Ayça Günaydın / Mart 2006
Bu yazı Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün yayını BÜ’de Kadın Gündemi’nin 11. sayısında yayınlanmıştır.
“Ben bir filmim vallahi, inan hepsi dökülse bir roman yazarsın!”
Bu cümle ile beraber anneannelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, yengelerimiz başlıyorlar anlatmaya hayat hikâyelerini. Aşklarından, başkaldırılarından, kınalarından, düğünlerinden, işlerinden ve yaşlarından bahsediyorlar. Konuştukça da fark ediyorlar ki hepsinin hayatı film gibi ve hepsi de birer EL KIZI. “Anlatsam film olur!” diyor bir tanesi ve işte şimdi film başlıyor!
El Kızı, BÜ Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) ve Feminist Kadın Çevresi’nin 8 Mart etkinlikleri çerçevesinde 9 Mart 2006’da sergilediği bir dans-müzik gösterisidir. BÜKAK’ta son iki yıldır yürütülen sahne sanatları ve toplumsal cinsiyet çalışmasının bir sonucu olan bu gösteri genel olarak toplumsal cinsiyet tartışmasının sahne sanatları ile nasıl paslaşabileceği sorusundan hareketle hazırlanmıştır. Gösteri dans, müzik ve tiyatro öğelerinin ortak bir performansta buluştuğu ve projektörden yansıtılan röportajlar eşliğinde sahne geçişlerinin gerçekleştiği bir formatta kurgulanmıştır. Gösteri için derlenen kadın anlatıları aracılığı ile sahne sanatlarında toplumsal cinsiyet tartışmasının yürütülmesi hedeflenmiştir. Diğer bir ifade ile bu gösteri kadın anlatılarını ve kadın dinletilerini kadınlarla, kadınlar için görünür kılmaya çalışır.[1]
Kadın anlatılarını görünür kılmaya çalışırken gösteri kadınların kendi anlatıları aracılığı ile belli toplumsal cinsiyet rollerini de görünür kılmaktadır. Farklı ailelerde, farklı şehirlerde, farklı kültürlerde yaşamış olsalar da, anlatılardaki kadınlar benzer mutlulukları, hayalleri, istekleri ve üzüntüleri yaşarlar. Hepsi genç kızdır, ailenin kızıdır, kız kardeştir, kocanın karısıdır ve esasında kadın olmaları ortak tecrübelerin varlığı için yeterlidir. El Kızı aslında birbirlerinden farklılıkları olan kadınların, ortak olarak toplumsal cinsiyetlendirilmiş yaşamlarına dair pek çok örnek sunmaktadır bizlere.
Toplumsal cinsiyetin kadınların yaşamını nasıl etkilediğini incelerken gösterideki akışı kullanmayı tercih ediyorum. Gösteri, kadınların gençliklerinden yaşlılıklarına kadar geçen süre içerisindeki bazı dönüm noktalarını sunmaktadır. Bu dönüm noktaları; hayatlarına dair aldıkları kararlar, kına geceleri, evlilikleri ya da yaptıkları ev işleri hakkındadır ve bu deneyimleri hakkında yaptıkları yorumlar toplumsal cinsiyet deneyimlerine dair önemli örnekler sunmaktadır.
El Kızı kadınların aşk hikâyeleri ile başlıyor ve aşk hikâyelerinin konu edildiği bu ilk sahnenin adı: “Bana derler fındıkkurdu.” Bu bölümde iki ayrı kadın anlatıcıdan aşk hikâyelerini dinleriz. Fakat bu anlatılar egemen dilin aşk anlatılarından farklıdır. Kadınlar aşklarını tarif ederken kendilerine özgü bir üslup kullanırlar. “Bir yandım ben ona”, “Ben elektriği almışım!”, “Ben o sıralar ikisi arasında gidip geliyorum!” gibi ifadeler kadınların anlatılarına dair birkaç örnektir. Ayrıca bu bölümdeki kadın anlatıları iki ayrı kanto parçası ile desteklenir. Kantonun sözleri de kadınların aşk ve çapkınlık tanımlarına dair örnekler vermektedir: “Boyum kısa aklım çoktur/ benim bilmediğim yoktur/ bana derler fındıkkurdu/ Çok âşıklar hapı yuttu.” Buradaki kadınlar öykülerinin özneleri olarak duygularını bizimle paylaşırlar. Aşklarını kendi ağızlarından dinlediğimiz için ve aşklarına dair yorumları, egemen kadın imgesinin olası yorumlarıyla uyuşmadığı için bu kadınların kendilerine ait bir dilleri olduğunu fark ederiz. Bu dil eril dilden bağımsızdır, dolayısıyla bizleri şaşırtır. Gösterinin bu bölümünde seyircilerin anlatılara kahkahalarla tepki vermesi de bu şaşkınlığı somutlaştırmaktadır. Anlatılar bizim için ilginç ama bir o kadar da samimidir ve var olan rollerin dışında oldukları için de keyif verir. Sonuçta çapkınlık tüm toplumsal baskılara, rol dağılımlarına karşı kadınların kurduğu bir ortaklıktır.
Gösterinin ikinci bölümünde kadınlar kına gecelerini anlatmaya başlarlar. Kına kadınların hayatlarına dair bir değişikliğin arifesidir ve bu sebeple önemli bir dönüm noktasıdır. Evliliğin kıyısındadırlar ve kına eğlencesi yalnızca kadınlarla kutlayacakları tek ve son eğlenceleridir. Bir kadın ortamı olarak kına gecesi, hem hüznü hem eğlenceyi içerir. Hüznü içerir çünkü kadın ailesinden ve annesinden ayrılacaktır. Fakat aynı zamanda mutluluktur çünkü kendi ailesini kuracak ve anne olacaktır. Kadınların röportajlarında bu ikilemi görürüz. Kına gecelerinden bahsederlerken, bir kısmı ne kadar mutlu olduğunu ve onu ağlatmaya geldiklerinde nasıl zorlandığını; diğer bir kısmı ise, bir röportajda kınasının hüznünü şarkılara döken anneannenin türküsünde dinlediğimiz gibi: “Arda boylarına ben kendim gittim/ Ellerimin kınasını taşlara sürdüm.”diyerek kınasındaki üzüntüsünü anlatır. Fakat yine bu öykülerde vurguladıkları bazı ortaklıklar vardır. Mutlu ya da değil, ailelerinden ve arkadaşlarından ayrılmak üzeredirler ve bu onlarla geçirecekleri son eğlencedir. “Kınalar yaktım elime/ Sürmeler çektim gözüme/ Gören maşallah desin/ Nazar değmesin geline” mânisi söylenirken, bu ikilem hep akıllardadır. Fakat anlatıcı kadınlardan bir tanesi diğerlerinden biraz ayrışır. Kına türküsünü söyledikten sonra, son sözü “Varmam ben ona!” olur. Bu söz, kadının ayrılığa yaptığı vurguyu gösterir. Kadınlar hayatları boyunca hep belli rolleri sahiplenmek zorundadırlar. Ailenin kızı, kocanın karısı ve çocukların annesidirler. Bu rolleri sahiplenirken bazı kutlama törenlerine katılmaları ve rollerini böylece meşrulaştırmaları gerekmektedir. Fakat anlatıların yardımıyla kınanın kadınların yaşamında önemli bir yere sahip olduğunu bir defa daha anlarız. Kına anlatıları ortak deneyimlerin dillendirildiği anlatılardır ve kadınları bir araya getiren bir etkiye sahiptir.
Şimdi de evlilik zamanı! Peki, evlilik kadınlara ne ifade etmektedir? Kocaya gitmek ya da baba evini terk etmek midir? Takılacak bilezikler ya da yenilecek çiğ börekler midir? Ya da “sevmeye sevmeye geçen seneler” mi demek gerekir? Aslında gösteride anlatıları sergilenen kadınlar için bunların hepsi geçerli olabilir. Esasında, evlilik mutluluk demektir; takılar takmak, börekler yemek anlamına da gelir, ve kadın için yeni bir yaşamın başlangıcıdır. “Düğünün nasıldı?” diye sorulduğunda: “Görülmemiş bir düğün” diye cevap verir. Hiçbirinin düğünü daha önce görülmemiştir ve bu şaşırtıcı değildir. Ve onlar da görülmüş en güzel gelinlerdir. Peki ya sevmeye sevmeye geçen yıllar ve sevilmeyen kocalar? Evlilik her kadın için mutluluk demek değildir. Fakat evliliklerine dair ortak bir dil yine de söz konusudur. Babalarına karşı gelmeleri gerekir ve kendi kararlarını kabul ettirebilmek için ailelerini ikna etmeye çalışırlar ve bunu yaparken genellikle anneleri ile ortak bir korkuyu paylaşırlar. Kadınlardan biri “Baba beni öldürürsün ama o adama veremezsin dedim. Bu cesareti buldum kendimde. Anacığım da zıngır zıngır titriyor…” der. Diğer bir kadın da“Bir zor bu sevmemek bir zor!” diye devam eder. Yeni bir yaşam başlarken, El Kızı’nın öyküsü her bir kadının öyküsünde vücut bulmaktadır. Takılarla, görülmemiş düğünlerle yaşanan ortaklıklar sevilmeden, sevmeden geçen yıllarla benzerdir. Ve bu bölümün son anlatıcısı son sözleri dile getirir. Anlatıcı kadın, kızını evlendirirken hissettiklerini paylaşır bizlerle. Yaşadığı acının tarifi zordur: “Kızım evlenirken yüreğim kor gibi yandı!” Bu son cümle toplumsal cinsiyet rollerinin kadınları nasıl etkilediğini ve bu rollerin özneleri olan anne ve kızın birbiri ile olan bağlantısını bir kez daha gözler önüne serer. Ve aslında kadın olmak, ortak bir deneyimi paylaşmak için yeterlidir.
Evlilik bölümü, bir annenin kızına Hejroke adlı türküyü söylediği bir sahne parçası ile devam eder. Sahnede evlilik öncesi hüzünlü bir eğlence ortamı kurulmuştur, arkadaşları tarafından gelinin son hazırlıkları tamamlanmaya çalışılmaktadır ve annesinin alnına kondurduğu son öpücükle ışık kararır. Kadınların ortaklıklarından bir tanesi daha, sahnede vücut bulmaktadır. Kadın ve annenin hüzünlü eğlencesi pek çok anne ve kızın ortak deneyimidir.
Sahnedeki hüzün bir süre daha devam eder. Çünkü kadınların bir diğer deneyimi daha sergilenmektedir: “Namus Cinayetleri.”Kızını yolcu eden anne bir rüya görür. Kız bir yerlere gitmektedir ve gittiği yoldan geri dönmez. Yaşama hakları ellerinden alınan kadınlar tekrar bir ortaklığı hatırlatırlar bizlere. Ya yaşamamalıdırlar ya da yaşam alanları başkalarının kurallarına göre çizilecektir. Sahne, yaşanan namus cinayetlerine karşı isyanı dillendiren bir şarkı ile devam eder: “Olmaz olmaz böyle olmaz/ Bıktım namus belasından/ Kirlenen ne/ Aklanan ne/ Yetti artık düş yakamdan” Güldürülmeyen tüm Güldünyalara, tüm kadınlara hitabendir bu şarkı ve ortak bir dilin ürünüdür. Kadınlar namus belasından bıkmıştır ve artık bu rolleri kabullenmek istemezler.
Evlilikten sonra şimdi de hünerleri konuşma zamanıdır. Kadınların hünerlerine dair hikâyeleri, incelikli işlenmesi gereken konulardan birisidir. Çünkü anlatılardan da görüleceği üzere, bu hünerler toplumsal cinsiyet rollerine, gizil ya da görünür iş bölümlemelerine dair somut örnekler sunmaktadır. “Yapmadığım bir iş yok: O su börekleri, o sarı burmalar, o dolmalar…”, “Sakız gibi tahta ovuyordum!”, “Kaynanama da baktım, kaynatama da baktım, anama da baktım, babama da baktım!” gibi ifadelerin hepsi kadınların anlatılarına aittir. Fakat yine bu anlatılarda bir ortaklık bulmak zor olmayacaktır. “Yapmadığım iş yok!” cümlesi ortak bir söylemdir ve sorulduğunda her kadın yeteneklerinden hafif de olsa bir övgü ile söz eder. Fakat hüner anlatılarına dair en önemli nokta; bu becerilerin hafif abartılı anlatılıyor olmasına rağmen, pek çok örnek için aslında gerçek durumu imlemesidir. Kadınlardan birisi “Kaynanam dedi ki: ‘Biz onu işçi getirdik.’ Kaderim buymuş, ben işçiyim burada…” der ve böylece kadının aile içindeki kabul görmüş pozisyonunu belirtir. El kızının yaşam koşulları başkalarınca belirlenmektedir ve bu rolü kabul etmekten başka şansı da yoktur!
Ve yaşlılık gelir çalar kapıyı! Gençlikten, kınadan, evlilikten ve ev işlerinden bahsederken yaş gelir 82’ye. Tüm diğer öykülerde olduğu gibi yaşlılık anlatılarında da ortak bir vurgu vardır. Yaşanan benzer deneyimlerin sonunda yol artık bitmektedir. Yaşamları her ne kadar farklı olsa da son noktada dilekleri benzerdir: “Hayırlı evlat, hayırlı torun ve yeni mürüvvetler.”
Bu yaşam döngülerinin tümünde görüldüğü gibi aşkları, kınaları ya da evlilikleri farklı zamanlarda ve yerlerde gerçekleşse de ortak bir dil yaratmak ve ortak deneyimleri dile getirmek hiç de zor değildir. En temelde kadınlık durumu ortak bir toplumsal cinsiyetlendirmenin ürünüdür ve dolayısıyla ortaklıkları bulmak şaşırtıcı olmayacaktır. Genç bir kız olmak, gelin olmak, kocanın karısı olmak, anne olmak veya anneanne olmak ortak bir dili beraberinde getirir ve farklılıklara rağmen deneyimler hâlâ paylaşılabilir. Tüm bu ortak toplumsal cinsiyet deneyimlerinden tek bir öyküye ulaşırız: El Kızı. Bu öykü kadınların kendileri tarafından dillendirildiği için benzerliklere dair önemli bir veridir. Judith Butler’ın da belirttiği gibi kadınlık durumu toplumsallaşma sürecinden bağımsız değildir ve etkin bir eylem olarak farklı zamansallıklarda ve kimliklerde kendini görünür kılabilir.[2] Bu sebeple, kadınların ortaklıklarına şaşırmaktan ziyade, bu durumu yaratan toplumsal koşulları sorgulamak daha anlamlı olacaktır. Son kertede kadınlık durumu, toplumsal cinsiyetten bağımsız değildir
[1] Belirtmek gerekir ki El Kızı sınırlı bir çalışmanın ürünüdür ve gösterinin altyapısını oluşturan röportajlar gerektiği kadar geniş bir çeşitliliğe sahip değildir. Dolayısıyla sadece bu gösteriden yola çıkarak bir genellemeye varmak çok sağlıklı olmayacaktır. Ancak bazı gizil toplumsal cinsiyet rollerini deşifre etmesi açısından bu gösteri değerli bir çalışmadır.
[2] Judith Butler, A Critical Introduction to Queer Theory, “Performance, Performativity, Parody and Politics”, s. 79-81