İstanbul Sözleşmesi’ni Fesih Girişimi Üzerine

Esra Aşan / 1 Nisan 2021 

20 Mart Cumartesi gecesi İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı kararı Resmi Gazete’de yayımlandı. Sözleşmeye ne olacağı; iktidar, kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi bileşenleri, sivil toplum örgütleri, çeşitli tarikatlar ve cemaatler arasında uzun zamandır gerilim konusuydu. Resmi Gazete’de yayımlanan bu kararla birlikte artık başka bir aşamaya geçilmiş oldu.

Öncelikle bunu bir fesih kararı olarak değil, fesih girişimi olarak değerlendirmek gerekir. Hukukçuların uluslararası bir sözleşmeden çekilme prosedürlerine ve Cumhurbaşkanı kararının bu prosedürlere uymadığına dair ciddi uyarıları var. Eşitlik İçin Kadın  Platformu’nun da işaret ettiği gibi, Meclis’in onayladığı bir sözleşmeden Cumhurbaşkanı kararıyla çıkılamaz. Uluslararası sözleşmeler usulüne uygun şekilde onaylandığında iç hukukun üstünde metinlerdir. Çok taraflı bir uluslararası antlaşma iç hukukta nasıl yürürlüğe girdiyse ancak aynı usul ile geri alınabilir.[1] Aksi halde iç hukuktaki tüm kanunlar bir kararla iptal edilebilir ve tek kişinin kararıyla tüm uluslararası sözleşmelerden çıkılabilir. Bununla birlikte temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası sözleşmelerden kanunla çıkılması bile mümkün olamayabilir. Buradan bakıldığında, Avrupa Konseyi’nin, hukuki geçerliliğini sorgulamadan Türkiye’nin çekilme bildirimini hemen yürürlüğe koymasını ise ayrıca değerlendirmek gerekir.

İmzacı ülkelere kadına yönelik şiddeti, aile/ev[2] içindeki tüm bireylere yönelik şiddeti önleme konusunda sorumluluklar yükleyen bu sözleşmeden Türkiye’nin apar topar çekilmesi, pek çok kesimde şaşkınlık yarattı. Bunun en önemli sebebi, bu kararın kadınlara, çocuklara, LGBTİ+’lara yönelik şiddetin, aile/ev içindeki şiddetin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde yayımlanmasıydı. Şaşkınlık yaratan sadece Türkiye’nin -ilk imzacısı olmakla övündüğümüz- İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece ansızın çekilmesi değildi; bunun üst üste gelen pek çok olayla birlikte, bir şok paketinin parçası olmasıydı.

Aynı günlerde;

  • İnsan hakları ihlallerini sık sık gündeme taşıyan HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun -attığı bir tweet nedeniyle ceza alması sonucu- vekilliği düşürüldü. Mecliste sivil itaatsizlik eylemine başlayan Ömer Faruk Gergerlioğlu, polisin TBMM’ye operasyon düzenlemesiyle gözaltına alındı.
  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin HDP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. 600’ün üzerinde HDP üyesi için siyasi yasak talep edildi.
  • Ekonomi alanında da çarpıcı bir gelişme yaşandı: Kısa bir süre önce Merkez Bankası’nın başına getirilen Naci Ağbal Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile görevinden alındı. Bu karar Merkez Bankası’nın faiz artırımı kararı nedeniyle Yeni Şafak ve Sabah gazetelerinin Naci Ağbal’ı hedefe koymasının hemen ardından geldi.
  • Başka bir ihtilaflı konu olan Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyeti İBB’den alındı ve Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredildi.
  • Aralarında Ordu-Giresun, Muş-Diyarbakır’ın da olduğu şehirlerin haritaları değişti, sınırları yeniden belirlendi. Seçimlere, seçim sisteminin değiştirilmesine yönelik olduğu görülebilen bu gibi sınır değişikliklerinin önümüzdeki günlerde artarak devam edeceği tahmin edilebilir.

Böyle bir ortamda gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi’ni fesih girişimini; hem siyasi ittifaklara kısa vadeli etkisi üzerinden hem de yeni Türkiye’nin cinsiyet eşitliğini, eşit vatandaşlığı reddeden rejimi üzerinden, çok boyutlu değerlendirmek mümkün.

Sözleşmenin siyasi pazarlık konusu yapılması

İstanbul Sözleşmesi’nin siyasi pazarlıklara alet edilmesi üzerine şunlar söylenebilir: İslamcı ittifakı bir arada tutma konusunda bir süredir AKP’nin, özelde Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinde bir baskı olduğu biliniyor. Parti içinde yaşanan ayrışmalar sonrasında DEVA ve Gelecek Partilerinin kurulmasıyla birlikte AKP etrafında birleşmiş olan İslami, muhafazakâr çevreler, tarikat ve cemaatler kısmen bu partilere dağıldı. Cumhur İttifakı’nın İslami kanadında bir güç kaybı yaşandı. AKP etrafında kalan çevrelerin bir kısmı İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması konusunda baskı gücünü artırdı. Sözleşmenin kaldırılması 2020 bahar yaz aylarında gündeme geldiğinde AKP’nin bu değişikliği yapmasına engel olacak pek çok dinamik vardı. Bunlardan biri parti içinde bu konuda hemfikir olunmaması, AKP’li kadınların çoğunun ve AKP’ye yakınlığı ile bilinen KADEM’in sözleşmeyi savunmasıydı. Diğer bir neden sözleşmeden çıkışın tartışıldığı 2020 Temmuz’unda yaşanan Pınar Gültekin cinayetinin bu tartışmalarla birlikte infial yaratmasıydı. Cumhur İttifakı’nın diğer bileşeni MHP lideri Devlet Bahçeli, Pınar Gültekin cinayetini işaret ederek İstanbul Sözleşmesi konusunda iktidarı sert bir şekilde uyarmıştı.[3] Kadın kurumları, LGBTİ+ kurumları, pek çok sivil toplum kurumu sözleşmeden çekilme gündemini zaten yakından takip ediyordu. Bunların yanında, Akit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak hızını alamayıp KADEM’e, AKP’li kadınlara hakaretler yağdırınca sözleşmeden çıkış meselesi bir süre askıya alınmış oldu. Daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sözleşmeden çekilme talebiyle rapor sunan Türkiye Düşünce Platformu bu gelişmeler üzerine “Mayınlı alana girdik, çok yorulduk, çekiliyoruz” diyen bir açıklama yaptı.

Konu, Ocak 2021’de Erdoğan’ın Saadet Partisi’nden Oğuzhan Asiltürk ile yaptığı görüşme sonrasında yeniden gündeme geldi. Oğuzhan Asiltürk’ün Erdoğan’a destek vermek için öne sürdüğü şartlardan biri başkanlık sisteminin kaldırılması diğeri de İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi idi. Asiltürk görüşmenin ardından yaptığı açıklamada sözleşmenin kalkacağını net bir şekilde söylemişti. İstanbul Sözleşmesi’nin tıpkı Ayasofya gibi İslamcı ittifakı bir arada tutan bir yapıştırıcı olarak işlevlendiğini söylemek mümkün. Saadet Partisi’ni Millet İttifakı’ndan, CHP’nin yanından koparıp Milli Görüş çizgisinde tutmak, diğer tarikat ve cemaatleri de AKP etrafında birleştirmek için İstanbul Sözleşmesi feda edilebilirdi. Böylece AKP, 24 Mart’taki 7. Olağan Büyük Kongresi’ne İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek girmiş oldu. Bu dönemde MHP’den bir karşı çıkış gelmedi. Devlet Bahçeli uzun bir süredir HDP’nin kapatılması konusunda Erdoğan üzerinde baskı kuruyor ama istediğini alamıyordu. Bu sefer öyle olmadı. Devlet Bahçeli, yeniden genel başkan seçildiği MHP’nin 18 Mart’taki 13. Olağan Büyük Kurultayı’na HDP’ye açılan kapatılma davasıyla ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesiyle girdi. Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerini bastırmak için devam eden darbeler silsilesine bir yenisi daha eklendi. HDP’nin kazandığı belediyelerin kayyım atamalarıyla elinden alınması, gözaltı ve tutuklamalarla HDP çalışanlarının etkisiz hale getirilmesi darbe siyaseti için yeterli olmadı; sahada doğru düzgün çalışan milletvekillerinin işlevsizleştirilmesi ve partinin kapatılması aşamasına geçildi.

Yeni Türkiye’nin cinsiyet rejimi ve kadın haklarına darbe

İstanbul Sözleşmesi’ni fesih girişimini sadece siyasi ittifaklar ve pazarlıklar üzerinden değerlendiremeyiz. Dar bir çevre itiraz ediyor olsa da birkaç yıldır İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğiyle ilgili yanlış ve çarpıtılmış bilgilerle kamuoyu oluşturulmaya çalışıyor. Türkiye Aile Meclisi’nin öncülük ettiği ataerkil aileyi merkeze alan çeşitli platformlar, bazı tarikat çevreleri, özellikle Yeni Akit’in liderliğini yaptığı basın yayın kuruluşları sözleşme üzerinden dezenformasyon yayıyor. Sözleşme’nin boşanmaları teşvik edip aileleri parçaladığı, eşcinselliği yaydığı, amacının toplumu cinsiyetsizleştirmek olduğu ve Türkiye’nin toplumsal değerleriyle uyuşmadığı çarpıtmasıyla ahlaki bir panik yaratılıyor. Ve bunlar Sözleşme’nin iptal gerekçeleri olarak ortaya konabiliyor. Böylece kadına, LGBTİ+’lara yönelik şiddetin ve hane/ev içindeki her türlü şiddetin önü açılmış oluyor. İstanbul Sözleşmesi’ni fesheden Cumhurbaşkanı Kararı’nın kadın örgütleri tarafından ölüm fermanı olarak tanımlanmasının temel nedeni de bu.

Bu fesih girişimini yaratılmak istenen yeni toplum, yeni Türkiye üzerinden düşünmek gerekir. Son yüz yılda hem dünyada hem Türkiye’de kadın hareketleri temel hak ve özgürlükler konusunda müthiş kazanımlar elde etti. Bugün Türkiye’de var olan haklar kadın hareketlerinin mücadelesi sayesinde kazanıldı. Siyasi iktidar uzun zamandır kadın ve erkeğin eşit olmadığını, kadını aile içinde gördüğünü söylüyor ve asıl olarak ailenin güçlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Yeni Türkiye’nin yeni toplum vizyonunda eşitlik, eşit vatandaşlık kâğıt üstünde dahi kurucu bir değer olarak yer almıyor. Dolayısıyla bu fesih girişimini cinsiyet eşitliği konusunda devamı gelecek darbeler silsilesinin başlangıcı olarak değerlendirmek gerekir. Zaten Sözleşme’nin kaldırılmasını zafer olarak gören gruplar, gerek anayasada ve iç hukuktaki gerek uluslararası sözleşmelerdeki kadın ve çocuk haklarından, cinsiyet eşitliğinden yana kazanımları geri alma konusunda bir yol haritası oluşturmuş durumdalar. Bunun için Türkiye Aile Meclisi ve Adalet Platformu’nun İstanbul Sözleşmesi Bitti. Şimdi Ne Yapmalıyız? başlıklı basın açıklamasına bakılabilir.

Türkiye’nin cinsiyet eşitliği, kadın erkek eşitliği konularındaki en yoğun yasal düzenlemeleri yaptığı dönem 90’lı yılların ortasına ve 2000’li yılların başına denk gelir. Bunda kadın hareketinin etkisinin olduğu kadar Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme sürecinin de etkisi vardır. İmzalanan uluslararası sözleşmeler Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği ile yani seküler batı dünyası ile ilişkileri kapsamında gündeme gelir. Bugün gelinen aşamada Avrupa’da da, Katolik hareketlerin yükselişiyle birlikte, cinsel özgürlük karşıtı hareketlerin yükseldiği, kadın ve LGBTİ+ haklarına karşı kampanyaların geniş bir taban bulduğu ve iktidarları tehdit ettiği görülebilir. Bu hareketler ‘toplumsal cinsiyet ideolojisi’ dedikleri şeyi Avrupa toplumlarının hatta insanlığın geleceği için büyük bir tehdit olarak görüyorlar. Toplumsal cinsiyet ideolojisinin aileyi parçalayacağını söyleyerek cinsel haklar ve üreme hakları alanındaki kazanımlara karşı çıkıyorlar. Toplumsal cinsiyet savunucularının ensesti, pedofiliyi, cinsel sapkınlıkları yaydığı yönünde propaganda yapıyor ve insanlığı bundan kurtarmak için yok edilmesi gereken düşman olarak LGBTİ+’ları işaret ediyorlar. Türkiye’deki İstanbul Sözleşmesi karşıtları da Avrupa’daki toplumsal cinsiyet karşıtı hareket ve kampanyaların argümanlarını ve stratejilerini bire bir kopyalamaktadır.[4] Ayrıca kendi içindeki demokrasi karşıtlığı ile meşgul olan AB’nin Türkiye ile kurduğu ilişkiler de bir süredir değişti. Özellikle mülteci meselesiyle birlikte Türkiye, artık AB’ye aday bir ülke değil, AB’ye geçmemesi için mültecilerin tutulduğu bir tampon bölge pozisyonuna geldi.

Türkiye, Batı dünyası ile ilişkilerini koruma ve geliştirme niyetinde olduğunu söylese de, bu dönemde yüzünü İslam ülkelerine döndü ve onlarla hem ekonomik hem de sivil toplum alanındaki ilişkilerini yakınlaştırdı. Toplumsal ve hukuki alanı İslami değerler ve referanslar üzerinden tanımlayan çalışmalar uzun zamandan beri yürütülüyor. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği bünyesinde Uluslararası Aile Enstitüsü 2011-2018 Faaliyet Raporu’ndaki İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif olarak hazırlanan Aile Sözleşmesi’ne bakıldığında Yeni Türkiye’ye nasıl bir hukuk sisteminin uygun görüldüğü rahatlıkla anlaşılabilir.

Bu nedenlerle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını sadece iç siyasete, seçim ittifaklarına yönelik bir hamle olarak görmemek gerekir. Eşitlik, eşit vatandaşlık karşıtı eğilim dünyanın pek çok ülkesinde güçlenmekte ‘aileyi koruma’ adı altında temel hak ve özgürlüklere savaş açılmaktadır. Bizim bugün Türkiye’de yaşadığımızsa bunun Türk-İslam versiyonudur. İstanbul Sözleşmesi’ni fesih girişimiyle söz konusu olan Yeni Türkiye’nin cinsiyet rejiminin inşasına yönelik bir hamledir.

 

 

[1] İstanbul Sözleşmesi ile ilgili Cumhurbaşkanlığı Kararı Yok Hükmündedir, Sözleşme Yürürlüktedir

[2] İstanbul Sözleşmesi sadece aile içindeki şiddeti değil, ev içindeki her türlü şiddetin önlenmesini amaçlıyor; aynı evde yaşayanları şiddetten korumak için aile birliğini tek kriter olarak almıyor.

Sözleşmenin tam adı Türkçeye; Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi olarak çevrilmiştir. Oysa metnin orijinalinde Türkçeye “aile içi şiddet” değil, “ev içi, hane içi şiddet” olarak çevrilebilecek  domestic violence kelimesi kullanılmaktadır.  Sözleşme metnindeki domestic unit ibaresi ise “ev içi”ne işaret ederken Türkçeye  “aile birliği” olarak çevrilmiştir. “Eşler veya partnerler arasındaki şiddet” ibaresi, “eşler veya ebeveynler arasındaki şiddet” olarak çevrilmiştir. Prof. Dr. Kadriye Bakırcı; İstanbul Sözleşmesi; Ankara Barosu Dergisi 4, Temmuz 2015. http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2015-4/7.pdf

[3] Devlet Bahçeli o dönem, “Türkiye’nin taraf olduğu İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırıp kaldırmamayı iyi değerlendirmeliyiz. Bu sözleşmeye ihtiyaç olup olmadığını, ne getirip ne götüreceğini objektif kriterler çerçevesinde ele almalıyız. Kadın cinayetini engelleyemezsek hepimiz sosyal maliyeti yüksek bir çığın altında kalırız.” sözleriyle iktidara seslenmişti.  Yeniçağ Gazetesi: Bahçeli’den İstanbul Sözleşmesi çıkışı: İktidarı uyardı!

[4] Bu konuyla ilgili Ayça Günaydın ile birlikte yazdığımız Avrupa’da ve Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karşıtlığı adlı yazıya bakılabilir.