiler de öyle. Biz hep akrabayız burada zaten…
Bakiye Abla, sen de müzisyen misin?
Bakiye: Tabii kızım. Def, darbuka, cümbüş… Her bir şeyi çalarım. Şarkı da söylerim.
Gülsüm, Zekiye: Aa, tabii canım, hepimiz yaparız o işleri, elimizden gelir.
Bakiye: Ama bak, bugün burada kimsecikler yok. Halbuki herkesin gelmesi gerekirdi bugün buraya, hani nerdeler?
Öyleydi kızım, öyleydi… Kızlarımız vardı, oynarlardı. Üstlerine paralar takılırdı.
Zekiye: Sonra o paralar bir yerde toplanırdı. Kızlar aralarında pay ederlerdi.
Gülsüm: Hani bugün, İbrahim Tatlıses’in programında oynayan bir dansöz var ya, onun gibi oynarlardı bizim kızlarımız da. İbo, o program bitince, o kızcağıza basacak tekmeyi; ama o kız burada olsaydı her gece ekmek yerdi burada. İyi giyimli insanlar gelirdi buraya, kızlarımıza sahip çıkarlardı.
Zekiye: Öyle isimler geliyordu ki buraya, amirinden memuruna kadar. Ama isimleri söylenmez…
Gülsüm: Neden söylenmezmiş yenge? Söylemek lazım aslında. Onlar bizi açıkladılar bir bir. Onlar bizim isimlerimizi söylediler, evlerimizi kapattırdılar.
Zekiye: Yok, olmaz öyle şey!..
Kızlar dans etmeyi nasıl öğreniyorlar peki? Öğretiyor musunuz onlara? Mesela kız çocuklarının yastıklarının altına, bebekken zil koyulurmuş burada? Aslı var mı bunun?
Zekiye: (Gülüyor.) Güzel oynasın diye.. E meslek be kızım!.. Meslek kazansın diye. Nasıl öğreniyorlar? Annelerinden görüyorlar. Nasıl, erkek çocuklar kanun çalmayı, klarnet çalmayı babalarından görüp öğreniyorlar, onlar da öyle… Kendiliğinden… Sibel Can mesela… Bizim aşağıda bir dernek vardı, orada yetişti. Sesi güzel olanlar da, şarkı söylerler. Biz de söylüyorduk. (Gülüyor).
Şimdi de bir şarkı söyler misiniz abla? Hani o eğlence evlerinde söylediklerinizden?
Gülsüm: Aman be kızım, hiç halimiz yok!.. (Gülmeye devam ediyorlar… Bakiye Abla, utandığını ima eden hareketler yapıyor…)
Zekiye: Hadi be Bakiye, utanmaya gerek yok, söyleyelim işte!
Gülsüm: Valla be amaan!.. Bunlar benim kocamın insanları, yabancı yok burada!.. Ne okuyalım kız yenge, eskilerden?
(Onlar düşünürken, yine Gülsüm Abla, yüksek sesle şarkıya başlıyor.. Kalın, gür bir sesi var. İçtiği sigaralara –söyleşi boyunca peş peşe yakıyordu- ve yaşına rağmen!…)
Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı
İçinde salınan yâr olmayınca
(Zekiye Abla da, enstrümantal ara nağmeleri taklit ederek Gülsüm Abla’ya eşlik etmeye başlıyor.. Her ikisinin de seslerinde etli, parlak bir duyuş var, sesler kulaklarda patlıyor.. Bakiye Abla, kenarda duran ve yanmayan elektrik sobasının üzerinde ritm çalarak katılıyor onlara.. Üç kadının da ses renkleri birbirine benziyor.. Üçü de kalın ve üçünde de etkileyici gırtlak nağmeleri var..
Zekiye Abla’nın tavrı, daha çok klasik Türk sanat müziği diye bilinen müziğe dönük bir tavır, Muazzaz Abacı misali.. Şan derslerinde hocalar, solistlere teknik gösterirlerken bazı benzetmeler yaparlar: Mesela, “Alt çenenizde su varmış gibi, çeneyi hafif önde ve aşağı çekerek söyleyin” derler ya, Zekiye Abla da, sanki çeneyi bazen o şekilde aşağı alıyor.. Bazen de “gizli gülüş” tekniğinde olduğu gibi, üst damağı esner gibi yukarı kaldırıyor, ses “kubbe”de çınlıyor…
Zekiye Abla’nın , devriye evlerindeki takma adı “Harika”.. Mahallede de öyle tanınıyor aslında: Harika Abla olarak.. 60’ına merdiven dayadığı belli; ama kaşıyla gözüyle gerçekten “Harika”.. Boylu poslu, çok güzel bir kadın!..
Bakiye Abla’nın tavrı, klasik Türk sanat müziği tabir edilen müzik ve Roman müziği arasında kalmış gibi.. O, Zekiye Abla’dan daha yaşlı görünüyor ve o da çok güzel bir kadın.. İri mavi gözleri var.. Enstrümantist oluşu da ayrı bir karizma kazandırıyor sanki; hem çalıyor hem söylüyor.
Gülsüm Abla’nın tavrı ise, daha bir Roman tavrı gibi.. İcra esnasında glisendolar yapmayı çok seviyor.. Nidalar atması da cabası.. Özellikle sâbâ makamındaki şarkılarda ezme yapmayı daha çok seviyor gibi.. Hatta bir ara şarkının bir yerinde coşup Çingenece sözlerle “Opral Miyavnecik” diye de söylenen “Dört Beygirim Var” ı söylemeye başladı.. Ama bizim bildiğimiz Çingenece sözlerle değil. Biz, birkaç farklı kayıttan ve Melih Duygulu’nun kitabından kontrol ederek almıştık sözleri.. Gülsüm Abla’nın icrasında, Çingenece sözler bana sanki biraz uydurma gibi geldi.. Zaten Gülsüm Abla da Romanca bilmediğini belirtmişti.. Şarkıyı söylerken, Gülsüm Abla da sürekli gülüyor ve kendiyle dalga geçerek söylüyor.. )
Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı
İçinde salınan yâr olmayınca
Gülsüm: (Gülsüm Abla, şarkının bu yerinde coşup yüksek sesle haykırıyor) Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı? Köşk möşk istemiyorum ben, mahallemi istiyorum, mahallemi!..
(Hep birlikte söylüyorlar.)
Ağlayıp inledim, düştüm bu derde
Talihim düşürdü beni bu derde
Yine garip kaldım, gurbet ellerde
Evimi yurdumu anar ağlarım.
Gülsüm: Vatanım benim burası, vatanım! Vatanımı istiyorum ben… Beni villaya koymuşlar ne olur? Burada krallar gibi gecekondum var. Bir kağıt kaplarım, bir badana yaparım, olur mis gibi… Apartmanı ne yapayım ben? 100 kişi var, herkes aynı kapıdan içeri giriyor. Yok, “kapıyı hızlı kapadın, yavaş kapadın!” Evladım, çocuk adam bunlar, elbet gürültü olacak!… Amaaan, ne yapayım böyle evi? Yapsınlar bize şöyle yan yana 15 – 20 hane ev, değil mi yenge?
Zekiye: Tabii canım.. Biz gene o evlerde şarkı türkü yapalım, kızlar oynasın! Yolumuzu bulalım! Yahu, karnımız doysun, yeter!(Torununa sesleniyor) Seslen bakalım, Ali Amca’ya, alsın birkaç saz da gelsin. Böyle saz olmadan olmaz..
Gülsüm: Ben bir fakir kadınım. Astım hastasıyım. Gözlerim görmüyor, kulaklarım duymuyor. Ama benim bir yeşil kartım bile yok! Başvurdum, ama vermediler. Neden, dedim; “Senin 17 yaşında oğlun var!” dediler. “Okutsaydın..” dediler. Dedim, “Sen o çocuğu nasıl doyuruyorsun?” diye sorsanıza. Dul bir kadınım ben. Koca yok, ana yok, baba yok! Hiçbir arkam yok! Bir Allah, bir ben, bir de çocuk!.. “Kurul, seni kabul etmedi, ne sinirleniyorsun?” dediler. Bana, “Nerdensin sen?” diye sordular. Dedim, “Neslişah Mahallesi’nden.” Bu mahalleyi iyi görmezler kızım, ben o sırada anladım. Dedim, “Haa, onu desenize. Neslişah’tanım ben, o yüzden kabul etmediniz!” “Sen sosyal yardım alıyorsun, daha ne!” diyorlar. Sosyal yardım dedikleri de, senede bir kere verdikleri, yakacak yardımı. “O mu?” dedim, “Alın o da sizde kalsın!”
Bugün o yeşil kart, benim hakkım olmayacak da kimin olacak, işte halim meydanda… İnan, başım ağrıyor, bakkaldan bir tanecik panalgin hap alıp içiyorum, başım geçsin diye! Astım krizim tutuyor, eşten dosttan yardım istiyorum ki, “hava”mı alsınlar diye. Ne yapayım, çarem yok!.. Ama bir yeşil kartım olsaydı, belki daha başka olurdu.
Gecekonduma gelin görün. 30 senelik bir buzdolabı, iki çekyat, bir de televizyon. Başka da bir şeycik yok! Adalet mi bu?
Bakiye Abla, sen de evli misin?
Bakiye: 35 senedir dulum yavrum. Gelinlerim var, beş tane. Torunlarım var. Gelinlerden ayrı oturuyorum. Ayrı oturmak hep iyidir. Kaynanalar istenmez biraz.
Senin de evin, yıkılacaklar arasında mı?
Bakiye: Hep öyle kızım. Evlerimiz yıkılmasa çok iyi.. Bizim mahallemizde, yaşantımız çok iyi. Biz buradan çıkmak hiç istemiyoruz! Güya ev verecekler bize. Nasıl ödeyeceğiz o evleri, neyle ödeyeceğiz yavrum?
Zekiye: Neyle ödenecek kızım? Çok affedersin, insan hırsız da olur, uğursuz da olur, orospu da olur! Yazık değil mi bu insanlara? Benim evimi, benim yerimi yok pahasına alan o insana garazım olacak belki! Gideceğim vuracağım onu, al sana katil de oldum..
(Bu esnada, derneğin, doğrudan sokağa açılan kapısı açıldı ve yine bir önceki ziyaretimizde tanıştığımız kemani Ali Amca, elinde kemanı ile içeriye girdi.. Ona, kapının girişinde bir yerde, oturması için bir tabure gösterildi.. Ali Amca, keman çantasını açıp yerleşene kadar, Ablalar, -biraz heyecanlı-, oturdukları yerde kendilerine çekidüzen verdiler.. Bu arada, Bakiye Abla’nın, saçları platin sarıya boyalı 14 – 15 yaşlarında gösteren kız torunu, elinde bir darbuka ile içeriye girdi ve darbukayı babaannesine, yani Bakiye Abla’ya verdi..
Ali Amca, “Mehtaplı Gecelerde” adlı şarkıyı çalmaya, söylemeye başladı.. Bakiye Abla, darbukada ritim veriyordu ve Ali Amca’nın söylediği tonda, ona eşlik ediyordu.. Gülsüm Abla, sessizce dinliyor ve tabağındakilerle meşgul oluyordu.. Zekiye Abla, hem usuldan tabağındakileri yiyor hem de ufak ufak eşlik ediyordu.. Şarkıyı daha çok Ali Amca çaldı, söyledi..
İkinci şarkı olan “Kara Bulutları Kaldır Aradan” adlı şarkıda, Gülsüm Abla, Zekiye Abla ve Bakiye Abla olanca iştirakleriyle şarkıyı söylüyorlardı artık.. Hanendeler, coşmuştu.. “Roman havası yok mu?” dediğimizde, “İlle de Roman Olsun”u çalmaya, söylemeye başladılar.. Zekiye Abla, etrafımızda daha çok dinleyici durumundaki mahalleli genç kızları oyuna davet ediyordu; ama kızlar oynamaya gönüllü değildiler!.. Bakiye Abla ve Gülsüm Abla, Romanlara özgü olan o coşturucu nidaları atiyolardı: Çaaat Çaaat / Paaat Paat / Çatlatıyooor / Patlatıyooor / Ah-ey ah-ey / Çek Çek / Çak çak …
Derken Zekiye abla, dayanamadı; yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle ve seyirci halindeki Roman genç kızlara inat, ayağa fırladı.. Üzerindeki uzun siyah pardösüyü çıkardı ve başındaki siyah şalını kalçasına doladı.. Ve şaşırtıcı bir kıvraklıkla, inanılmaz bir “Roman Dance Show” yaptı..
Zekiye Abla, oynamaktan yorulmuş vaziyette koltuğuna otururken, Ali Amca, gitmek üzere yerinden doğruldu. Zekiye Abla gitmesine engel oldu..)
Zekiye: Otur Ali Abi, nereye ya? Sakalını veririz kardeşim, merak etme! Otur bir soluklanalım hele, bak yaşlandık artık!
Ali: Nereye yaşlandın be, hâlâ eski Harika’sın. (Bize dönerek) Eski dansözlerdendir, namlı dansözlerden.
Zekiye: (Mahcup gülümsüyor) Evet, güzel oynardım ben eğlence gecelerinde.
Ali: Adnan Şenses, çok istedi onu alsın; ama babası Zekiye Hanım’ı Adnan Şenses’e vermedi. Hatta Adnan Şenses, bir programda da söylemiştir yani, Sulukule’de, mahallede aşık olduğum bir kız vardı; ama kısmet olmadı diye.. İşte o kız, budur! Zekiye Hanım, o zaman ağa kızı! Babasının 9 devriye evi var, bu evlerde 30-40 çalışanı var, babasının. Bu adam, ağa değil de nedir?
Zekiye: Babam da Ayhan Işık gibi adamdı yani.. Annemin asıl adı, Remziye’dir; ama ben bugün nasıl “Harika Abla” olarak biliniyorsam, annemin lâkâbı da “Bebek”ti. Herkes, Bebek diye tanırdı annemi, o derece güzel kadındı.
Peki, düğünün nasıl oldu abla?
Zekiye: Düğünüm de muhteşem oldu, çok güzel oldu!..
(Daha sonra şarkılar söylenmeye devam ediliyor.. Ali Amca, coştu.. “Ye Kafayı Kudur”u çalmaya başladı; Ablalar söylüyorlar. Ardından, Gülsüm Abla, “Dört Beygirim Var” adlı Roman şarkısını, hem Romanca hem Türkçe söylemeye çalışıyor.. Aralarda, gülme krizlerine de kapılıyorlar.. Ve derken, Gülsüm, Zekiye ve Bakiye üçü de aynı şekilde, şu nakaratları söylemeye başlıyorlar:
Çaat / Paat
Çatlatıyor / patlatıyor
Kemancının, yayınaaaa
Cümbüşçünün, mızrabınaaa
Defçinin, kostağınaaaaa
Ağrıyooooor / Bağrıyoooor
İstiyooorrr / Vermiiiyooorrrr
Niçin vermiiiyyooor
………………… Bu esnada kahkahalarla gülmeye başladıkları için, anlaşılmıyor)
Çaat / Paat.
Ali: İşte, devriye eğlenceleri aşağı yukarı böyleydi.. Genelde fasıl şarkıları ile başlanırdı. On tane oryantal kız olurdu. Sakalını alan, çıkardı.
Bakiye: Evler kapatıldıktan sonra kız falan da kalmadı. Bugün hepsi evli, çoluk çocuğa karıştılar.
Zekiye: Ama o devriye evleri bugün açılsa, o kızlar gene meydana çıkarlar, merak etmeyin!..
Bakiye: Biz Çingenece bilmiyoruz evladım. Benim annem babam Bulgaristan göçmenidir. Bulgaristan’dan gelmişler. Benim annem, böyle parmak şaklatmasını bile bilmezdi ki, nasıl Çingenece konuşsun?
Ali: “Laço” mesela, “Nasılsın?” demektir. “Laço siya.” iyiyim demektir.
Bakiye: Benim bildiğim, “Laço” demek, “Çingene” demektir. Ben öyle biliyorum yani. Bak şimdi sana ne anlatacağım. Şimdi biz bir gün Bakırköy’de bir yere gittik. Orada televizyon çekimi vardı. Biz saz çalacağız, söyleyeceğiz; kızlar da oynayacaklar. Bir tane kadın bana dedi ki, “Hadi şimdi sen burada Çingenece konuşacaksın!” “Evladım,” dedim “ben Çingenece bilmiyorum. Çingenece ne imiş?” “Yok, konuşacaksın!” diyor. “Böyle bir dil varmış madem, sen konuş!” dedim. Kadın, benim bu lafıma kızdı. Çıkarmadı beni programa; Çingenece konuşmuyorum diye. Torunlarım oynadılar ama…
Ali: Valla ben şunu bilir, şunu söylerim: Atatürk’ten sonra, bu ülkede herkes Türkçe konuştu. Ne Çingenece, ne Kürtçe, ne başka bir şey… Çünkü dediler ki, “Tek bir dil, tek bir bayrak!”. Kimsecikleri kendi dilinde konuşturmadılar ve işte bugünlere geldik.
Gülsüm: Bizde tahsil olmayınca yavrum, dilimizde eksik konuşmalar var. En basitinden “gidiyom, geliyom” diyoruz. Olmaz! “Gidiyorum, geliyorum.” olması gerek; ama tahsil yok. Eksik konuşuyoruz.. Çingenece şarkıları; çadırcılar, kalaycılar söylüyor; ama biz bilmiyoruz.
Bakiye: Yavrum, aslında Çingeneler hep iyi insanlar, merhametli insanlar. Yedirirler, içirirler; doyururlar yatırırlar. Bizler hep öyleyiz. Ama kirlettiler çocuğum bu kelimeyi, kirlettiler.
Ali: Yaşım 61. Şimdiye kadar ne film seyrettiysem, Çingeneler o filmlerde hep çocuk çaldı! Filmlerde o çocukları dilendirdiler; hırsızlık yaptırdılar… Oysa, burada bunu yaptıran hiçbir Çingene bulamazsın. Ama filmlerde bizi hep öyle gösterdiler. Bizim bunlarla hiçbir ilgimiz yok.
Bakiye: Hepimizi aynı Allah yarattı be kızım!
Ali: Şimdi de televizyonlardaki dizilere bakıyorum; artık dizilerde hep Kürtleri mafya olarak gösteriyorlar. Kürtler ya da Doğu, hep mafya. Şimdi de oraya girdiler.. Bu ülkede öyle insanlar var ki, onların yaptıklarını hiçbir Çingene bugüne kadar yapmadı. Hani, bunu da burada söylemiş olayım. Ben bu kemanla Çırağan sarayına bile girdim. Neyin ne olduğunu biliyoruz çok şükür! Haa, ama şunu da söyleyeyim: Ben çocuğumu çirkef yetiştiririm o ayrı. Neden? Çünkü ben ona, çirkefliği öğretmezsem onu ezerler. Burada erkek çocuklar, 12-13 yaşına geldiklerinde neye karşı, nasıl davranacaklarını iyi bilirler. Dövüşmeyi de bilirler, konuşmayı da bilirler.. Benim çocuğum küfretmezse ben onunla anlaşamam ki. Kafa tutacak, küfredecek! Yoksa ezerler. Çünkü Çingeneler, hep ezilmiştir. Bu da bir gerçek!…