Cynthia Cockburn / Şubat 2006
Çeviren: Deniz Aydın
‘Kadınların kadınlar olarak’ savaşı protesto etmeleri ve barış için örgütlenmeleri yeni bir şey değil. İki bin dört yüz yıl önce Aristophanes Lysistrata isimli bir oyun yazdı, Sparta ve Atina kadınlarını iki şehir devlet arasında 27 yıl süren, erkekler için bir yaşam biçimi halini almış savaşa karşı -kocalarıyla cinsel ilişkiye girmeyi redderek- grev yaptıklarını anlattı.
Yüz altmış beş yıl önce, 1940’ların sonlarında, İngiltere’de ülke çapında en az üç yüz kadın ‘Zeytin Dalı Grubu’ adıyla 150 kadın barış grubunda örgütlendiler.
Doksan bir yıl önce, I. Dünya Savaşı başlayalı bir yıl olmuşken, (Bu bizim kurulma zamanımız olduğu için WILPF kadınları çok iyi bilirler), ABD, İngiltere, Almanya, Avusturya dahil olmak üzere savaşan tüm ülkelerden bin beş yüz kadın, savaş bölgelerinden tarafsız Hollanda’nın Lahey şehrine savaşa nasıl son verileceğini tartışmaya gittiler.
Ve 24 yıl önce, 12 Aralık 1982’de, yaklaşık 35.000 kadın (eminim sizin bir çoğunuz onlar arasındaydınız ve ben de öyle) İngiltere’deki ABD kruvaziyer ve Pershing füzelerini protesto etmek için Greenham Common’daki İngiliz Kraliyet Havva Kuvvetleri üssünde bir araya geldi. ‘Üssü kucakla’ adında bir eylemle dokuz millik duvar boyunca elele tutuştuk.
“Neden hala kadın örgütlerine ihtiyacımız var?” sorusuna kolaylıkla ‘geçmişimizi, bizden önce bu haraketi başlatan kadınları onurlandırmak’ diyerek yaklaşık bir cevap verebilirsiniz.
Fakat başka sebepler de var. Bunların neler olabileceğini söylemeye çalışacağım. Yarım saatten az bir süreyle çok disiplinli ve özlü olmam gerekecek. Sebeplerden üç tanesini seçeceğim. Fakat tartışmalarda biliyorum ki siz daha fazla sebep ekleyeceksiniz, ya da bu sebepler hakkında sorular sorup ve şüpheler yürüteceksiniz.
Başlangıçta şunu söyleyeyim ki, bu sebeplerin hiçbiri bireyler olarak erkekleri geri çevirdiğimiz ya da onlara hakkettiklerinden daha az saygı gösterdiğimiz anlamına gelmemeli. Bu konuya daha sonra döneceğim.
- Kadınların kadınlar olarak örgütlenmesinin nedeni olarak ilk seçtiğim sebep: kadınların yaşam ve savaş hakkındaki deneyimleri ve savaştan sağ kalanlar olarak kadınların öğrenilmiş ve tercih edilmiş yetenek ve becerilerinin toplumsal cinsiyete özgü oluşu. Yani, bunların birkaçını erkeklerle paylaşıyoruz fakat bazıları özellikle bizim. Bizim deneyimlerimiz çoğunlukla dikkate alınmıyor ve yeteneklerimiz genellikle küçümseniyor. Bunları yeniden belirlemeye, tanımaya ve onlara saygı göstermeye niyetli olanlar bizleriz.
Kadınların çok az bir kısmı savaşlarda asker olarak hizmet veriyor, burda kadın askerlerin deneyimleri erkeklerinkiyle tıpa tıp aynı olmasa da kadınlar erkeklerle birşeyler paylaşmış oluyorlar. Çok daha fazla sayıda kadın savaşı ‘sivil’ olarak yaşıyor, bu insanlar savaşta genellikle ölüyorlar. Genç ve orta yaştaki kadınlar kaçınılmaz olarak sorumluluk alıyorlar, hatta barışta olduğundan daha fazla savaşta sorumluluk alıyorlar, yaşlılar ve her iki cinsyetteki çocuklar için. Günlük hayatı sürdürmek için harab olmuş evlerde, göçmen gecekondu kasabalarında veya mülteci kapmlarında mücadele edenler onlar.
Ya da geçen ay, beş aydır 19 aylık kızı için güç bela kaçtığı ölüm ve sınır dışı edilme tehtidi altında keskin teller arkasındaki hapishaneyi eve çevirmeye uğraşan Congo (DRC)’den bir kadınla tanışma fırsatı bulduğum Bedfordshire’daki Yarlswood Tutuklu Merkezi’nde.
Kadınlar erkeklerin ve orduların vücutlarına ve cinselliklerine karşı yağmacı davranışları sebebiyle savaşta özellikle savunmasız haldeler. Kolombiyalı kadınların söylediği gibi kadınlar botin de guerra, savaşın vücütları. Bazıları çatışma sırasında bir ‘taraf’ın malı olarak görülüyor -Kolombiya’da ‘paramiliter güçlerin’ ya da ‘gerilla’nın kadını olarak görülebilirsiniz. ‘Sizin’ erkekleriniz tecavüz edilmeniz yoluyla aşağılanabilir ve cezalandırılabilir. Veya herhangi bir erkeğin kullanımı ve tasarrufuna açık olarak görülebilirsiniz.
Dünya, kadınların savunmasızlığını farkettiği zaman bu genelde onlardan yararlanmak için oluyor: tecavüzle ilgili duygusal başlıklarda olduğu gibi ya da İslam ülkelerine karşı olan savaşları kadınları ‘özgürleştirmek’ için olduğu gerekçesiyle haklılaştırmak için.
Kadınlar olarak örgütlenerek, tüm dikkatimizi bu deneyimlere verebilir ve onları biribirimize, parçası olduğumuz daha geniş hareketlere, hükümetlerimize ve uluslararası mercilere aktarabiliriz.
Kadıların seçilmiş ve öğrenilmiş yetenek ve becerilerinden bahsettim. Kadınlar genelde ‘düşman’ tarafla ilişkiyi sürdürme konusunda en hızlı oluyor. Bosna halkı 1993 ve 1994’te kökten milliyetçiler tarafından parça parça edildiği için Gornji Vakuf’un Hırvat kasabasını ana yol Müslüman ve Hırvat taraflar olarak ikiye bölmüştü. Kimse o yolun karşısına geçmeye cesaret edemiyordu. Nermina -sözde müslüman, ve Pavka- sözde Hırvat eski arkadaş iki kadının, birbirini takrar keşfetmeye karar verip ön saflarda bir kadın merkezi kurmalarına kadar.
Ateşkes için baskı yapanlar ve barışı koruyanlar çoğunlukla kadınlar oluyor. Monrovia, Freetown ve Lome arasında uçarak devlet başkanlarından görüşme talep eden, bu önemli adamlara ‘şimdi konuşun’ diyen Marwopnet’ten (Mano River Kadın Barış Ağı) Liberyalı, Sierra Leoneli ve Guinealı kadınlardı.
Şimdi kavga bitmişken, kadınları erken uyarı sistemine örgütlemek; erkekler, uyuşturucu ve silahların herhangi bir hareketi hakkında rapor hazırlamak; ve bu zalim savaşın sürdürülmesine karşı korunmak için Sierra Leone’nin en uzak noktalarına giden Marwopet’ten Yasmin Yusu-Sherriff ve Nana Pratt ve Rosaline M’Carty gibi kadınlar.
BM güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı yasa tasarısında kadınlara özgü bu deneyim ve kabiliyetleri tanıdığını söyleyebilirsiniz. Ve bu doğru. Fakat bunu başaran tam anlamıyla kadınların uzun süren, yavaş ve büyük hareketi. Hareketlilik kadınların, Nayrobi ve Pekin’de barış çadırlarında toplanan yüzlerce kadının BM kadınlar dünya konferansına katılmalarıyla başladı. Bu, BM bölümlerindeki feminist kadınlara ve New York’ta hükümet görevlerinde olanlara baskı yapan -WILPF de dahil olmak üzere- uluslararası STK’lardaki kadınlar tarafından seçilmişti. Ve Güvenlik Konseyi’nin yalnız başına mücadele eden kadın üyesinin, Jamaika’dan büyükelçi Patricia Durrant’ın, 24 Ekim 2000’deki önemli tartışmada orda oluğunu düşünebiliriz. Onun ordaki ağırbaşlı duruşu o yapının eril ve baskıcı erkekleri tarafından kadın meselelerinin küçümsenmesini tamamen imkansız hale getirdi.
1325 için lobi faaliyeti yürüten ve şimdi de onun uygulanması için çalışan STK Çalışma Grubunda varoluş amaçları militarizme karşı çıkmak olan grup sadece WILPF ve Barış için Lahey’di. Ve kendini gerçekten feminist adlandıran tek grup WILPF’tı. Benim görüşüm, gerçek kazanan bu birleşimdi ve bu savaş karşıtı kadınlar gibi kadın örgütleri için çok güçlü bir örnek.
Dünya kadınların barış için çalıştığını farkettiğinde bunu ‘doğallaştırır’ ve ‘erkekler hep savaştı kadınlar ise barış yapıcılar olarak doğdular’ der. Bu kadınları (yine) bedenlerine indirgeyen bir kalıp. Fakat daha da kötüsü bu, savaşın devamlılığını kaçınılmaz gören bir kadercilik.
Kadınların kadınlar olarak örgütlenmeleri kadınlar uzlaşma yetenekleri sergilediklerinde bunun sebebinin onların -çoğu kez büyük bedellerle- bunu öğrenmiş olmaları olduğunu açıkça ortaya koyacak. Ve kadınlar barış için çalıştıklarında bu politik bir tercih olacak.
- Kadın örgütlerinde kadınlar olarak örgütlenmenin ikinci bir sebebi de ezici bir çoğunlukla erkekler tarafından şekillendirilen bir dünyada birkaç kadın alanı oluşturmanın her zaman için değerli oluşudur.
Karma örgütlenmelerde erkeklerin, sayıları, alışılmış beklentileri ve davranış biçimleri dolayısıyla kadınların liderlik yetenekleriyle katkı sağlamalarını zorlaştırdıkları doğru kabul edilir. Son iki yılda 80.000 mil yaptığım yolculuklarda (İtalya’da, İspanya’da, Hindistan’da, ve diğer ülkelerde) ‘Karma gruplar hiçbir zaman bize platformda bir yer vermedi’ diyen kadınlar tanıdım. Aynı zamanda savaş karşıtı sol görüşlü hareketlerin kendilerini dışladığını söylediler -imgelerin asımasızlığı (Blair ve Bush’un linç edilmesi), düşmanlığa yapılan vurgu (ABD karşıtı retorik), tekrarlanarak bağırılan seri üretim sloganlar.
Savaşı Durdurun Koalisyonu veya ABD’de Barış ve Adalet için Birleşin gibi büyük ittifaklar çoğu kez şüpheli ve düşüncesiz ortaklıklar gerektiriler. Hepimiz kadınlar olarak tamamıyla çok iyi bildiğimiz, başka bağlamlarda kadınların kendini ifade etmelerini bastırmak isteyen köktendinci gruplar arasında rahatsız hissettiğimiz topluluklarda bulunduk. 1999’da Belgrat’ın bombalanmasına karşı bir yürüyüşte olduğumu hatırlıyorum. Siyahlı Kadınlar’dık, hem etnik temizliğe hem de NATO bombardımanına karşıydık. Sol görüşin ağırlıklı olduğu bu gösteride kendimizi Milosevic’i savunan Sırp Milliyetçileri arasında bulduk. NATO’yu eleştirdiği gibi Sırp Milliyetçi rejimini de eleştiren Traflgar Meydanı’ndaki ilk konuşmacının sesi bağrışlarla bastırıldı. Yürüyüşü organize edenler her iki tür saldırganlığa karşı olma hakkımızı savunmak için hiçbir şey yapmadılar.
Hareket içinde kadın alanları yaratarak kendi gündemlerimiz üzerinde daha dikkatli ve akıllı bir şekilde çalışabiliriz. Daha bütüncül olabiliriz, kadınlara ve farklılığa karşı saygı gösterme konusunda ısrarcı olmak, ‘diğerlerine’, ‘düşman’ sayılan diğerlerine bile, saygı göstermek, bunu savaşa son verme amacımız için esas kabul etmek.
Anlamlı, sadece retorik olmayan ittifaklar kurabiliriz, iş ortaklıklarında olduğu gibi bugün WILPF, Siyahlı Kadınlar, Iraklı kadınların Birlikte Davran, ve Müslüman Kanunlar Altında Yaşayan Kadınlar, Pembe Kod ve diğer benzer düşünceli grupların birbirinden öğrenerek kurduğu ittifaklardan gurur duyuyorum.
Aktivistliğimizde, hareketlerimizde ve kelimelerimizde işaret edici olarak şiddetten kaçınmayı tercih edebiliriz. İşaret edici’den kastım İspanyolların ‘coherencia entre fines y medios’ dediği gibi -İspanyol kadınlardan bunun hakkında çok sey öğrendim- aktivizminize ulaşmak için çaba gösterdiğiniz kaliteyi vermeniz.
Kadınların direnç yöntemleri pasif değil. Kadınlar sembolizmlerini kullanma konusunda yaratıcılar. Örneğin çeşitliliği ve bağlantıyı göstermek için bir yorgan dikmek gibi. Doğu Asya -ABD- Porto Riko Militarizm Karşıtı Kadınlar Ağı Japonya, Güney Kore, Hawai, Filipinler, ABD ve Porto Riko’dan geliyor. ABD ordusunun kendi ülkelerindeki politikayı idare etmesine ve kendi bölgelerindeki zarar verici ABD askeri üslerine karşı iyi bilgilendirilmiş, sağlam kampanyalar yürütüyorlar. Askeri fuhuşa ve ağır metal toksinlerle toprakların kirlenmesine karşı mücadele ediyorlar. Fakat Manila’daki toplantı haftamızdan benim aklımda en çok kalan renkli törenler, Güney Koreli kadınların renkli kağıtlardan kıyafetler yapması, ziller ve mumlarla bizi katılmaya davet etmeleri. Ağaçları barış mesajlarıyla süsledik.
Kadınların sıklıkla seçtiği diğer bir yöntem ise sessizlik, olumlu bir sessizlik. Her Çarşamba New York Halk Kütüphanesi’nin merdivenlerinde durup Bush’un ‘teröre karşı savaş’ını protesto eden kadınlar şöyle diyor:
Bizim sessizliğimiz görünür… Sessiziz çünkü kelimeler tek başına savaşın ve nefretin getirdiği trajediyi ifade edemez. En iyi niyetlerle söylenen fakat geçen bir ambulansın ya da yakında patlayan bir bombanın sesi yüzünden duyulmayan boş sözlerin kakafonisine eklenmeyi reddediyoruz.
Onlardan biri de Julie Finch. Eskiden dansçıydı, şimdi ise oyuncu. Deneyimlerinden biliyor ki sessizlik insanlara dokunabilir ve onları harekete geçirebilir. Şöyle söylüyor:
Bizim sessizliğimiz şu anlama geliyor; ‘tartışmak ya da münakaşa etmek için burda değiliz. Bu bizim nasıl hissettiğimiz. Bu bizim tanıklığımız. Bu iyileşmenin baçlangıcı gibi bir şey. Bu şiddetten arınmış bir eylem. Bu meditasyon. Bizi dinleyin (eğer istiyorsanız)’.
Kadın örgütlerinin gösterdiği yöntemlerin daha fazla insanı anti-militarist aktivizme çekme konusunda diğer durumlardan daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Bazılarımız sesimiz duyulduğu, saygı gördüğümüz ve değer verildiğimiz için şanslıyız, fakat bir çok kadının hayatı erkeklerle mücadele biçiminde. Eşit ve güvende hissetmek için. Joanna Vance’dan öğrendiklerimi hatırlıyorum. Joanna, Belfast’ta ‘Kadınlar Politikaya’ projesini yürütüyordu. Bir kadın grubu derneğinin kapısıdan, muhalif ve çalışan sınıfın şehirdeki güvenli kadın alanından geçmek kendilerine ‘politikanın da silahlar gibi erkekler için olduğu’ söylelen kadınlar için politik olarak kendini ifade etme yolu haline gelebiliyordu.
- Şimdi üçüncü sebep için kadınların kadınlar olarak savaşa karşı örgütlenmeleri üzerinde duracağım. Kadınların pratiklerimizi yönlendirecek eşsiz bir teorileri var. Bu teorinin adı feminizm.
Bir keresinde uluslararası ilişkiler teorisyenleri toplantısındaydım. Uluslararsı ilişkiler çok erkekçe bir dünya; devletler ve savaş, egemenlik ve yıldırma gibi konularla ilgileniyorlar. Bu durumda Gillian Youngs bu disiplin içindeki bazı düşünürleri, akademik uluslararası ilişkiler gazetesinin olası bir feminist baskısını oluşturmak için biraraya getirdi. İçlerinden biri şöyle dedi: ‘feministlerle ilgili sıkıntı onların bir savaş teorilerinin olmayışıdır’. Bir an için bu beni şaşkına çevirdi. Fakat daha sonra bunun hakkında düşündüm. Tabi ki. Feminizm temel olarak güçle ilişkili bir toplumsal cinsiyet teorisi. Kendisi bir savaş teorisi.
Bu şekilde olduğunu düşünüyorum… Silahlı çatışmanın ana akım teorileri emperyalizm ve direniş, ulusal haklar, kapitalist yayılmacılık, kaynaklar için yarış, medeniyetler çatışması, ideolojilerin uyuşmazlığı, falan filan gibi nedenler arıyor. Feminizm de bunları savaşın temellerinde görüyor fakat buna hepsini yatay olarak kesen, onları güçlendiren, ete kemiğe bürüyen ve daha açıklayıcı yapan bir güç anlayışı ekliyor. Feminism gücün daimi ve evrensel boyutunun toplumsal cinsiyet gücü olduğunu belirtir. Kadın ve erkek arasındaki farklılık baskınlık olarak ifade edilir. Toplumsal cinsiyet ilişkileri, militarizm ve savaş sebepleri arasında. Özellikle erillik ve savaş arasında bir bağlantı var.
Her ne kadar bunu söylemek hala rahat olmasa da bu yeni bir düşünce değil. Sadece iki yüzyılı aşkın bir zaman önce Mary Wollstonecraft ‘Her askeri kurum, rütbe ve güç için sürünen bir erkek despotlar zinciridir’ demiştir.
1983’te, altmış sekiz yıl önce, Virginia Woolf ataerki karşıtı, onun milliyetçilik ve savaşa olan eğilimi hakkında bir polemik yazdı. ‘Tarihin gidişatında ender olarak bir insan bir kadının namlusu üzerine düşmüştür; kuşların ve dört ayaklı hayvanların büyük çoğunluğu sizin tarafınızdan öldürülmüştür; bizim tarafımızdan değil… Besbelli ki sizin için bizim hiçbir zaman hissetmediğimiz veya yaşamadığımız biraz şeref, biraz zorunluluk, biraz savaşmada memnuniyet sözkonusu.’
Fakat polemiğin ötesine geçmek, konuyu perspektif içinde görmek için, zaman içinde geri gitmek gerektiğini düşünüyorum, çok geri gitmek. Neolitik zamanın sonlarında yerleşik tarım hayatının başından beri tüm toplumlar insanların sosyal farklılaşması açısından üç önemli boyutta tanımlanırlar.
- yoksulluk ve zenginlik farkı – bunu sınıf olarak adlandırabiliriz;
- kabile veya ırk farkı – bugün bunu etnisite olarak adlandırabiliriz;
- ve cinsiyet ve üreme temelli farlılıklar – buna toplumsal cinsiyet diyoruz.
Arkeolojik ve tarihi araştırmalar milattan önce dört ve beşbinde bu farklılıkların yavaş yavaş belirginleştiğini ve gücün müesseseleşmiş farklılıkları olduğunu görmek mümkünken doğu Akdeniz’in ilk medeniyetleri hakkında bizi bilgilendirdiler. Tarım artan üretim yarattığında zenginlik diğerlerinin işgücü ile birlikte, gittikçe daha fazla biriktirildi. Yağma ve savaşla komşu halkları esaret altına alarak ekstra ve daha fazla kontrol edilebilir işgücü sağlandı. Fakat uygun görülen ilk iş kadınların erkeklerin malı olarak düşünülmesi oldu, çalışma, cinsel hizmetler ve üreme anlamında, aile kurumu ve kölelik içinde.
(Burada, kadınların daha fazla otorite ve saygı sahibi olduğu ilk neolitik ve paleolitik topluluklarla ilgili feminist teoriler hakkında herhangi birşey söyleyecek değilim. Bu kitapları okumak muhteşemdi. Umarım bu kitaplar doğrudur!)
Bu farklılaşmalar, güç dengesizliği, sınıf, ‘ırk’ ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisine çevrilmiş farklılıklar 1960’lardaki sosyologların icatları değil. Şimdi söylenildiği üzere onların ‘kesişimi’ 1990’ların postmodern kavramlarından biri de değil. Gücün bu boyutları eski zamanlarla yakından ilgili. Onların aracı şiddetti, kişilerarası şiddet, yapısal şiddet, devletler arası savaş. Bugün WILPF’nin odağını sadece savaşla sınırlamamasını fakat bir yanda ekonomik adaletsizlik ve yoksulluğu diğer yanda ise ırkçılığı dahil etmesi çok büyük anlam ifade etmiyor mu?
Yakın tarihe hızlı bir atlama yaparsak. Savaş ısrarla sürüyor, savaş teknolojileri yüzyıllar geçtikçe gelişiyor. Sınıf ilişkileri sürüyor, zengin sınıflar artık daha az aristokratik ve daha fazla kapitalist olsa da. Irkın ve kültürün ayırıcı çizgisi hala nefretin belirleyicisi. Günümüzde ulus devletlerin hiyerarşisi bunların içinde de görece güçlü çoğunluk ve güçsüz azınlıklar olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Ataerki devam ediyor, şaşırtıcı bir şekilde esnek fakat yeni biçimlerde. Eski biçimlerde de. Geçen yıl Eylülde Guardian Eye Witness’ta yayınlanan iki sayfa ilanı gören oldu mu? Birleşmiş Milletler dünya zirvesinde devlet başkanları, başbakanlar, kral ve prenslerden oluşan 159 kişilik bir grup fotoğrafı. Kalabık erkek sıralarında dikkatli bakarsanız sekiz kadını seçebilirdiniz. Şaşırtıcı. Guardian fotoğrafın toplumsal cinsiyet boyutu hakkında yorum yapmış değildi, o doğal karşılanmıştı.
Kapitalist şirketlerdeki en güçlü 159 kişinin fotoğrafını çekseniz kadınların sayısının erkeklerle aynı ya da onlardan fazla olacaktır. Fakat asıl mesele hiçbir zaman sayılar olmamıştır. Mesele ilşkiler ve işleyen süreçlerdir.
Ataerki bir sosyal sistemdir, bir yapı ve aynı zamanda ideolojidir. Yıldan yıla, asırdan asıra yeniden üretilmesi kültürel süreçler sayesinde olmuştur. Bilinçli olarak eril kültürler, erkekliğin belirli biçimlerle birbirleri tarafından şekillendirildiği kültürler, ataerkinin lokomotifi durumundalar. Ataerki için hayati olan, her kuşağın erkeğinin baskıcı ve kavgacı olmayı her kuşağın kadının ise erkekleri ve başkalarına karşı sorumluluklarını kendisinden önceye koyarak kendine zarar vermeyi öğrendiği kültürler. Erkek çocukların çocuk parklarının yaygarası. Meyhane ve gece klüplerindeki şakalaşmalar. Porno. Ordu barakaları. Spor –futbol taraftar klüplerini düşünün. (Kısa bir süre önce James McBride’ın spor, şiddet ve savaş arasındaki ilşkiyi anlatan çok önemli bir kitabını okudum. Şok edici bir başlığı vardı: Savaş, dövüş, ve diğer sporlar: Amerikan erkeği ve kadını arasındaki uçurum!)
Evet, nükleer silah ve nükleer stratejiler geliştiren entellektüeller ve bilim insanlarının laboratuarlarında oluşan kültürü de unutmayalım. Carol Cohn böyle bir yerde katılımcı gözlemci olarak hayrete düşüren bir çalışma yaptı. Onlarla çalıştı. O dili öğrenmek zorundaydı. Nükleer silah dilinin nasıl bir erkek dili, hatta delikanlı dili olduğu hakkında yazdı. Milyon ton patlayıcı maddenin nasıl açıkça eril güçle eşit sayıldığını yazdı, şimdi yaydırmama anlaşmaları sadece zayıflar için.
Bunlar savaşın gündelik olarak düşünülebilir ve yapılabilir olduğu birçok yerden bazıları. Bunlar oğlan çocuklarındaki ve erkeklerdeki şiddeti haklılaştıran, kadınlığı ve kadınları değersizleştiren kültüler. İnsan hakları ve kadın haklarının muhalif kültürünün yükselmesiyle bu bazı bölgeler için utanç verici oldu. Fakat bu halen çoğunlukla hakim olarak devam eden bir durum.
Ataerki ve onun eril kültürleri milliyetçiliği desteklemek için güzel kaynaklar , çünkü rakip milletlere meydan okuyabilen inandırıcı ulusal kimlikler güçlü, cesur, vatansever erkekler ve onlara sadık olan kadınlarla tanımlanıyor. Ataerki erkekçe liderlere karşı sonsuz bir iştahı olan ve rütbe-sicil erkekleri olarak otoritelerine saygı duymak üzere yetiştirilen, birinin ülkesi için ölmesi ve öldürmesinin onur verici olduğunu bilen militarizmin en büyük desteği.
İşte bu yüzden bazı kadınlar savaşa karşı örgütlenirken aslında toplumsal cinsiyet ilişkilerinin dahil olduğu diğer konularda kendilerini erkeklerden ayırmak istiyor, günlük yaşamda birçok suret ve alanda yakından bağlantılı oldukları erkeklerden. Bazılarımızın geriye çekilip şiddetle bugünün toplumsal cinsiyet kültürleri arasındaki bağı ve fazla uzun zamandır hayatta olan erkek egemenliği sistemi sorgulama konusunda kendisini rahat hissetmesi gerekiyor. Başka nerede ve nasıl kadınların karşı kültürünü oluşturabiliriz, başkaldıran, sadık olmayan, geleneksel toplumsal cinsiyet ikiliğinin ‘daha iyi yarısı’ olmayı reddeden bir kadınlığı nasıl yaratabiliriz?
WILPF gibi barış ve adalet için kadın örgütlenmesinin devamı için 3 sebep önerdim. Kadınların savaştaki farklı deneyim ve yetkinlikleri ve bunları kabul edip seslendirme ihtiyacı. Protesto etme methodlarını seçme konusunda kadınlar olarak söz sahibi olmak. Ve son olarak, toplumsal cinsiyet ve savaşın feminist teorisini anlamak, kullanmak ve geliştirmek.
Gerçi bazı kadınlar sadece kadınların bulunduğu örgütlenmelerde ima edilen açık ‘ayrımcılık’tan süphe duyuyorlar.
Eğer benim internet bloğumu ziyaret etmeye vaktiniz olursa (sadece benim ismim ve sonra ‘nokta org’) kadın örgütlerine erkekleri dahil edip etmeme ve sebepleri konusunda kadınlar ve erkekler arasında yapılan bir tartışma bulacaksınız. Arzu ederseniz katılıp fikrinizi gönderebilirsiniz. Erkekleri dahil etmeyi savunan temel iddia “neden insanlar toplumsal cinsiyet temelinde ayrılıyorlar –bu haksızlık- bu sistemin yaptığının aynısı!”. Esasen her iki tarafın fikirlerine de saygı duyuyorum. Bazı kadınların yanlarında erkeklerin olmasını istemesinin sebepleri olduğunu anlamamız gerektiğini düşünüyorum, mesela Siyahlı Kadınlarda gözcülük yapan kadınların birçoğu yanlarında bir kaç erkek olmasından memnun oluyorlar. Bazı WILPF gruplarının kocalarının ve arkadaşlarının destekçi üyeler olduğuna inanıyorum. Belki de erkeklerin olduğu gruplarda kadınların yürütücülüğünde örgütler oluşturmayı öğrenmek hakkında söylenecek şeyler vardır, bu bir nevi yenilik.
Fakat aynı zamanda inanıyorum ki bazı kadınların ayrı ayrı, kadınlar olarak örgütlenme isteğine hem erkekler hem de kadınlar tarafından saygı gösterilmeli. Bu erkekleri reddetmek anlamına gelmiyor. Onun yerine bunu erkeklere toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerine çalışabilecekleri kendi gruplarını kurma izni verdiğimiz şeklinde görebiliriz. Birçok kadının yapmış olduğu bilinç-yükseltme çalışmalarını yapacakları, şiddetteki erkek imasını değerlendirecekleri ve toplumsal cinsiyet güç ilişkilerini değiştirmek ve aynı zamanda barış için çalışacakları grupları kurmaya izin verdiğimizi düşünebiliriz.
Çünkü toplumsal cinsiyet ilişkileri dönüştürülmeden savaşın bitmeyeceğinden hiçbirşeyden olmadığım kadar eminim. Bu yeteli bir koşul değil -ekonomik sömürü ve ırk nefretine de son vermek gerekiyor- fakat bu gerekli bir koşul. Bu olmadan barışımız olmayacak.
*Özgürlük ve Barış için Uluslararası Kadınlar Birliği (WILPF), Yıllık Genel Toplantı 2006, Toplantı Açılış Konuşması Şubat, Londra
**CityUniversityLondon, Sosyoloji Bölümü, c.cockburn@ktown.demon.co.uk