Neden Feminist Anti-Militarizm?

Cynthia Cockburn

Çeviri: Ayşan Sönmez

Bu yazı, Feministçerçeve 2004’te yer alan “Savaş Hâlâ Savaş…” adlı dosyadan alınmıştır.

Militarizme ve savaşa karşı çıkan kadın örgütlerinde, kendimize sıkça “Biz neden bir kadın örgütüyüz?” diye sorarız. Genellikle de, bu soruyu cevaplamadan bir diğerine atlarız: “Biz feminist miyiz?”. Yaptıklarımıza bir mantık arıyoruz. Bunu açıklığa kavuşturmanın iyi bir nedeni var: Bu, bizim eylem stratejilerimizi ve sözcük seçimimizi şekillendirebilir. Bu makalede olası cevaplar üzerine sesli düşünmeyi amaçlıyorum.

“Genler” mi, yoksa “hayat tecrübeleri” mi?

“Neden kadınlar” sorusunun kısa fakat aynı zamanda tehlikeli bir cevabı var. Şöyle denilebilir: “Barıştırıcı olmak kadınların doğasında vardır, biz doğamız gereği anlayışlı ve şefkatliyiz, bu genlerimizde var, bu doğur­ganlığımızla ilgili bir durum.” Bunun tehlikeli bir fikir olmasının ilk ne­deni, kanıtların bu fikri mütemadiyen yanlışlamasıdır: Barış hareketindeki her bir kadına karşılık, askeri bölükleri cesaretlendiren başka bir kadın vardır. Kadınların doğaları gereği saldırgan olmamalarını beklemek, hayal kırıklığına davetiye çıkarmaktır.

“Kadınlar doğaları gereği barıştırıcıdır” ifadesinin tehlikeli olmasının ikinci nedeni, bu ifadenin özcü olmasıdır. Yani, bu, “kadınlar”ı (ki ger­çekte son derece çeşitlidir) “kadın”a, Tanrı’nın veya doğanın bahşettiği, nitelikleri ve rolü kaçınılmaz ve karşı çıkılamaz, esasa dair bir şeye indir­ger. Farklılığın özcü açıklamaları sadece kadınlar ve erkeklerle ilgili me­selelerde değil, ortaya çıktığı her yerde kötü bir şeydir. “Kan ve gen bağı” üzerinden tanımlanan etnik kimlikler de eşit derecede tehlikelidir. Aslında, “kökenler”e başvuran kimlik tanımları, asla iddia ettiği gerçek hikayeler değillerdir, siyasi projelerdir.

“Neden kadınların barış hareketi diye bir şey var?” sorusunun daha uzun cevabı, cinsiyet yerine toplumsal cinsiyet kavramına dayanır. “Toplumsal cinsiyet” kavramı yeterince uysal bir kavram gibi görünüyor. Oysa, tari­hin akışı içinde, cinsiyetler arasındaki farklılığın önemli bir bölümünün aslında genetik olmayıp toplumsal olarak üretildiği fikri, devrimci ol­muştur. İçinde yaşadığımız kültürlerde, evde, okulda, şampuan ve oto­mobil üreten şirketlerin pazarlama departmanlarında, kadınları ve er­kekleri belirli bir kalıba göre üretmek için, ikisini benzerler olarak sun­maktan ziyade tamamlayıcı, bir elmanın iki yarısı olarak göstermek sure­tiyle muazzam miktarlarda sürekli bir çalışmayla yatırım yapılıyor. Neyse ki bazılarımız bu süreçten kaçıp kurtulabiliyor -en azından birey olarak her birimizin diğerinden enteresan biçimlerde epeyce farklı olabildiğimizi görebilecek kadar.

Bu toplumsal olarak cinsiyetlendirme sürecinin hem sebebi hem de so­nucu olarak, kadınlar ve erkekler bir hayli farklı yaşam deneyimlerine sa­hip olurlar. Sadece dört boyutunu seçebiliriz: Ev içi yaşam, iş, savaş ve dezavantaj deneyimi. Ev içinde, çok açıktır ki, gündelik yaşamın sürdü­rülmesi için çoğu kadın çoğu erkekten daha fazla zaman harcar. Pek çok kültürde, çocukları besleyip yetiştiren, alışveriş ve yemek yapan, çamaşır bulaşık yıkayan, temizlik yapan, hasta ve yaşlılara bakan ve sağlık sistemi, okul sistemi, sosyal refah sistemiyle ailelerimiz lehine ilişkiye geçen bizle­riz. Ve bu sorumlulukları yerine getirmeye uygun tavırlar ve beceriler ediniyoruz.

Farklı ücretli işlerde çalışmak da, aynı şekilde, farklı ilgileri ve yetenekleri şekillendirir. Ekonomik yaşamda, teknolojideki ve iş piyasalarındaki de­ğişimlere rağmen, cinsiyete dayalı belirgin bir işbölümü hâlâ var. Birçok kadın, evde zaten karşılıksız yaptıkları türden işlerden para kazanıyor. Hizmet sektöründe, kişisel bakım da dahil, kadınlar başı çekiyorlar. Aka­demik yaşamda, dil alanında, beşeri ilimler ve sosyal bilimlerde daha çok kadın uzmanlaşıyor. Rekabetçi ve bazen saldırgan kültürleri barındıran iş, siyaset ve devlet kademelerinde erkeklerden daha az kadın var.

Üçüncüsü ve bizimle bilhassa ilgili olanı, savaşın cinsiyete dayalı bir ay­rımının olduğudur. İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, erkeklerden daha az sayıda kadın, militer ve paramiliter [1] güçlere katılır. Kadınlar bazen şid­detin bizzat uygulayıcısı olurlar, ancak bu ayırt edici bir özellik değildir. Savaş politikalarının belirlendiği ve orduların yönetildiği yüksek mevki­lerde kesinlikle çok sayıda kadın yoktur. Dolayısıyla, kadınların militarist düşünceye daha az yatırım yapmış olabileceğini varsaymak anlamlıdır.

Son olarak, pek çok sosyal sınıftan ve pek çok ülkeden kadın, bir cins olarak dezavantajı ve eşitsizliği tecrübe eder ve bu onları bazen biraraya getirir. Bunun bir yönü kadınların sık sık erkekler tarafından uygulanan, cinselleştirilmiş kişisel şiddete maruz kalmalarıdır. Kadınlar, bu yüzden, erkeklerin şiddeti öğrendiği ve onları erkekler olarak kadınlara saygısızlık etrafında birbirine bağlayan belli eril kültürler, şiddet ve militarizm ara­sında bir bağlantı olduğunu görmeye başlarlar.

Toplumsal cinsiyete bağlı olarak farklılaştırılmış bütün bu deneyim, ya­şamın tecrübe ettiğimiz toplumsal cinsiyet özelliği, kadınlar ve erkekler arasındaki hem görüş hem de kültür farklılığını açıklamaya yeter. Görüş: kamuoyu yoklamalarında karşımıza çıkan çarpıtılmış istatistikleri ele ala­lım; tıpkı, erkeklerin 8’inin, kadınlarınsa sadece #’ünün Irak’a yö­nelik bir saldırıdan yana olduğunu gösteren Guardian’ın ICM adlı araş­tırma şirketine yaptırdığı en son kamuoyu yoklamasındaki gibi. Kültür: kadınların ve erkeklerin genellikle farklı altkültürleri ortaya çıkardığı dü­şünülür -buna kadınların sıkça dile getirdiği, “işleri kendilerine göre ya­pabilmek” için kadın gruplarıyla çalışmayı sevdikleri gerçeği tanık göste­rilir.

Dolayısıyla, özetleyecek olursak, kadınların farklılığına dair özcü bir inancın kati surette faydasız olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan; de­neyim farklılıkları üzerinden düşünüldüğünde toplumsal cinsiyete özgü yaşam biçimleri yardımcı olabilir.

Ortak bir zemin bulmak

Mesela, barış için kadın aktivizminin belirli türleri için asıl eksen budur. Pek çok ülkede, silahlı çatışmalarda farklı ‘taraflar’da yer alan kadınlar, kadınlar olarak ortaklaştıkları ihtiyaçları bulmak suretiyle, birbirleriyle ça­lışma ittifakları oluşturmuşlardır. Bu konuda verilebilecek bilinen bir ör­nek Kuzey İrlandalı kadınlardır. Belfast’ın merkezinde, ekonomik ve toplumsal sıkıntıların yaşandığı mahallelerde oturan işçi sınıfından ka­dınlar, on-onbeş yıl önce biraraya gelmeye başladılar ve çoğunluğu Ka­tolik veya Protestan olan mahallelerinde kadın toplum merkezleri kur­dular. Hepsinin üzerinde ortaklaştığı zemin, kadınların yoksulluk içindeki ailelere bakarken yaşadıkları sıkıntı, ev içi şiddete maruz kalmak, yerel yönetimden kötü hizmet görmek, polis ve askerin tacizi ve mahallele­rinde hüküm süren paramiliter örgütlere yeniyetme oğullarını kaptıra­caklarına dair sürekli bir korkuydu. Sonunda, ikinci bir adım olarak, bu kadın merkezlerinden bazıları, aynı ortak zemini, milliyetçi ve birlikçi [2] ma­hallelerin kadınları arasında bir köprü oluşturabilmek için yeterli buldu. Araştırmamda Bosna, İsrail ve Kıbrıs’taki çatışma hatları boyunca kadın ittifakının örneklerini buldum, benzer örnekler eminim diğer pek çok ülkede de vardır.

Belki aynı sonucu Britanya’daki kendi etkinliğimizde de görebiliriz. Biz burada, diğer ülkeleri sömürgeleştiren, ekonomik ve militer gücünü genellikle sorumsuzca deniz aşırı kullanan bir ülkenin sakinleri olarak, Belfast’taki kadınlardan çok farklı bir durumdayız. Ancak, muhtemelen biz de, savaşı bilfiil tecrübe eden kadınlarla -örneğin Filistinli, Afgan veya Iraklı kadınlarla- dayanışma çalışmasının temeli olarak aynı söy­lemden, “kadınların paylaştığı yaşam deneyimi”nden yola çıkabiliriz.

Feminizme başvurmak

Ancak, “kadınların ortaklıkları” söyleminin bizi götüremeyeceği bir nokta olduğunu belirtmek isterim. Öncelikle, kadınların sahip olduğu farklı deneyim, kadınları “kadın meselesinin” ötesine geçirmek duru­munda değil. Bunun, dezavantaj yaratan bir sistemin eleştirisine yönel­mesi gerekmez. Dahası, kadınların dayanışmasından kadınların antimilitarizmine geçişi sağlayan otomatik bir adım yoktur. Bunlar birbi­riyle ilişkili fikirler ve pek çok kadın her ikisiyle de ilgileniyor -ancak bunlar aynı şey değildir. Bu noktada, bana kalırsa, feminizme başvur­maktan başka alternatif yok. Feminizm kadınların çoğunun, hatta aktivist kadınların bile rahatsız olduğu bir sözcüktür. Bu meseleyi feminist dü­şünce açısından tartışmak istiyorum ve bunu iki şekilde yapacağım.

Öncelikle, feminizm sözcüğünden rahatsız olmamızın nedeni, kısmen bu sözcüğün kadınların sürüden ayrıldığını, eşitlik talep ettiğini, özerk dav­randığını, yeni bir politika ürettiğini görmek istemeyenler tarafından ne­gatif bir şeye, çirkin bir şeye dönüştürülmüş olmasıdır. Kadınların öz­gürlüğünün kendi düşmanlarına sahip olduğunu kabul etmek zorundayız. Onlar, feminizmi telafuz edilemez bir sözcük haline, pek çok farklı top­lumsal sınıftan, etnik gruptan ve ülkeden kadının kendi üzerlerine iliş­tirmeye dayanamadıkları bir etiket haline getirdiler. Kişisel olarak ben, bu konuda cesur olmamız ve ısrarcı davranmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bununla birlikte, feminizmin itibarının iadesini talep ederken, bu söz­cükle tam olarak ne kastettiğimizi belirtmek zorundayız. Bu yüzden, fe­minizm lehine kanıtlar sunmak istediğim ikinci yön, bir kimlik olarak feminizmi, bir program olarak feminizmden ayrıştırmaktır. Amerikalı si­yah feminist bell hooks, kendimizi “Ben bir feminist miyim?” diye sora­rak sınamak durumunda olmadığımızı ileri sürer. Gerektiğinde feminist kimlik olmadan da yapabiliriz. Ancak, feminist bir çözümleme ve eylem programı olmadan yapamayız.

Feminizmler arasında seçim yapmak

Fakat hangisi? Çünkü tek bir feminizm yok bir hayli var, tıpkı sosyaliz­min birçok versiyonu olduğu gibi. Ve belki Hristiyanlığın da. Her yeni siyasi konjonktürde farklı versiyonlar arasında ayrım yapmak, ilgili teoriyi ve siyasi pratiği seçmek bize bağlı. Gerçekliğimizi yansıtacak ve amacı­mıza hizmet edecek kavramlara, düşünce araçlarına ihtiyacımız var. Bi­zim durumumuzda ihtiyacımız olan şey, antimilitarizmle işlevli bir bi­çimde bağlantılandırılabilecek bir feminizmdir.

Öncelikle “feminizm”in kullanılageldiği ve şahsen benim verimsiz bul­duğum bazı biçimlerini düşünelim. İlkin, bazı kadınlar, kadınların erkek­lerden doğal, biyolojik farklılığını ve erkeklerden üstünlüğünü savunan şu özcü teoriye feminizm adını vermişler. İkinci olarak, amaçları çoku­luslu şiketlerden tutun da orduya kadar her alanda, erkeklerle başarılı bir şekilde rekabet ederek eşitlik sağlamak olan bazı kadınlar da kendilerine feminist diyorlar. Bu, kollektif olmaktan çok bireysel bir tasarıdır. Bu “liberal” feminizmdir, mesele yerleşik kurumlarımızı dönüştürmek değil, merdivenin basamaklarını hızla tırmanmaktır. Kadınları ilerletecek olanın kişisel ve yukarı doğru tırmanılacak bir yol olduğunu düşünen kadınlar, aynı zamanda, tek tek erkekleri sorun olarak görme eğilimindedirler. Onları erkek şovenistler diye adlandırabilirler. Bireysel eril tavrın ortaya çıktığı kültürler, bu kültürlerin ne gibi çıkarlara hizmet ettiği, bunların erkeklere de nasıl zarar verdiği ve erkeklerin bu konuda ne yapabilecek­leri hakkında sorular sormazlar.

Üçüncüsü, feminizm sözcüğü toplumsal cinsiyet baskısını, birincil veya aslında tek baskı olarak görenler tarafından sık sık “radikal” takısıyla bir­likte kullanılır. Radikal feminizm bence gayet yararlıdır. Radikal femi­nizmin, bedenin zorlu gerçekliklerine, özellikle cinsellik ve şiddete dair oluşturduğu anlayış olmadan yapamayız. Fakat bundan daha karmaşık bir çözümlemeye ihtiyacımız var. Erkekler, erkekler olarak kadınların ezilmişliğinin tek kaynağı değildir. Mesela, kapitalist pazarların işleyişini, milliyetçi ve faşist hareketlerin anlamını ve dinlerde köktenciliğin artışı­nın gerekçesini kavramak zorundayız. Bunlar patriyarkanın sadece yan ürünlerine indirgenemez.

Kendi amaçlarımız için bir feminizm

Şimdi size, bahsettiğim muhtelif biçimlerde kendini satmayan feminizm sözcüğünden ne anladığımı söylemek zorundayım: Pek çoğumuzun (onu nasıl adlandıracağımızı her zaman bilmediğimiz halde) gönül verdiği bir hareket, kadınların savaş karşıtı aktivizmi için hem elverişli hem de bu konuda açıklamada bulunan bir feminizm. Burada dile getirdiklerimle ne yaptığımın tamamen farkındayım: Feminizmle kastettiğim şey budur, benim için en işe yarar olan düşünüş biçimi budur, bu benim aklıma ya­tıyor ve ilerlemeci siyaset anlayışıma hizmet ediyor. Fakat, bu konuyu tartışmak üzere size açıyorum.

Her şeyden önce, bize, sadece kadınların ve erkeklerin yaşam tecrübeleri arasındaki farklılığa, onun sayesinde erkeklerin her şey, kadınların hiçbir şey ya da tam tersi olduğu “tamamlayıcılık etkisi”ne dikkat çekmenin ötesine geçen bir feminizmin gerekli olduğunu söyleyebilirim. Böylesi bir femi­nizm, bahsedilen farklılaşmanın içinde, bünyesinde iktidarı ve eşitsizliği barındıran bir sürecin varlığını görür. Bizim toplumlarımızda erkekler, kadınları “öteki” olarak tanımlama ve böyle yaparak kadınları daha az değerli gösterme gücüne sahiptir. Feminizm bu “ötekileştirme” sürecini, toplumsal cinsiyete dayalı bir iktidar yapısının varlığını başlatan bir süreç olarak görür.

Bu düzeni tarif etmeye yarayabilecek belli kavramlar var. Bunlar, ilk önce akademik çalışmada kullanıma girdi; fakat pratiğe yönelik bazı soruları teşvik etmesi açısından faydalıdır. Bazı kadınlar “ataerki” terimini, halen içinde yaşadığımız erkek egemen “toplumsal cinsiyet düzeni” türünü ta­nımlamak için kullanırlar. Burada uğraştığımız şeyin, büyük ve sistemli bir şey olduğunu hatırlatması açısından böylesi stenografik terimlere sa­hip olmak yararlıdır.

Toplumsal cinsiyet düzeni, elbette ki, her zaman için toplumsal sınıf dü­zeniyle, etnisiteye dayalı düzenle ve toplumdaki diğer iktidar görünümle­riyle iç içe geçmiştir. Ayrıca, uygun bir terim de var: “Toplumsal cinsiyet rejimi.” Bu, verili herhangi bir kurumdaki toplumsal cinsiyete dayalı dü­zenlemeler anlamına gelir. Bu bizi birtakım yararlı sorular sormaya sevk eder: Toplumsal cinsiyete dayalı iktidar, çokuluslu şirketin yönetim ku­rulu odasında nasıl işler? Veya, benim çocuğumun okulundaki toplumsal cinsiyete dayalı ilişkiler nelerdir? Bütün bunların ilginç bir şekilde farklı toplumsal cinsiyet rejimlerine sahip olmasını bekleriz. Toplumsal cinsiyet rejimlerine, hatta toplumsal cinsiyet düzenine meydan okunabilir ve bu rejim ve düzen değiştirilebilir.

Bob Connel de bir kavram önermiştir: “Ataerkil kâr payı.” Bununla, bir bütün olarak erkeklerin ataerkil bir toplumsal cinsiyet düzeninde yaşa­maktan sağladıkları avantajı kastediyor. Ancak, ataerkil sistemler muhak­kak ki, sadece kadınlar ve erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkileri kapsa­maz. Ataerkil sistemler aynı zamanda, erkekleri, bazılarının fena halde aleyhine olmak üzere, kendi arasında derecelendiren geniş çaplı hiyerar­şilere sahiptirler. Erat pozisyonundaki erkeklerin savaş zaiyatından biraz daha iyi bir muamele görebildiği bir orduyu düşünün. Her erkek ataerkil kâr payından eşit miktarda nasiplenmez. Yine de bu kavram erkekleri, yararlı bir şekilde kendilerini sorgulamaya yönlendirebilir.

İhtiyaç duyduğumuzu ileri sürdüğüm bu özcülük karşıtı feminizm top­lumsal cinsiyeti pek çok farklı şekillerde yaşanan bir şey olarak görür: Çoğul anlamda erkeklikler ve kadınlıklar üzerine konuşmak ancak bu takdirde bir anlam ifade eder. Böylesi bir feminizm; kimlikleri, eril ve di­şil kimlikler de dahil olmak üzere, varolan zamana veya mekana göre farklılaşabilen akışkan ve değişebilir şeyler olarak kabul eder. Kolektif bir feminizmin başarı ölçütü, bir kadının merdivenin ne kadar yukarısına tırmandığı değil, geride kalan çok sayıda kadının içinde bulunduğu du­rumdur.

Milliyetçilik ve militarizmle tartışmaya girmek

Dolayısıyla bu tür bir feminizm, ataerkil toplumsal cinsiyet düzenini gö­rür, anlamaya ve her şeyden önce ona meydan okumaya çalışır. Femi­nizm bunun için vardır. Ancak şimdi bir adım daha atmak ve gayet dik­katle tanımlamış olduğumuz bu feminizmi, ataerkiyle mücadelenin öte­sine, her ikisi de şavaşa derinden bulaşmış diğer iki sistemle -milliyetçilik ve militarizmle- buluşmaya yönlendirmek istiyorum.

Milliyetçilik ve militarizmin her ikisi de birer ideolojidir (düşünce ku­ramları) ve bundan kaynaklanan pratiklerden ibarettirler. Şimdi bunu göz önünde tutarsak, ataerkil bir toplumda, toplumsal cinsiyetteki eşitsizlikler ve sapmalar, militarizm ve milliyetçilik diye adlandırdığımız toplumsal sistemlerin en ayırt edici özelliğidir. Bunlar bir tür “birader” [3] ideolojiler­dir ve kadınlar ve erkekler için toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair çok benzer senaryoları vardır. Aktif, saldırgan ve kamusal bir erkeği ve er­kekliği biçimlendirirler. Bu “gerçek erkek”, kadınsı özellikleri pasiflik, evcimenlik ve sadakat olan münasip kadından keskin hatlarla ayrıştırıl­mıştır. Bu düşünce kuramlarının her üçünde de erkeğe (baba, vatansever, asker), kadından çok daha fazla değer atfedilir. Pek çok kadın, bunun gibi kültürlerde kendi geleneksel rollerini yeterince gururla oynar. Her şeye rağmen kadınlar, devamlılık için hayati öneme sahiptir çünkü, hem nüfusu hem de kültürü yeniden üreten onlardır. Lakin eşler ve anneler olarak değer kazanırlar, özerk varlıklar olarak değil.

Bazen bunu şöyle değerlendiririm: Ataerki, milliyetçilik ve militarizm bir tür karşılıklı hayranlık toplumudur. Milliyetçilik ataerkiye aşıktır, çünkü ataerki ona gerçek minik vatanseverler doğuracak kadınlar sunar. Milita­rizm ataerkiye aşıktır; çünkü ataerkinin kadınları, oğullarını asker olma­ları için kendisine takdim eder. Ataerki milliyetçiliğe ve militarizme aşık­tır; çünkü bu ikisi tam anlamıyla erkeksi erkekler üretir.

Eğer bunlar doğruysa, toplumsal cinsiyete dayalı ilişkilerin belirli bir bi­çiminin, savaşlara yol açan ve savaşların sürmesini sağlayan sistemin ka­rakteristik bir parçası olduğunu görmek zorundayız. Ve feminizm, ataer­kiye meydan okurken diğer iki “izm”e de meydan okur. Feminizmin teo­risi, bizim ataerkiyi kapana kıstırmayı kendine amaç edinmiş düşünme araçlarımız, militarizm ve milliyetçiliğin altını oymak için çok yararlı araçlardır.

“İnsani Savaşlar”

Bununla birlikte, burada değinmemiz gereken bir görünümler sorunu vardır. ABD veya Britanya’nın bu günlerde başlattığı savaşların, görü­nüşte milliyetçilik ve militarizm ideolojileri namına yapılıyormuş havası taşımaması bazen kafa karıştırıcı olabiliyor. ABD’nin savaş söyleminin ve savaşa girişmesinin asıl amacı, elbette ki, her zaman olduğu gibi yine ay­nıdır: ekonomik denetim için siyasi hakimiyet. ABD iş dünyasının çıkar­ları, ABD tarafından hayata geçiriliyor. Bush ve Blair’in “özel ilişki”si, Britanya’nın dünyadaki ulusal kıdemiyle ilişkili.

Ancak son yıllarda Batılı ülkeler modası geçmiş milliyetçilik söylemini rafa kaldırıp yerine, dünya seçmenleri için halihazırda daha kabul edilebi­lir duran insaniyet ve güvenlik söylemini kullanmaya başladılar. Yeni söylem, eski söylemleri geri kalmış gibi lanse eder. Ataerki -Ortaçağdan kalma Taliban’ın kadınlara yaptığı tam da budur. Ya milliyetçilik -bu, katil Sırpların bir marifeti değil mi? Peki ya militarizm?- bu biz değiliz; bu, Saddam ve onun kitle imha silahları. Bu tablo içinde Birleşmiş Mil­letler de bir kılıfına uydurulur -bu suretle, savaş projeleri, ulusaldan zi­yade uluslararası, militaristten ziyade insaniymiş gibi görünür.

Ayrıca, günümüzde Batı kültürlerindeki belli baskılar, siyasetçileri yüzey­sel değişimleri kabul etmeye zorladı. Bunların bazılarının kaynağı aslında, kadınların kendi talepleridir -örneğin; kadınların orduya dahil edilmesi, hatta, şu günlerde, bizzat savaşan figürler olarak. Sonuçta ordu artık pek de öyle ataerkilmiş gibi görünmüyor. Hatta militarist kahramanlığın kü­çük bir kısmını sanki kaybetmiş gibi duruyor: Kamuoyu ölü Amerikan askeri istemiyor.

Fakat, görünenin altındaki acı gerçek şudur ki, ataerki, milliyetçilik ve militarizm, yapılar ve kültürler olarak hâlâ oradalar. “Modern” toplum­larda orduya hizmetle gurur duymak, milli onur ve yiğitlik derinlerde ya­tar. Şimdilerde Britanya nüfusunun savaş yanlısı kesiminde tam da bu vardır. Geçenlerde, biz Irak’taki savaşa karşı çıkmak üzere sokaklara dö­külmüşken, yanımdan geçen bir adam öfke içinde şöyle bağırdı: “Hepi­niz korkaksınız, siz busunuz!” Aynı zamanda, ABD’deki köktenci Hristiyanlığın rolünü, silah kültürünü ve yıldız ve çizgi [4] etrafında şekille­nen seremonileri bir düşünün. Bu tarz kültürlerin hâlâ yeşermesi saye­sinde, Bush, Cheney ve Rumsfeld gibi siyasi aktörler, nüfusun büyük bir çoğunluğunu, savaş planlarının ardı sıra sürükleyebiliyorlar.

Dolayısıyla yapmaya çalıştığım, feminizmin, milliyetçi siyasi projelere karşı durmaya ve antimilitarizme eklemlenen bir konumda olmadığını teori ve pratik olarak, bunlara nasıl önemli bir katkı sunabileceğini gös­termektir. Gerçekten böyle düşünüyorum, çünkü bunlar had safhada toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş siyasi yapılardır, çünkü toplumsal cinsiyet onların kemiklerine işlemiştir; siz feminist bir çözümleme yap­madan militarizmi veya milliyetçiliği bir bütün olarak, tam anlamıyla an­layamazsınız. Ve bir adım öteye gidip şöyle denilebilir: Bunlara feminist bir pratik olmaksızın etkili bir şekilde meydan okuyamazsınız.

Irkçılık ve savaş

Feminist bir bakışla, militarizm ve milliyetçilik anlayışımızın nasıl gelişti­ğini ele aldıktan sonra, bunu tersyüz etmek suretiyle milliyetçilik eleştiri­sini gündeme getirirken kadınlar ve erkeklere (toplumsal cinsiyet ilişkile­rine, ataerkiye) dair kavrayışımızı nasıl daha iyi bir hale geldiğini düşüne­rek sözlerimi bitirmek istiyorum.

Geçen Eylül ayında İsrail’in kuzeyinde, Bat Shalom tarafından düzenle­nen bir etkinliğe katıldım. Bat Shalom, işgale fiilen karşı çıkan, hem İsra­illi Yahudi hem de İsrailli Filistinli kadınlardan oluşan bir grup. Irkçılık teması etrafında bir toplantı düzenlemişlerdi. Önce şöyle düşündüğümü itiraf etmeliyim: “İsrail ordusunun Batı Şeria’da hâlâ sürdürdüğü dehşet verici saldırılar düşünüldüğünde, böylesi bir temayı seçmek, sorunun sanki bir hayli hafife alındığını gösteriyor.” Yanılmıştım. Çok faydalı bir vurguydu. Bizim, Siyonist projede ima edilen ırkçılığın varlığını tanıma­mızı sağlayarak, bizi her şeyi en baştan yeniden düşünmeye sevk etti. Görünür kıldığı, iki şey arasındaki ilişkiydi: İsrail içindeki (ikinci sınıf vatandaşları Mizrahi Yahudilerine ve üçüncü sınıf vatandaşları İsrailli Arap Filistinlilere karşı işleyen) Yahudi Irkçılığı; ve Yeşil Hattın diğer ya­nında yaşayan Filistinliler’in insanlık dışı bir konuma indirgenmesi. İçeri­deki ırkçılık İşgal’in vahşiliğini meşrulaştırıyor ve İşgal Altındaki Top­raklar’daki çatışma, içerideki ırkçılığı meşrulaştırıyor.

New York ve Washington’da 11 Eylül 2001’de gerçekleşen saldırıların hemen akabinde, pek çoğumuzun, bu korkunç olayların bizi bir değil, iki şekilde etkileyeceğini fark etmesini sağlayan, bu tür bir siyasi düşünceydi. ABD, bu sözde “terörist”lerden hangi cehennemde olurlarsa olsunlar, hiç şüphe yok ki, intikam alacaktı. Kesinlikle savaş çıkacaktı ve biz buna karşı koymak durumunda kalacaktık.

Ancak ikinci olarak, aynı zamanda kendi toplumumuzda yaşayan “Müs­lümanlar”a ve diğer “yabancılar”a yönelik ırkçılıkta ve baskıda da ani bir artış olacaktı. “Terörizm”e karşı “güvenlik” adına, onların sivil özgür­lükleri (ve bizim sivil özgürlüklerimiz) tehdit altında olacaktı ve biz buna da karşı koymaya mecburduk. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar olarak adlandırılmayı ve bölünmeyi reddetmek zorundaydık. Ve şunu söylememiz şarttı: Hareketimiz içinde biz bu şeylerin hem hepsi, hem de hiçbiriydik. Kültürel farklılığı dinsel farklılığa indirgeyen ve dinsel farklı­lığı ırkçılaştıran görüşü reddetmek zorundaydık.

Ve şimdi bazılarımızın, bir kısmı savaş karşıtı olan, diğer bir kısmı ırkçı­lığa karşı etkinlik gösteren bir avuç kadın örgütlenmesi ve iletişim ağıyla hızla bir tür geçici koalisyon oluşturmasından gurur duyuyorum. Bu gruplar şunlardı: Savaşa Karşı Siyahlı Kadınlar (Women in Black against War), Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadınlar Birliği (The Women’s International League for Peace and Freedom), İslami Yasalar Altında Yaşayan Kadınlar (Women Living Under Muslim Laws), Köktenciliklere Karşı Ka­dınlar (Women Against Fundementalisms), Southall’lı Siyah Kızkardeşler (Southall Black Sisters), ve Ortak Eylem (Act Together) (Birleşik Krallık’ta Iraklı ve diğer kadınların oluşturduğu bir grup). Şimdiye kadar birlikte, “içeğitim” diye adlandırdığımız iki etkinlik düzenledik. Bu, etkinlikler için doğru bir isimdi, çünkü bu toplantılarda son derece farklı türde, açıkça ortaya konmuş bilgiyi biraraya getirdik ve ben birbirimizden, son­rasında politikamızı şekillendiren bir şeyleri gerçekten de öğrendiğimizi hissediyorum.

Siyasi tercihler yapmak

Burada modelini sunmaya çalıştığım feminist, anti-militarist ve milliyet­çilik karşıtı veya ırkçılık karşıtı düşünce biçimi, mütemadiyen sınamaya tabi tutuluyor. Kaçınılmaz olarak, halen süren Savaşı Durdurun Koalis­yonu (Stop the War Coalition) gibi savaşa karşı çıkan daha büyük bir hare­ketin parçasıyız. Ancak, verili herhangi bir savaşa karşı çıkan bir hareket, politikaları tamamıyla çakışmayan çeşitli öğelerden oluşur. Aslında, örtüşme çok az bile olabilir -sadece “bu savaşa hayır.” Bir gösteride, hatta platformda, sınıf eksenli siyasetleriyle toplumsal cinsiyet çözümle­mesini ve bağımsız kadın örgütlenmesini sapma olarak değerlendirip kı­nayan sol gruplar olacaktır. Bu ortamlarda, kadınlar için son derece bas­kıcı bir gelecek tasavvuru olan, ki sadece Müslüman gruplar değil, kök­tenci dini siyasi hareketler temsil edilecektir. Orada, milliyetçi veya hatta militarist eğilime sahip, düşmanımın düşmanı benim dostumdur mantı­ğından -feci halde basitleştirilmiş bir formül- hareketle, ABD ve Bri­tanya’nın “düşman” diye tanımladığı herhangi birini (Miloşeviç’i, Saddam Hüseyin’i, Usama bin Laden’i) destekleyen kimseler de olacaktır.

Militarizme ve savaşa karşı çıkan, adil barış taraftarı bir kadın hareketi konumlanışı ve müttefikleri hakkında sürekli, günlük seçimler yapmak zorundadır. Bizim siyasetimize en uygunu ne tür bir eylemdir: Mizahi mi/meydan okuyan mı? Sözlü mü/fiziksel mi? Yerel mi/denizaşırı mı? Erkeklerden ve erkeklikten bahseden mi/etmeyen mi? Diğer gruplarla mı/kendi başımıza mı? Söylemimizi zekice seçmeliyiz. Dövizlerimize yazdığımız sloganlara, broşürlerde kullandığımız kelimelere, kampanyala­rımız için bastırdığımız basın bültenlerine yansıyan titiz anlayışı düşünün. Böylesi seçimleri, her daim değişen siyasi koşullar içinde, feminist bir çö­zümlemenin yardımı olmadan doğru bir şekilde yapabileceğimizi dü­şünmüyorum.

Bu makale, yazarın 1 Mart 2003’te Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadınlar Birliği (the Women’s International League for Peace and Freedom-WILPF) Nantwich’teki, Yıllık Genel Toplantısı’nda yaptığı bir konuşmaya dayanmakta­dır. Kişisel bir görüştür ve herhangi bir örgütün konumlanışını yansıtmaz. WILPF’ın websitesine, http://www.wilpf.int.ch, ve Siyahlı Kadınlar’ın websitesine, http://www.womeninblack.org.uk, tartışma metni olarak konulmuştur.

(1)
Askeri niteliği olan fakat orduya bağlı olmayan (kuruluş, örgüt). (ç.n.)
(2)
Kuzey İrlanda’nın İngiltere’ye bağlanmasını destekleyenler. (ç.n.)
(3)
‘Kardeş’ ideolojilerdir. Ancak ima edilen, İngilizce kullanımıyla ‘brother’, ‘erkek kardeş’ anla mını taşır. (ç.n.)
(4)
ABD bayrağının sembolik ifadesi. Türk bayrağının ay-yıldızla anlatılması gibi. (ç.n.)