Cinsel Tacizle Mücadele Yöntemleri Panel Metni

Metni Düzenleyen: Betül Kalben Başyaran, Ezgi Dönger
Öykü Eke, Seher Erkenci, Selenay Boz

Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK) bü’de kadın gündemi adlı bülteninin Bahar 2021 tarihli 40. sayısında yayınlanmıştır.

27 Kasım 2019 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) olarak Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar dergisi ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Cinsel Tacizle Mücadele Yöntemleri adlı panelimizde Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyen olan Aylin Vartanyan, bianet’te yazar olan Mine Şirin ve #SusmaBitsin’den senarist Selcan Özgür konuşmacılarımızdı. Bu panelde cinsel tacizle yaratıcı mücadele yöntemlerini, bir yöntem olarak ifşayı ve sinema ve televizyon sektöründe cinsiyetçiliği tartıştık. Panelimizin edisyonunu sizlerle paylaşıyoruz. Keyifli okumalar!

BÜKAK: Merhaba, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar dergisi ile beraber organize ettiğimiz panelimize hepiniz hoş geldiniz. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü haftasında düzenlediğimiz etkinliklerimize Cinsel Tacizle Mücadele Yöntemleri adlı panelimizle devam ediyoruz.

Cinsel taciz biz kadınlar ve LGBTİ+ların hem özel hem kamusal alanda sık sık karşılaştığı bir sorun. Ancak bizler bu şiddetin nesnesi değil aksine buna karşı mücadele yürüten özneler olarak susmuyoruz; evde, sokakta, işyerinde, kampüste, sosyal medyada, kısacası yaşam alanlarımızın her yanında hayatımızı etkileyen cinsel taciz ve cinsiyetçi şiddet karşısında dayanışmayı büyütmeye devam ediyoruz. Bugünkü panelimizde de elimizdeki mücadele yöntemlerini tartışmaya açmak, deneyimlerimizi paylaşmak ve dünyadaki diğer mücadele yöntemlerini konuşmak istedik.

Cinsel tacize karşı Türkiye kadın hareketi güçlü bir mücadele deneyimine sahip. Ben kısaca bu mücadelenin tarihi içinde feminist hareketin yerinden ve 80’lerden bu yana elde edilen kazanımlarımızdan bahsedeceğim. Öncelikle, şiddet biçimlerinin ne olduğunu ve nasıl tanımlandıklarından söz edeceğim.

Sözle, beden diliyle veya her türlü iletişim aracıyla gerçekleştirilen, kişinin cinsel özgürlüğünü ihlal eden, rızasına dayanmayan cinsel içerikli davranışların tümü cinsel tacizdir. Cinsel şiddet ise cinselliğin; kontrol etmek, denetlemek, küçük düşürmek, aşağılamak ve cezalandırmak amacıyla bir şiddet aracı olarak kullanılmasıdır. Kişinin rızası olmaksızın elleme, dokunma, sarılma gibi beden dokunulmazlığını ihlal eden davranışların tamamı cinsel saldırıdır. Penetrasyon veya benzer biçimde zorlamalar cinsel saldırının sadece bir türüdür. İstenmeyen herhangi bir temas cinsel saldırı kapsamına girer. Flört şiddeti, sevgililik ilişkisi içerisinde fiziksel, cinsel, psikolojik, sosyal ve dijital şiddet içeren davranışlarda bulunulmasıdır. Taraflardan birinin diğerine şiddet göstererek kişi üzerinde egemenlik kurması, onu kontrol etmesi ve diğer kişiye güç uygulamasıdır. Israrlı takip, eski ya da hâlâ birlikte olunan sevgili veya herhangi biri tarafından yoğun biçimde izlenmek ve takip edilmektir. Takip davranışı, korku uyandırmayı, gözdağı vermeyi ve güvencesiz hissettirmeyi hedefler. Toplumsal cinsiyet temelli taciz ise, bir kişinin veya bir grubun cinsiyet kimliği ve/veya cinsel yönelimine yönelik sözlü veya fiziksel saldırı ve ayrımcılıktır. Toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık içerisine çocukların cinsel istismarı, evlilik veya aile içinde kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, ensest de dahildir. Bunların hepsi ilgili yasalarda suç olarak tanımlanır.

Peki Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) tanımlarıyla bizim tanımlarımız birbiriyle örtüşüyor mu ve bunların yasalarda karşılığı var mı? Aslında büyük oranda var. Cinsel tacizin, cinsel saldırının ve nitelikli cinsel saldırının yasalarda karşılığı vardır. Ayrıca kişiyi tehdit etmek, şantaj yapmak ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak da ilgili kanunlarda suç olarak tanımlanmıştır.

Türkiye’deki cinsel taciz mücadelesi tarihine bakacak olursak en çok 80’lerden ve sonraki süreçten konuşacağız demektir. Aslında Türkiyeli kadınlar 80’den önce de cinsel tacize karşı mücadele ediyordu ancak cinsel tacize karşı feminist bir yaklaşımın getirilmesi 80’li yıllarda başlıyor. 87’de yapılan Dayağa Karşı Yürüyüş ve 89’da başlayan Mor İğne Kampanyası gibi kitlesel eylemlilikler aracılığıyla cinsel taciz, feminist hareketin içerisinde politik bir söylem ve gündem hâline geliyor. Bugün Boğaziçi’nde de yeniden canlandırmaya çalıştığımız Mor İğne Kampanyası o dönemde tacizin her yerde olduğunu ve cinsel tacize karşı yürütülen mücadelede kadınların bir arada olmasının önemini göstermeyi amaçlıyor.

Kampanyalar ve yayıncılıkla geçen 80’ler döneminin ardından kazanımlar elde edilmeye başlanıyor ve bu kazanımların kurumsallaştırıldığı 90’lar dönemine geliyoruz. Kadın Eserleri Kütüphanesi, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Adayları Destekleme Derneği (KADER) gibi kurumlar kuruluyor. Üniversitelerde kadın araştırmaları alanında yürütülen çalışmalar da kurumsallaşmaya başlıyor. Bu kurumlar, kazanımların kalıcılığının sağlanması ve hareketin görünürlüğünün devam ettirilmesinde önemli bir rol oynuyor. Bu dönemde kurumsallaşma çabaları sokak eylemliliklerinin önüne geçse de tecavüz davalarında ceza indiriminin önünü açan Anayasa’nın 438. maddesinin iptal ettirilmesi de kadınların örgütlü tepkisi sonucunda başarılıyor.

90’lar devlet kaynaklı cinsel taciz/cinsel şiddetin feminist hareketin içinde daha çok konuşulduğu bir yıl olması açısından da önemli bir yerde duruyor. Feminist Avukat Eren Keskin’in de kurucuları arasında yer aldığı Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu 90’lı yıllarda devlet eliyle uygulanan cinsel taciz ve saldırı olaylarının yasal düzlemde takipçisi olmak amacıyla kuruluyor.

2000’lere gelindiğinde feministlerin cinsel taciz/cinsel saldırı ile mücadelede hukuk alanında önemli kazanımlar elde ettiğini görüyoruz. Özellikle 2005 yılında TCK Kadın Platformu ve kadın örgütlerinin çabası ile 5237 sayılı TCK’de yapılan değişiklikler çok önemli. TCK’nin 102. maddesinde yapılan değişiklikle “cinsel saldırı suçu” birçok açıdan düzenlendi. 2005 yılından önce bireyin cinsel hayatına yapılan müdahaleler genel ahlak, adap ve aileyi ilgilendiren kavramlar içerisinde değerlendirilip ahlakçı bir bakış açısıyla yaptırımlar uygulanıyordu. İlgili yasanın değişmesiyle birlikte cinsel saldırı suçları vücut dokunulmazlığının ihlalinden yola çıkılarak bireysel özgürlüğün gasp edilmesi çerçevesinde değerlendirilmeye başlandı. Böylece TCK, genel ahlakçı çizgisinden bir nebze arındırılmış oldu. Cinsel taciz yeni yasayla birlikte ilk defa suç sayıldı, tecavüzün tanımı genişletildi.

TCK’de yapılan bu değişikliklere paralel olarak YÖK kararıyla üniversitelerde Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezleri açılmaya başlandı. YÖK, 2015 yılında Özgecan Aslan’ın öldürülmesinin ardından üniversitelerdeki cinsel taciz konusuna müdahil olmaya çabalasa da yasaklayıcı, denetleyici ve güvenlikçi tutumunun ötesine geçemedi. Okullarda en çok kadın yurtlarındaki denetim üzerinden örneklendirebileceğimiz bu tavır, cinsel tacize kadını korumacı bir tavırla yaklaşan YÖK’ün erkek egemen bir kurum olduğunun kanıtı niteliğinde. 2015’te hazırlanan YÖK Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi, 2019’da geri çekildi. Bu belge, üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği ve adaletine duyarlı bir anlayış ortaya konulacağının taahhüdünü vermekteydi. YÖK Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi, ülkemizin 1985 yılında imzalamış olduğu Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW), 2011 yılında imzalamış olduğumuz İstanbul Sözleşmesi1 ve Anayasa’nın 10. maddesi başta olmak üzere diğer ilgili maddelerine ve ilgili mevzuata dayanılarak hazırlanmıştı. Bu örnekte de görüldüğü gibi, kazanımlarımızın tarihi çok eskiye dayanmasa da bugün birçoğu tehdit altında. Bu yüzden üniversitelerdeki kurumsal mücadele alanlarının önemini hatırlamak gerektiğini düşünüyoruz. Bu sebeple de Aylin Vartanyan bizlere üniversitelerdeki yaratıcı mücadele yöntemlerini anlatacak.

Kurumsal mücadelelerin yanı sıra üniversite çevresinde de örgütlü mücadele içerisinde de cinsel taciz ve cinsiyetçi şiddetle mücadele yöntemi olarak ifşa sıkça karşımıza çıkıyor. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin üyesi olduğu Facebook grubu bu ifşaları çokça gördüğümüz bir platform. Kadınların ifşa sonrası, hem hukuki süreç hem de toplumsal baskı sebebiyle daha da yıprandığı deneyimler yaşayabilmesi, cinsel tacizle mücadelede bir yöntem olarak ifşayı tartışmak istememizin nedeniydi. İfşa yöntemini gazeteci Mine Şirin ile tartışacağız.

İfşanın çok daha kitlesel boyutlara ulaştığı örnekler de karşımıza çıkıyor. Amerika’da başlayan #MeToo hareketi sinema ve televizyon sektöründe yaşananlara karşı bunun bir örneğiydi. #MeToo hareketinin yansımalarını aslında Türkiye’de de sinema ve televizyon sektöründe gördük. Geçtiğimiz yıl Talat Bulut’un kendisini taciz ettiğini, dizi setindeki kostüm asistanı ifşalamıştı. 2019 yılında ise oyuncu Elit İşcan, Efe Şenolsun’un kendisine cinsel tacizde bulunduğunu iddia etmişti. Türkiye’de bu hareketten de ilham alarak bir araya gelen #SusmaBitsin platformu bugün bizlerle. Selcan Özgür bizlere #SusmaBitsin platformu olarak ifşada hangi yöntemleri esas aldıklarını ve süreçleri şu ana kadar nasıl yürüttükleriyle alakalı bilgiler verecek. Aynı zamanda #SusmaBitsin platformundan panele gelmiş olan Ezgi Baltaş, Pınar Göktaş, İrem İnceoğlu, Merve Güder, Aybike Turan ve Tuğba Çelik’e de katılımlarından dolayı teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Son olarak, yakın zamanda okulumuzda yaşadığımız cinsiyetçi şiddet örneğini de sizlerle paylaşmak istiyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’nde BÜLGBTİ+’nın kendi üyelerine yollamış olduğu Lubunca yazılmış İstiklal Marşı sonrasında kulübe ve Boğaziçi Üniversitesi mensubu LGBTİ+lara karşı ciddi bir linç girişimi ve karalama kampanyası başlatıldı. Hatta direkt bireylerin ifşa edilip haber sitelerinde fotoğraflarının paylaşıldığı ve “ülkenin bu hassas sürecinde milli değerlere sahip çıkma” adı altında okulda yapılan izinsiz İstiklal Marşı okuma eylemiyle karşılaştık. Bunlar da bizlere aslında savaşla beraber artan cinsiyetçi şiddetin ve LGBTİ+fobik söylemlerin kendine alan bulduğunu gösterdi. Bu savaş ve cinsiyetçi şiddet atmosferinde, yakın zamanda kaybettiğimiz anti-militarist feminist ve barış aktivisti Cynthia Cockborn’ü anıyoruz.

Biz kadınlar şiddetin her türüne rağmen haklarımızdan vazgeçmemeye, yaşam alanlarımızı savunmaya ve şiddetin her türüne her koşulda karşı olduğumuzu dile getirmeye devam edeceğiz.

Şimdi sözü ilk konuşmacımız olan Aylin Vartanyan’a bırakıyorum.

Aylin Vartanyan: BÜKAK’a bu güzel paneli organize ettiği ve bizi bir araya getirdiği için teşekkür ediyorum. Sunumuma Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nun (CİTÖK) kurulduğu dönemde yaşadığımız bir hikâye ile başlamak istiyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde CİTÖK olarak yaptığımız ilk geniş katılımlı etkinlik Hukuk Profesörü Kadriye Bakırcı’nın Üniversitede Cinsel Taciz ve Hukuksal Boyutları adlı konferansıydı. 11 Nisan 2013 tarihli bu konferansın dinleyicileri arasında öğrenciler, üniversite çalışanları ve öğretim üyeleri vardı. Kadriye Bakırcı’nın altını çizdiği en önemli noktalardan biri de üniversitelerin bir kurum olarak öğrenciler, çalışanlar ve akademisyenler için güvenli, yani şiddet ve taciz içermeyen bir çalışma ve eğitim ortamı yaratmakla sorumlu olmasıydı. Sadece 6 yıl gibi kısa bir süre önce gerçekleşen bu konferansta üniversitemiz bağlamında bir kırılma yaşandı. Üniversitede sessiz, kapı arkalarında konuşulan bir konu olan cinsel taciz, ilk defa geniş bir kitleye hitaben bir hukukçu tarafından dile getiriliyordu. Katılımcı profesörlerimizin birinden ilk direnç cümlesi geldi: “Üniversitelerde cinsel taciz olmaz.” Yani, üniversiteler bu tip işlerin aşıldığı “medeni” yerlerdi. Cinsel taciz ve saldırının konuşulması gereken yer o güvenli kalenin dışında kalmalıydı.

Feminist kuramcı ve akademisyen Sara Ahmed bu konferanstan 2 yıl sonra 2015’te İngiltere’de kendi çalıştığı üniversitede yaşadıkları üzerinden yaptığı bir konuşmada, güvenli addedilen üniversite duvarlarının cinsel şiddet ve cinsel taciz söz konusu olduğunda nasıl da sağlam yapılandırıldığını anlatacaktı bize. Şöyle diyordu bir konuşmasında:

Elbette bir duvar olarak tacizden bahsettiğimizde bu bir kavrayış problemi varsayılır. “Sen istemişsin, yapmamıştır, çok çıkıntı olma, burada hepimiz yetişkiniz”. Senden başkası yoluna çıkmıyormuş da kendi ilerlemenin yolunda engel olarak yalnızca sen varmışsın gibi, duvarları konudan alakasız olarak yeniden şekillendiren bir duvar çıkagelir.

Sen duvarlardan bahsettiğinde bir duvar daha yükselir. Cinsel taciz -genellikle zorbalıkta da olduğu gibi- bir şeylere karşı savaşmanın bedelini çoğaltarak, bir şeylere karşı savaşmak yerine onu kabul etmeyi kolaylaştırarak etkili olur. Bu kabullenişin kendisi bile sonda ne kadar küçültülmüş olduğunun nasıl da alanın gittikçe daha da daraldığının göstergesidir.

Ve bu nedenle biz bu duvarı, duvar olarak algıladığımız için bakış açımızı değiştirmek durumunda kalabiliriz (işte tam da buna alışmak deniyor). Kendinizi çevrenizde olup bitenden yabancılaştırılmış olmayı kaldıramayacak gibi hissedebilirsiniz. Yalnızca maddi kaynaklara (referanslar, burslar, ders verme imkanları) erişimi değil arkadaşlarınızı, önemsediğiniz kaynakları da yitirebilirsiniz. İçtenliği, sıcaklığı yitirme riski ile karşılaşırsınız. Duygusuzlaştıkça, duvarın kendi kafanızın içinde olduğunu hissetmeye başlarsınız belki de. Bütün bunlar çevrenizde olmaktadır ancak insanlar aldırmazca hayatlarına devam eder gibidirler; bir bakmışsınız kendinizden şüphe ediyorsunuz, kendinize yabancılaşmaya başlamışsınız. Sonrasında belki de sorun çıkmasın diye uğraşırsınız ama mide bulandıran bir duygu ile baş başa bırakılırsınız. Feminist içgüdünüz bilir ki bir şeyler ters gidiyor.

Sara Ahmed’in cinsel taciz ve saldırı vakaları söz konusu olduğunda kurumlarda yapılandırılan görünmez duvarların tinimize bir mide bulantısı gibi zaman içinde nasıl sirayet ettiğini anlatan bu sözleri, bu duvarları aşmak için nasıl yöntemler ve stratejiler kullanmalı sorusunu da beraberinde getiriyor. Üniversitelerde cinsel taciz politikalarının bazen yetersiz kaldığı durumlarda yaratıcı yöntemler tacizi kamusal alana taşımak, cinsel saldırı ve taciz konusunda farkındalık geliştirmek ve gençlerin bu konudaki sorularına ve sorunlarına onları da dahil ederek çözüm alanları sunmak için çok değerli oluyor. Sunumun geri kalanında cinsel taciz ve şiddet deneyimlerinin sonrasında ve öncesinde yaratıcı mecraların farklı aşamalarda nasıl kullanıldığına dair iki yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. İlk yaklaşımda ABD’de bulunan Columbia Üniversitesi’nde taciz ve saldırı sonrası adli süreç mekanizmalarının tükendiği bir noktada ifşa ve hak arama pratiklerinin kamusal alana yaratıcı bir performans üzerinden nasıl aktarılabileceğini göreceğiz. İkinci yaklaşımda ise görünmez duvarların aşındırılması için önleyici nasıl çalışmalar yapıldığı ve yapılabileceği üzerine ABD’deki farklı üniversitelerden bazı örneklere bakacağız.

Cinsel taciz ile ilgili Türkiye ve ABD eğitim sistemlerindeki disiplin yönetmeliklerine bakabiliriz öncelikle. Aşağıda 18 Ağustos 2012 sayılı resmî gazetede yayımlanan YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nde bulunan cinsel tacizle ilgili maddeleri2 görebilirsiniz:

MADDE 8 – (1) Yükseköğretim kurumundan iki yarıyıl için uzaklaştırma cezasını gerektiren eylemler şunlardır;

e) Yükseköğretim kurumlarında cinsel tacizde bulunmak,

MADDE 9 – (1) Yükseköğretim kurumundan çıkarma cezasını gerektiren eylemler şunlardır;

ç) Kişilerin vücudu üzerinde cinsel davranışlarda bulunmak suretiyle cinsel dokunulmazlıklarını ihlal etmek.

Bu maddenin Amerika’daki karşılığı Title IX (IX. Fasıl) diye geçiyor. Bu madde bütün eğitim kurumlarını -sadece üniversiteleri değil; liseleri ve ortaokulları da kapsayan- bir madde ve bu maddeyi canlı tutmak Amerikan eğitim kurumları için çok önemli. 1972’den beri yürürlükte olan IX. Fasıl eğitim sistemlerinde cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığın karşısında duran bir madde:

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan hiç kimse devletten mali destek alan herhangi bir eğitim kurumunda var olan bir eğitim programından veya etkinliklerden cinsiyet temelli ayrımcılık pratikleri yüzünden muaf tutulamaz, dışlanamaz veya ayrımcılığa maruz kalamaz.

Columbia Üniversitesi’ndeki bir örnek üzerinden devam edeceğim için üniversitedeki cinsel tacizi önleme pratiklerinin tarihsel sürecinden de biraz bahsetmek istiyorum. Üniversitenin bulunduğu mahallede 1995-1999 yılları arasında adı Take Back the Night (Geceleri Geri Alalım) olan gece yürüyüşleri yapılmıştı. Bu yürüyüşlerin ilki 1988’de Columbia Üniversitesi bünyesinde bulunan Barnard College önünde başlamıştı. 1995 yılında üniversitede ilk cinsel taciz politika belgesi yayımlandı. Özellikle o dönemde öğrenciler tarafından cinsel taciz vakalarının, normal disiplin süreçlerinden farklı bir şekilde ele alınması talep edildi. Ayrıca öğrenciler konuyla ilgilenen dekanların da özel bir eğitim almasını şart koştu. Bu kampanya 4 yıl kadar sürdü. 1999 yılında da “Red Tape Can’t Cover Up Rape” (Bürokrasi Tecavüzü Örtemez) sloganıyla kampanya tamamlandı. 2011’de IX. Fasıl’ın üniversiteler tarafından en saydam ve etkin şekilde uygulanması konusunda Obama’nın kendi imzasıyla mektuplar dağıtıldı. Şu anda Columbia Üniversitesi’nde yirmi üç IX. Fasıl çalışanı var ve bu çalışanlar şikâyet eden ve şikâyet edilen kişilere hem hukuki ve psikolojik destek veriyor hem de vaka yönetimi yapıyor.

Şimdi Columbia Üniversitesi’nde tüm bu destek ve önleme mekanizmalarına rağmen gerçekleşmiş bir cinsel saldırı vakasını detaylandırarak paylaşmak istiyorum. Bu vakada saldırıyı yapan kişi kurum tarafından haksız bir şekilde desteklendi. Üniversitenin bu tutumuna karşı, saldırıya uğrayan öğrenci yaratıcı yöntemler kullanarak kampüste 8 ay süren bir ifşa ve direnme sürecini başlattı. Süreç şöyle gelişti:

2013 yılında üniversite ikinci sınıf öğrencisi olan Emma Sulkowicz, başka bir öğrenci tarafından tecavüze uğradığı ve boğazının sıkıldığı gerekçesiyle şikâyette bulundu. Üniversite, tecavüzle suçlanan öğrenciyi, Emma Sulkowicz ile karşılıklı rızaya dayalı bir ilişkide olduğunu iddia etmesi üzerine suçsuz buldu. Bu kararın ardından 23 öğrenci ve mezun 90’lı yıllardaki protestoları hatırlatan “No red tape!” (Bürokrasiye Hayır!) başlığı altında protestolara başladı. Görsel Sanat bölümünde okuyan Emma Sulkowicz her gün kampüste gittiği her yere yaşadığı tecavüzü imleyen 25 kiloluk bir döşek taşıdığı bir performans gerçekleştirdi. Bu performans ayrıca Emma Sulkowicz’in bölümü tarafından bitirme tezi olarak değerlendirildi. Döşek performansının adı Carry That Weight3– (Bu Yükü Taşı) idi. Tecavüzle suçlanan erkek öğrenci bu performans sonrası kendisinin de ayrımcılığa uğradığını ve itibarının zedelendiğini iddia ederek Columbia Üniversitesi’ne dava açtı. Üniversite bu olayı hukuk sistemi dışında halletti. Emma Sulkowicz’in performansı diğer taciz ve tecavüze uğrayan öğrenci ve mezunları harekete geçirdi. Bu şikâyetler sonunda üniversite geniş çaplı bir proje başlattı: Sexual Health Initiative to Foster Transformation4 (SHIFT) Projesi. Bu proje 2.2 milyon dolarlık ciddi bir bütçeye sahip. Proje kapsamında sağlık alanında çalışan Profesör Jennifer S. Hirsch ve Sosyolog Profesör Shamus Khan yönetiminde 150 kadar öğrenciyle birebir mülakatlar içeren ve özel hayatla ilgili sorulara da yer verilen etnografik bir çalışma yapıldı. Sorular hassasiyetle hazırlandı. Örneğin “cinsel saldırı” kelimesi yerine “istenmeyen cinsel yakınlaşma” kullanıldı. Bu çalışmanın sonuçları 2019 yılının Mart ayında yayımlandı.5

Emma Sulkowicz’e ulaşıp bu performansla ilgili ne düşündüğü sorulduğunda “cezanın, bu tip projelerden daha önemli olduğunu” vurgulamış. Sonuçta tecavüz eden gencin ceza almama durumu hâlâ geçerli. 8 ay boyunca 25 kiloluk döşeği kampüste gittiği her yere taşıyan Emma Sulkowicz Bu Yükü Taşı adını verdiği performansıyla hem kampüsteki her bireyi katılımcı ve ilişkisel bir estetik alana davet ederek kampüste duvarlar arasına sıkışmış bir tartışmayı kamu alanına çıkarıyor hem de kendisi için de iyileştirici diyebileceğimiz bir süreç yaşıyor. Çünkü biliyoruz ki travma denilen şey suskunluklarımızın ve tepkisizliğimizin bedenimizde oluşturduğu yumrularla oluşuyor. Bu arada kısa bir zaman önce kendisiyle yapılan bir röportajda 21 yaşında genç bir üniversite öğrencisi olarak yaptığı performans sırasında feminist bilincinin hiç de sanıldığı gibi yüksek olmadığını ve Bu Yükü Taşı performansının sessiz dayanıklılık performans işleriyle tanınan Teching Hsieh’ den etkilendiğini söylemiş Emma Sulkowicz. Yine bu söyleşide, performans sonrası içinden geçtiği süreç sorulduğunda şöyle demiş: “‘Tecavüze uğramak mı daha kötü yoksa medya tarafından tecavüz edilmek mi daha kötü?’ diye sorarsan, ‘Medya tarafından tecavüze uğramak daha kötü.’ derdim.” Emma Sulkowicz, bu söyleşiyi yapan gazeteciye “Beni nasıl görüyorsun?” diye sorduğunda gazeteci “Sen bir trickster’sın. Muzip, oyuncu bir kadınsın.” demiş. Muzip kelimesi Arapça “eziyet edenle mizah, oyun ve sanat yoluyla dalga geçmek, eğlenmek” anlamına da geliyor. Eğer performans alanı üzerinden düşünecek olursak “muzip” kelimesi burada çok önemli. Söyleşiyi yapan gazeteci, Emma Sulkowicz’in hiçbir ideolojiye veya ahlaki kodlara riayet etmeden oyuncu bir şekilde hareket ettiği yönünde bir gözlemini paylaşmış. Cinsel taciz ve saldırı gibi zor bir deneyime mizah ve performans üzerinden yaklaşmak yaşanan zorlu süreci hafife almak demek değil; aksine tüm üniversite bileşenlerini sürece tanıklık etmeleri için dönüştürücü bir alan açmak demek. Emma Sulkowicz ile yapılan bu röportajda, sürecin kendisi için hiç de kolay olmadığını görüyoruz. Fakat bu performans sayesinde Columbia Üniversitesi’nde cinsel tacize karşı alınan tavırda büyük bir dönüşüm yaşandı. Bunun için ayrılan 2.2 milyon dolarlık bütçeyle buzdolabı magnetinden çevrimiçi video koleksiyonuna, tanık müdahale atölyelerinden telefon uygulamalarına, rıza konusuna değinen atölyelerden bağımsız öğrenci projelerine kadar birçok proje çalışması hayata geçti. SHIFT araştırmaları hâlâ devam ediyor.

Bundan sonraki örneklerim yine Amerika’dan, cinsel taciz ve saldırıya önleyici ve yaratıcı bir bakış açısı sunan örnekler. Bu örneklerden ilki Maine Üniversitesi’nden Bystander Intervention Program (Tanıkları Müdahil Etme Programı) dahilinde Molly Schenck’in yazdığı ve yönettiği “It’s not that simple” (“O kadar da kolay değil”) başlıklı bir performans6. Molly Schenck’in ilk defa 2008 yılında yaptığı bu performans hâlâ devam ediyor. Bu çalışmadan sonra kampüste yapılan araştırmalara göre cinsel ilişki öncesi partnerinin rızasını sorma yüzdesi %60’tan %80’e çıkmış ve bir arkadaşının tacize veya saldırıya uğrama durumunu açığa çıkarma yüzdesi de %72’den %87’ye çıkmış.

İkinci örneğimiz Rutgers Üniversitesi’nden özellikle birinci sınıf öğrencilerine yönelik bir akran dayanışma modeli. Rutgers Üniversitesi’nde 1991 yılından beri süregelen, birinci sınıf öğrencilerinin de katılmak zorunda olduğu, tiyatro bazlı bir oryantasyon ve akran dayanışma programı var: Students Challenging Realities and Educating Against Myths7 (SCREAM). CİTÖK olarak biz de en çok birinci sınıf ya da hazırlık sınıflarından şikâyet alıyoruz. Üniversite eğitimine yeni başlamış, ilişkilenme konusunda olumsuz deneyimler yaşayan ve tacizin de tam olarak ne olduğunu adlandıramayan öğrencilerin yaşadıkları zorluklara CİTÖK olarak çok tanıklık ediyoruz. Yaşanmış hikâyeleri temel alarak hazırlanmış tiyatro skeçlerinin cinsel taciz ve saldırıyı önleme gibi anlatması ve dinlemesi zor olan bir konuda oldukça dönüştürücü olacağını düşünüyorum. SCREAM her yıl beş bin öğrenciye, özellikle birinci sınıf öğrencilerine ulaşıyor. Bu ciddi bir rakam ve üniversitede öğrencinin kırılgan olabileceği ilk yıllarda önleyici bir yaşam alanı oluşturmak için de çok değerli bir yaklaşım.

Cinsel tacizi önlemede yaratıcı yöntemleri kullanan bir program da Arizona State Üniversitesi’ndeki Counter Act8 yaklaşımı. Bu program, ABD’de ülke çapında her gün gerçekleşen 880 adet cinsel taciz ve saldırı vakasını hatırlatacak ve işleyecek 880 adet yaratıcı eylem atölyesi yapmayı taahhüt etmiş ve yine yaratıcı yöntemleri kullanan, öğrenci dayanışmasını güçlendiren bir program olarak karşımıza çıkıyor.

Massachusetts eyaletinde bulunan Williams College’da da kampüs hayatındaki cinsel taciz ve saldırıları önlemek için katılımcı ve müdahaleci metotlar kullanılıyor. Öğrencilere dağıtılan çıkartma kitapçıkları var ve bu çıkartmalar kullanılarak üniversitelerde güvenli haritalama uygulamaları yapılıyor. Kampüs çapında oluşturulan güven haritası bir yöntem olarak öğrencileri “bütünsel kurum” oluşturmaya davet ediyor. Bütünsel bir kurum olabilmek için bu güven alanını nasıl oluşturabileceğimiz konusunda bize ilham veriyor.

Son olarak kendi üniversitemize gelecek olursak yaratıcı yöntemleri elimizden geldiğince CİTÖK’ün görünürlüğünün bir parçası hâline getirmeye çalıştık. Düdüklerimizi ve rozetlerimizi olabildiğince tüm öğrencilerle paylaşmaya çalıştık. Senelerdir gece yürüyüşleri devam ediyor. CİTÖK’ün kurulduğu sene tüm kasım ayını farkındalık ayı ilan etmiştik ve o zaman da film, tiyatro gibi görsel iletişim ağlarına çok önem vermiştik. BÜKAK’ın Dünya Yerinden Oynar belgeseli de bundan birkaç sene sonra çekildi. Belgesel, Türkiye’deki cinsel taciz mücadelelerini tartışan üniversiteler için müthiş bir bilgilenme, bilinçlenme ağı oluşturdu ve ülkedeki birçok üniversiteyi ziyaret etti. Yine birkaç yıl evvel BÜKAK ve CİTÖK olarak bir video challenge’ı başlatmıştık. Kısa süreli de olsa bu challenge oldukça ses getirmişti. İki yıl evvel ise Augusto Boal’in Ezilenlerin Tiyatrosu yaklaşımından yola çıkarak flört şiddetini ele alan bir forum tiyatrosu atölyemiz oldu. Şu anda da Bilgi Üniversitesi Cinsel Tacizi ve Saldırıyı Önleme Birimi’nden doktor öğretim üyesi Seda Kalem’le birlikte flört şiddetini ele alan forum tiyatrosu yaklaşımını SCREAM’deki yöntem gibi her yıl üniversiteye yeni başlayan öğrencilerle paylaşma konusunu düşünmekte ve hayal kurmaktayız. Umarız bir gün gerçekleştireceğiz onları.

Aylin Vartanyan’a konuşması için çok teşekkür ederiz. Şimdi Mine Şirin “Bir Yöntem Olarak İfşayı Tartışabilmek” isimli konuşmasını yapacak.

Mine Şirin: Merhabalar! Arkadaşımız, bianet’teki yazıya istinaden davet edildiğim için, yazar olarak tanıttı ama aslında Boğaziçi Kimya mezunuyum. Kimyagerim. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde yetişkin eğitimi alanında yüksek lisans yaptım. Tezimi eşini kaybetmiş genç kadınlar üzerine yazdım. Aynı zamanda yirmi küsur yıldır aktif olarak siyasete de katılmaya çalıştım. Çeşitli kadın kurumlarıyla çalıştım o yüzden de bu meselelere kafa yoruyorum. Zaten Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak bu meselelere kafa yormamak mümkün değil. 2012 yılında tartışmaları hâlâ devam eden ifşa, gündemimize çok yakıcı bir şekilde girmişti. Biz de kampüste, mahallede oturanlar olarak bunları tartışıyorduk. Ben aynı zamanda daha yerel yerlerde, daha farklı sosyoekonomik koşullara sahip olan mahallelerde çalıştığım için ön eğitimsiz, işsiz kadınlarla çalışıyordum o dönemde. Yaklaşımlarda farklılıklar olsa da o mahallelerde de benzer tartışmaların yürüdüğünü gördüğümde; ifşa tartışmalarının bir tarafında yer alma, fikirlerimi beyan etme durumunda kaldım.

Bu konu hakkında yazdığım yazının başlığı “Kadın Hareketinde İfşa Esas Mıdır?”9 şeklindeydi. Öncelikle neden “feminist hareket” değil de “kadın hareketi” demeyi tercih ettiğimi belirteyim. Bana kalırsa her kadın hareketi feminist olmak zorunda değil. Örneğin bir köyde su kesildi diye kadınların yürüyor olması otomatik olarak bir feminist yürüyüş olarak tanımlanmak durumunda değil. Bu kadın hareketi, feminist hareket açısından da kendini sorgulayabileceği, gözlem yapabileceği bir yerde duruyor. Mesela neden kadınlar su için yürüyor da erkekler yürümüyor? Burada kadının ev içindeki emeği üzerinden bir tartışma yapılabilir. İkincil olarak da feministlerin bu hareketliliğin kadınların hâlihazırda var olan kazanımlarını ne yönde etkileyeceğine dair bir çıkarım yapmak, kazanımları artırmak veya kazanımları yıpratacak bir yerde duruyorsa bunun nasıl engellenebileceğine dair kafa yormak gibi çeşitli sorumlulukları olduğuna inanıyorum. Kaldı ki buna sorumluluk da demeyeyim. Bu işi feministler de yapmazsa kim yapacak? Biraz da mecburen bu işlere kafa yormak gerekiyor. Biz ifşa süreçlerinde farklı kesimlerden, çok çeşitli altyapılardan gelen kadınların isyanlarını, çığlıklarını duyduk. Bunların feminist hareketin kendi özneleri içerisinde tartışılması gerektiği kaygısını taşıdım fakat bu süreçte bunları tartışmak pek mümkün olmadı. Şimdilerde, yedi yıl sonra tartışıyoruz.

İfşa hassas bir konu ve insanların yaklaşımları da çok farklı olabiliyor. Ben de mümkün olduğunca toparlamaya, dört temel kategoriye koymaya çalıştım.

Öncelikle, mutlaka belirtmem gerekir ki bana göre kadının kendi ismiyle, isteğiyle, açık bir şekilde, bir nevi suç duyurusu olarak “Bu kişi bana karşı şu suçları işlemiştir, davacıyım.” diyerek yaptığı duyuru sosyal medya üzerinden de gerçekleşse tartışmaya açık değil. Kimsenin kalkıp da “Niye suç duyurusu yapıyorsun? Niye davacı oluyorsun?” demeye hakkı yok. “Kadının beyanı esastır” ilkesi açısından son derece net bir ifade, kadının bu süreci en sağlıklı şekilde yaşamasını sağlayabileceğimiz bir seçenek. O yüzden bu durumun tartışma dışı olduğunu belirtmek istiyorum. Biz bu panelde hem Türkiye’de hem diğer ülkelerde faili açık olarak ifade eden, kamuya açık, çoğunlukla internet, mail grupları ya da telefon grupları üzerinden gerçekleşen ifşa olaylarına değineceğiz.

Birinci olarak bu ifşalar adalet sürecini reddediyor. Bunun gerekçelerine hepimiz hakimiz, Türkiye’de adaletin durumu ortada. Zaten bütün dünyada da kadının adalet karşısındaki konumunun ikinci sınıf olduğu ve kadının süreçte ne kadar yıprandığı ortada. Bu argümanları hakkını vererek bir kenara koyalım. Fakat öte yandan bir protesto eğilimi olarak adalet sistemini reddetme söyleminin de bu ifşalarda öne çıktığını görüyoruz. Adalet sistemi kadının lehine işlemiyor hatta tam tersine aleyhine işliyor. Sosyal statü olarak da kadının konumu son derece kötü bir noktada. Peki o zaman ifşaya başvurduğumuzda nereden güç alacağız? İfşa edeni güçlü kılacak olan şey nedir? Bana kalırsa ahlaki normlar. Özellikle üniversite çevresinde, akademide ve sinema sektöründe yani orta-üst sınıf diyebileceğimiz, eğitim düzeyinin nispeten yüksek olduğu kesimlerde karşımıza çıkan, o çevrede yer alan insanların bütününün tacize, tecavüze karşı olduğu, bunu yanlış bulduğuna dair bir ahlaki norm var. Bu norm bir yanıyla yıllardır süren kadın mücadelesinin bir tartışması. Bizim tacizin bir yanlış olduğunu anlatma sürecimiz şu anda da devam ediyor.

Biz yıllardır düzenli olarak bu ahlaki norma yükleniyoruz. Bunun bir geri dönüşü olur. Sürekli yüklendikçe bu zemin bir yerden sonra çatlar. Sürekli tekrarlandığı, artık çözüm getiremediği düşüncesiyle suçun kanıksanmasına sebebiyet verir. Hatta üniversitelerde şu an kurulmuş ya da kurulma aşamasında olan mekanizmaları reddetmeye yönelik bir tavır da oluyor. Bu anlamıyla baktığımızda bir tek yere odaklanıp bütün öğretiyi oraya yüklüyoruz. Bir yerden sonra bunun kanıksanması bir risk oluşturuyor. Toplumsal bazlı baktığımızda da kadınların ne kadar çok tacize uğradığına, bir o kadar da fail olduğuna dair bir veriye ulaşıyoruz. Tacizcilere de kalabalık olduklarının bilgisini sunan, kendi içinde handikapları, çelişkileri olan kırılgan bir zemine dönüşme ihtimali duruyor önümüzde.

Öte yandan Amerika’da, Avrupa’da demokratik, sosyoekonomik yapısı çok daha farklı olan ülkelerde bu ifşalar farklı değerlendirilirken bizim coğrafyamıza benzer yerlerde mesela Hindistan’da farklı riskler taşıyor. Örneğin bir Bollywood aktörü Instagram ve Facebook üzerinden yapılan anonim ifşalar sonucunda yirmi hesabı mahkemeye taşıyarak bu hesapların kimliklerinin açıklanmasını talep etti. Büyük ihtimalle kimlikleri açıklanacak. Buna karşı tepki de üretemiyorlar çünkü kadınlar da sosyal medyada kendilerini rahatsız eden kişiler için başvurduklarında kimliğinin açıklanmasını istiyorlar. Kaldı ki ortada işleyen bir yasa var. Ne kadar reddedersen et, işlemeye devam ediyor. Sen oradan uzaklaştığın zaman o senin daha da aleyhine işlemeye başlıyor. Facebook’un, Instagram’ın “Biz yasaya uymuyoruz.” deme lüksü de yok. Süreçler böyle yakıcı işliyor. Bizde ne şekilde devam edecek bilmiyorum. Ama en azından Türkiye açısından ahlaki norma dayandığını, bir sınırı olduğunu bunun da zaman içerisinde kırılganlaşma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünmekte fayda var.

İfşanın ikinci bir biçimi, bir kadın grubuyla veya bir arkadaş grubuyla beraber yapmak. Buradaki çaba, kendi iç adaletmekanizmasını kurmaya çalışmak. “Ülkede hâlihazırda var olan adalet mekanizmasının işe yaramadığını görüp reddediyoruz ve başka bir mekanizma kurma ihtiyacı duyuyoruz.” diyen bir çabaya işaret ettiğini düşünüyorum. İfşa grup hâlinde yapıldığında şu şekilde oluyor: İfşa yapmak isteyen kadın bir gruba ulaşıyor, ardından grup çeşitli şekillerde sürece hakim oluyor. Ancak bunun dar gruplarda ya da bahsettiğimiz çeşitli imkânlara sahip olduğumuz toplumsal ortamlarda bir karşılığı olduğunu görüyoruz. Çünkü bu işi yürütebilmek, az çok bir ehliyet ve kabiliyet gerektiriyor. Bu işe büyük bir emek ve enerji harcanıyor. Ama bir yanıyla şöyle bir gerçek de var: Bu süreci yürüten kadınların neye göre belirlendiğini ya da neye göre belirleyeceğimizi bilmiyoruz. Yani aslında kişilerin hâlihazırda var olan statüsel, sınıfsal ve tecrübesel konumuna tabi oluyoruz. Bunun bir süre sonra kadın hareketinde, kadınların kendi içerisinde bir asimetri yaratma ihtimali var. Türkiye’de bunlar çok tartışılmadığı için biraz havada kalıyor olabilir ama yurt dışında bunun daha somutlaştığı hâller var. Birilerinin artık bu işin hakimiyetine sahip olarak savcılık yapma hakkını kendilerinde görmeleri ya da böyle bir yükle uğraşmaları bir asimetri ve güven sorunu yaratıyor. Öte yandan toplumun diğer kesimlerindeki okuma yazma bilmeyen, evinde bir yığın problem yaşayan bir kadın; üniversite öğrencilerini, akademisyenleri, sinemacıları görüp “Bu insanlar bile yapamıyorsa ben nasıl yapacağım? Benim çevremde böyle bir süreci yürütebilecek biri yok. Yürütsem bile bunun benim çevremde bir karşılığı yok. Ben erkeği ifşa ettiğimde nasıl izole olacak?” diye düşünebilir. Umut verme açısından da toplumun diğer kesimlerindeki kadınlar açısından da bir sıkıntı var. Hâlihazırda mahkeme kapılarında yürüyen bir mücadele de var. Bu süreçleri kurumsal olarak ya da bir grup olarak yapan kesimler mahkemelerdeki diğer dezavantajlı gruplara destek oluyorlar ama iş kendi çevrelerine geldiğinde kendi aralarında hallediyorlar. Bir şekilde adalet sisteminde çok yol gösterilmiyor. Toplumun diğer kesimlerindeki kadınlar için o güç verilmemiş oluyor.

Üçüncü bir yansıması daha var. Biraz daha kendi içinde gruplaşmış, tanınmış gruplar açısından parametreler mahallelerde çok ilginç işliyor. Mahalle derken bir nevi kampüsün bir parçası olan bu mahalleyi değil de daha farklı mahalleleri düşünmemiz lazım. Oralarda süreç hakikaten çok ilginç ilerliyor. Bu ifşayı yapabilecek, süreci takip edecek ekip içerisinde erkekler de yer alabiliyor. O grubun kendi içindeki çıkar çatışmalarının ya da politik ajandalarının bu sürece yansıyabildiğini görüyorsunuz. Bunun ucunun kaçıp çok farklı bir boyuta, cezalandırma pratiklerine varma ihtimalinin ne kadar yükseldiğini görüyorsunuz. Belki sosyal medyaya çok yansımıyor ama mahallelerdeki karşılığı çok ilginç olabiliyor.

Bir de kutuplaşma karşılığı olduğunu düşünüyorum. Burada kutuplaşmadan kastettiğim taraflaşma değil. Toplum içi taraflaşma bazı zamanlarda sağlıklı olabilir çünkü taraflaşma, iletişim olması anlamına gelir. Kutuplaşma dediğimiz şey iletişimin tamamen ortadan kalkması, bütün iletişim kanallarının kopması; sadece damgalarla, simgelerle, noktalarla konuşulduğu anlamına gelir. Her grubun kendi içine seslendiği ve karşı grubun varlığı üzerinden bir arada durduğu bir ortamdır. Kutuplaşmanın varabileceği yer de toplum açısından çok sağlıklı değil. Aslında toplumsal kutuplaşmanın ne olduğunu anlatmaya da gerek yok, bunun yarattığı huzursuzluğu ve “bir yere gidiyoruz ama nereye” belirsizliğini iliklerinize kadar hissediyorsunuzdur. İfşa yöntemiyle toplumsal kutuplaşmada nerede duruyoruz? İfşa süreçlerinde bundan besleniyor muyuz, bunu besliyor muyuz yoksa buna engel olacak bir yerde mi duruyoruz?

Türkiye’de ifşa konusunda benim dışımda birkaç kişi fikir beyan etti. Onun dışında bu tartışma yürümüyor. bianet’teki yazım, yaşlı bir kadının ağzını kapattığı genç bir kadın görseliyle yayımlandı. O yaşlı kadın ben oluyorum(!) Yani protestoyla yayımlandı, korkunç tepkiler aldım. Aslında herkes kendi arasında ufak ufak tartışıyor ama kamuya açık bir şekilde beyan edilmiyor. Çünkü bu hareket genel olarak ikili karşıtlık üzerinden yürüyor. Kötülere karşı iyiler, yaşlılara karşı gençler, teknolojiden anlamayanlara karşı teknolojiden anlayanlar ifşayı destekliyor. Tartışmayan bir noktada duruyoruz. Bu olayın nereye gideceği, ne kazandıracağı, ne kaybettireceği analiz edilmiyor. Kendi içerisinde aksi fikir belirtenin bloke edildiği, tartışmaya kapalı bir zemin kurulu. Konuyla ilgili tedirginliklerini ya da eleştirilerini sunanlar kadın düşmanı ya da suç ortağı ilan ediliyor.

Bunun yanı sıra kutuplaşmanın bizim toplumsal yapımızda da bir karşılığı var. Biz bu ifşaları kamuoyuna sunuyoruz, kamuda tartışıyoruz. Hiç bitmeyen bir şekilde medyada, sosyal medyada, kamuya açılan iletişim araçlarımızın hepsinde karşımıza çıkıyor. Peki, toplumda nasıl tartışılıyor? Baktığımızda her iki kutup da bunu karşı tarafın aleyhine delil olarak kullanıyor. Dışarıdan baktığınızda, kadının ne yaşadığının kimseye dert olmadığı ama kimin yaşattığının herkese dert olduğu görüntüsü oluşuyor. Fiile değil, faile odaklanan bu denklem kadını iki grubun atışma nesnesine dönüştürüyor. Bunun sonucu da “Bizimkiler yaptıysa üzerini ört, karşı taraf yaptıysa köpürt.”. Bir şey köpürtüldüğünde toplumsal duyarlılık artmıyor, aksine politik ajandalar tekrarlanmış oluyor. Toplum yapılanın yanlışlığına değil, yapan tarafın yanlışlığına ikna oluyor. Oysa çoğu zaman bu durum, kadın hareketinde, toplum bu konuyu konuşuyor öyleyse bilinçleniyor, hassasiyet oluşuyor gibi yanılsamaya tekabül ediyor ki bence tam tersi. Hatta herkes bu konuda öyle hassas ki başka bir olayda tam tersi bir tepki verip üzerini örtebiliyorlar. Mesela yakın zamanda birçok intihar haberiyle karşılaş- tık maalesef. Ancak bu intihar vakalarının bazılarında erkek, kadını öldürdükten sonra intihar ediyor. Ben widowhood (eşin vefat durumu) çalıştığım için böyle vakalara daha çok dikkat ediyorum. Erkek için “Ya karım benden sonra mutlu olursa, yeniden evlenirse?” derdi “Benden sonra karıma ne olur? Perişan olmasın.” derdinin çoğu zaman önüne geçer. Kadını öldürmüş ama toplum bunu bu şekilde görmüyor, göremiyor çünkü toplumun belli bir kesimi için kadının öldürülmüş olması başka bir veri. Onlar bu veriyle ilgilenmiyor. Bu noktada yoksulluğa vurgu yapmaları daha “işlevsel” çünkü. Bir tarafta böyle bir tezahür var. Bir tarafta da Kabataş örneği var mesela. Ben bu yazıyı yazdığımda Kabataş Olayı10 henüz yaşanmamıştı. Kabataş Olayı gösteriyor ki, kadın sorununun kendisi, provokasyona açık hâle geliyor. Kabataş Olayı yaşandığında da “Kadın beyanı esastır” tartışması yapılmıştı. Bu olayda ilkenin yanlış anlaşıldığını konuşmuştuk ama aslında bu ilke özellikle 2012’den itibaren ifşa yöntemleriyle “popülerleşmişti” ve bu bir yanıyla sıkıntılı bir şekilde dolaşıma sokulmuştu.

“Kadının beyanı esastır” ilkesinin birinci gerekçesinin kadının güçlenip süreci baskılara karşı güçlü yürütebilmesi olduğunun altını çizmekte fayda var. İkinci bir tarafıyla da bu ilke adalet mekanizmasını kadınlar lehine işletebilmek için verilen büyük bir mücadelenin sonucu. Kadını adalet mekanizmasına, mahkeme sürecine teşvik eden bir ilke. Adalet mekanizmasını reddedenlerin bu ilkeye de ihtiyaçları yok diyebiliriz. Hem adalet mekanizmasını reddedip hem de bu ilkeyi savunduğun zaman bu ilke boşa düşüyor zaten. Çünkü bu “adalet mekanizmasına kadınlar dahil olsun, bu sürece girsin, burayı da zorlasın, burayı terk etmesin, hiç değilse aleyhimize işlemesin” diye kurgulanmış bir ilke. Adaleti bir yandan reddedip bir yandan politik gerekçe olarak ortaya koyunca toplumsal bir kafa karışıklığı oluşuyor. Bu hâliyle de bir provokasyon malzemesine dönüşüyor. Bir sürü insan kafa karışıklığın- dan kaynaklı nasıl konumlanacağını şaşırıyor. Hâkim mi olayım, savcı mı, avukat mı, gardiyan mı belli değil. Oysa dava sürecinde konum nettir: kişilerin değil adaletin yanında olmak, kadının üzerindeki olası toplumsal baskıyı azaltarak sürecin adil işlemesini sağlamak. Özetle adaletten taraf olmak.

Bir diğer yanı ifşa sürecinde, özellikle olayın aktarımında kadınların kendi politik ajandalarını da getirmeleri. Bunun sonucu olarak zaman zaman eril dil tekrar üretilebiliyor ya da örneğin idam söylemi gündeme gelebiliyor. Kadınların kendi ajandalarının onları güçlendiren olumlu yanları olduğunu biliyoruz ancak vurgulamak istediğim bu ajandaların yer yer muhafazakârlaşma (katılaşma, ahlakçılık) sonucu doğurabilmesi.

Şu anda yurt dışında “ters tepme” diye bir şey tartışılıyor. Burada tartışmıyoruz çünkü henüz bunun verileri incelenmedi. Mesela yurtdışında #MeToo sonrasında yönetici kadrosundaki erkeklerin %60 oranında tacizle suçlanmaktan korktukları için kadınlarla çalışmak istemediği ortaya çıkmış. Netflix yasaları diye bir şey var: 5 saniyeden fazla birbirine bakmak, telefon numarası sormak, flört etmek yasak. Çift olarak çalışıyorsanız ayrı yaptırımlara tabisiniz. #MeToo sonrasında uygulanan bir yöntem bu. Kadın haklarını korumak için muhafazakârlaşma süreci başlıyor. Bu sürecin sonunda hem kadın için hem erkek için paranoya ve korku oluşuyor. Muhafazakârlaşma zaten toplumsallaşmış paranoya ve korkunun otomatik sonucudur.

Patriyarkayı görünür kılmak, bir mekanizma olarak patriyarkayı tartışmak yerine iyi erkekler-kötü erkekler ayrımına gidiyoruz. Failler tespit ediyoruz ve kocaman bir iyi erkekler kontenjanı açıyoruz. Dolayısıyla kötü erkek seçmek kadının suçu gibi bir anlayış oluşuyor. Hâlbuki bunu bir mekanizma olarak tartıştığımızda hiçbirimizin (kadınlar da dahil) farklı farklı konumlarda patriyarkadan azade olmadığını görebiliriz. Odaklanabileceğimiz farklı sorunlar varken bir odak kayması yaşama ihtimalimiz görünüyor ki bu çok enerji tüketen bir şey. Sonuç olarak benim genel kaygım: Biz bu yöntemi topluma başka bir kapı olarak öneriyoruz ama her toplumsal kesim için bu yöntemi önerebilir miyiz? Toplumsal bir sorunu mu çözüyoruz yoksa toplumda var olan zaafları mı kaşıyoruz? Bu açtığımız kapının bizim aleyhimize olup olmayacağını gözetmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Mine Şirin’e konuşması için çok teşekkür ediyoruz. “Sinema ve Televizyon Sektöründe Cinsiyetçilik” başlıklı konuşmasını yapması için sözü Selcan Özgür’e bırakıyoruz.

Selcan Özgür: Merhaba, ben Selcan. Senaristim, yazarlık ve kuram üzerine tiyatro okudum. #MeToo hareketini ve Türkiye’deki sinema, televizyon ve tiyatro alanında bu hareketin nasıl başladığını anlatacağım. #MeToo, #SusmaBitsin platformu olarak örgütlenmemizi sağla- yan bir hareket. #SusmaBitsin sektörde çalışan kadınların iş yerlerin- deki tacize, cinsel saldırı ve şiddete ortak olarak karşı çıkıp seslerini duyurmayı amaçladıkları bir mecra. İçlerinde kişisel olarak daha önce karma veya feminist örgütlenme deneyimine sahip olanlar olsa dahi asla bu temelde birleşmek amacında değiliz. Bizi siyaset alanımız ve kişisel olarak bulunduğumuz yerlerden çok, meslek alanımız ve kadın, LGBTİ+ olmak deneyimi bir araya getiriyor. Buradan bakınca da ortak referanslar dünyasına sahip olan ya da olmayan yaklaşık 300 kadından oluşuyor #SusmaBitsin platformu. Mine’nin bıraktığı yerden alacak olursam; biz de her bir katılımcının öznesi olduğu, yönetim kurulu gibi yapıları olmayan yatay bir örgütlenme olarak bu deneyimi birlikte kuruyoruz. Haliyle de türlü feminizmler içinde kendi yolumuzu bulmaya çalışırken en baştan beri ifşa meselesinin kanıksanması karşısında ne yapabileceğimizi toplantılarımızda tartışıyoruz. Ben bugün #SusmaBitsin platformunu tanıtıp ifşa meselesi üzerine konuşacağım. Burada söyleyeceklerim ekiptekileri tamamıyla temsil etmiyor. Bu panele kalabalık bir grup olarak geldik. Birlikte geldiğim arkadaşlarım kısaca kendilerini tanıtabilirler.

#SusmaBitsin:

Merhaba, Ezgi Baltaş, kast direktörüyüm.
Merhaba, Pınar Göktaş, oyuncuyum.
İrem İnceoğlu, akademisyenim aynı zamanda televizyon ve sinema çalışıyorum.
Merve Güder, reji yapıyorum. Ben Aybike Turan, oyuncuyum.
Tuğba Çelik, oyuncuyum. Ben de Boğaziçi Üniversitesi’nden mezunum.

Selcan Özgür: Set alanında çalışan arkadaşlarımız yoğun bir iş temposuna sahip olduklarından oyuncu arkadaşlarımızı ya da sette çalışan arkadaşlarımızı aramızda daha az görüyoruz. Ama bugün tesadüfen de olsa, iş alanı çeşitliliğini sağlayacak şekilde bir araya geldiğimizi söyleyebilirim.

#MeToo hareketi Dünya’da dillendirilmeye başlayışının ardından bizim de gündemimize yoğun bir şekilde 37. İstanbul Film Festivali’nin ardından -bundan yaklaşık iki yıl önce- girmeye başladı. Fakat hareket daha öncesinde burada da kadın hareketinin güçlenmesiyle ivme kazanmıştı. 2017’de yerel ve uluslararası çeşitli ifşalar gerçekleşmişti. Daha sonra Asia Argento’nun 2018 yılında Cannes Film Festivali’ndeki kapanış konuşmasında Harvey Weinstein ile ilgili yaptığı bir ifşayla birlikte gündemimize daha sert biçimde girdi. Asia Argento, 1997 yılında Cannes’da Harvey Weinstein tarafından cinsel saldırıya uğradığını ve olay sırasında daha 21 yaşında olduğunu, festivalin Harvey Weinstein’ın av sahası olduğunu dile getirdi. O yıl kadınlar ilk kez bir arada kırmızı halıda poz verdiler ve ifşaları daha kamusal alanlara taşımak için birbirlerini cesaretlendirdiler. Daha sonra “me too” hashtag olarak da kullanılmaya başlandı. Alyssa Milano 2017 yılında cinsel şiddet ve taciz mağdurlarına “Haydi, siz de hikâyenizi paylaşın!” dedi ve bunun üzerine #MeToo etiketiyle pek çok kadın bu alandaki deneyimlerini paylaşmaya başladı. Türkiye’de ise bir yandan pek çok kadın ölümünün üzerimizde yarattığı etkinin ardından, Özgecan Aslan cinayetinin sabırlarımızı taşırmasıyla pek çok kadın yaşadığı tacizleri Twitter’da dile getirmeye başlamıştı. Dolayısıyla #MeToo hareketi ve Türkiye’deki yansımaları dünyada da olduğu gibi refleksif bir şekilde gerçekleşti.

Cinsel taciz olaylarına ve bu durumun kanıksanmasına karşı dolduk ve patlama aşamasına geldik. Nasıl patladığımıza gelirsek eğer 37. İstanbul Film Festivali’nde Kerem Akça isimli sinema yazarı, bir kadın yönetmen olan Vuslat Saraçoğlu’nun Borç filminin, ulusal yarışmada jüri başkanı olan yönetmen Pelin Esmer’in teşvikiyle pohpohlandığını ve ödülü sadece bu sebeple almayı başardığını dile getiriyordu. Kerem Akça’nın attığı tweet şöyle:

2018 İstanbul Film Festivali’nin en zayıf halkası Borç’a verilen ödül, Gökhan Tiryaki’siz bir hiç olduğunu kariyeri boyunca ispatlayan Pelin Esmer’in yeni Pelin Esmerler yaratma çabası olarak algılanabilir. İnsani ama sinemasız filmler çeken kadın yönetmenleri cesaretlendirme isteği.

Gökhan Tiryaki, bir görüntü yönetmeni. Kerem Akça’nın bu kadın düşmanı tweet’inin ardından 150 kadın sinemacı bir araya gelerek bir imza kampanyası başlattık. Kamusal alanda değil, meslek alanımızda başlattığımız bir kampanyaydı. Kerem Akça’nın bu açıklama için kamusal alanda kadınlardan özür dilemesini talep ettik. İkinci olarak Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) Kerem Akça’nın üyeliğiyle ilgili olan süreci gözden geçirmesini istedik. Aynı zamanda uluslararası Sinema Yazarları Derneği üyeliğine dair yazışmalar da yapıldı. Fakat bunların hepsi koca bir toz bulutu olarak gündemimizde durmaya devam etti. Nihayetinde, Kerem Akça ve isimsiz şekilde ona destek olanlar bununla yüzleşmedi.

Hemen sonrasında oyuncu Talat Bulut’un ifşası gerçekleşti. 19 yaşındaki bir kostüm asistanı arkadaşımız, Fatih Aksoy’un yapımcılığını üstlendiği Yasak Elma isimli bir televizyon dizisi setinde Talat Bulut’un ona cinsel saldırıda bulunduğunu açıkladı. Arkadaşımız maruz bırakıldığı cinsel saldırıyı önce sette dile getirip ardından kamusal alanda ifşa ederek durumu hepimizin gündemine soktu. Bunun üzerine “Biz Takipteyiz” adı altında örgütlendik. #BizTakipteyiz hashtag’iyle durumu ifşa ettik. Ardından isim listemizle birlikte dizinin yapımcısına ve kanalına bir yazı gönderdik. Dedik ki: “Bu kişiyi çalıştırmayın. Ortada çok açık bir durum var, biz kadın arkadaşımızın ve onun beyanının yanındayız. Bu olay özelinde ne yapacaksınız?” Yapımcı Fatih Aksoy, “Savcılık dava açarsa ve soruşturmaya izin verirse sözleşmeyi feshedeceğim ama yargı sürecini bekleyeceğim.” diye bir açıklama yaptı. Çünkü, Mine Şirin’in de bahsettiklerinden referansla söyleyeceğim şu ki kriminalleştirmeye ve tam da bu argümanla susturulmaya çok müsait bir alandayız. Dolayısıyla meseleleri konuşurken hep kriminal terminoloji üzerinden konuşuyoruz. Örneğin: suç, vaka, delil. Tacizden veya cinsel saldırıdan bahsediyorsak hukuk bir delil ister çünkü hukuk sisteminin en temel ilkesi budur ama beyan ilkesi böyle bir şey değil çünkü cinsel taciz veya saldırının delil sunulması gereken şeyler olmadığını düşünmek zorundayız. Kimse tanıklık etmediyse nasıl delil sunulabilir? Delil ararsak sadece tecavüz ve benzeri vakalarda sesimizi çıkartmamız gerekir fakat tacizin her türlüsünü gündemimize alıp tartışmalıyız. Dolayısıyla biz de savunmamızı yaparken o kriminallikten uzak durmalı ve meseleyi polisiyeleştirmeye çalışanlara karşı böyle bir bakış açısıyla yaklaşmalıyız. Talat Bulut’un tacizi ardından kostüm asistanı arkadaşımızın açtığı dava takipsizlikle sonuçlandı. Arkadaşımız yüksek olasılıkla “Sen buradan para kazanmaya çalışıyorsun.” diye suçlayanlar olacağı için tazminat davası açmamıştı, ceza davası açmıştı. Talat Bulut bir tazminat davası açtı, o da takipsizlikle sonuçlandı.

Ardından, BluTv’de yayınlanan Yaşamayanlar dizisinin setinde Elit İşcan, Efecan Şenolsun isimli oyuncunun cinsel saldırısına uğradı. Elit bu durumu sette hemen o anda dile getirmesine rağmen “Efecan şu anda sarhoş ve ona bir şey yapamayız.” diyerek olayın üstü örtülmeye çalışıldı ve herhangi bir önlem alınmadı. Elit bir sonraki sabah yaşadıklarını kendisinin ve Efecan’ın çalıştığı kast ajansına ve yapım şirketine iletti, şikayetçi olacağını bildirdi ve onları da tutum almaya çağırdı. Sonraki gün de Oyuncular Sendikası’na başvurdu. Biz altı aylık süreç boyunca, kişisel tanıklıklarımız dışında gelişmelerden kamusal alan- da haberdar olamadık. Tarafların sessizliği sonunda Elit İşcan bir ifşa metni yayımladı ve bu, sektörün gündemine oturdu. Bu süreçte Elit’e yapılan yakıştırmalar, onun fotoğrafları her yerdeyken, sektördeki bazı kadın arkadaşlarımız da dahil “gencecik bir çocuğun kariyeriyle nasıl oynandığını” dile getirmeyi uygun buldu ve Efecan’ın fotoğraflarıyla, ismi korundu. Bunun hemen ardından bağımsız sinema alanında çalışan yapımcı kadın arkadaşlarımızın bir süredir birbirleriyle iletişim kurmak için açtığı bir mail grubundan kamusal olarak sektörde çalışan kadınlara çağrı yapıldı. Mor Yapımcılar11 bu çağrıda dediler ki: “Bir araya gelelim ve tüm bu meseleleri konuşalım. Basına kapalı bir toplantı olsun, önce biz bir araya gelelim.” Bu çağrıdan sonra ilk kez 2018 Kasım ayı başında toplandık ve şimdiye kadar beş toplantı gerçekleştirdik. Her bir toplantının katılımcıları birbirinden farklı olabiliyor, genelde pazar günleri yapıyoruz ve hâlâ dışarıdan katılıma kapalı şekilde ilerliyoruz. Geçtiğimiz hafta Feminist Mekân’da, ilk kez kendi toplantılarımız dışında bir alanda bir araya geldik. Bugün de ikinci defa kendi içimizde yaptığımız toplantıların dışında bir yere geldik ve bundan sonra da alanımız genişleyecektir ama bizim amacımız derdini, meramını bildiğimiz kendi sektörümüzde ve kendi alanımızda bu meselelerin tartışılmasını, çözülmesini sağlamak. Elit’in ifşasından sonra Ay Yapım da ilginç bir şekilde Fatih Aksoy’un yaptığı açıklamaya çok yakın bir açıklama yaptı: “Bizden meseleye dair bir yakınlık talep ediyorsunuz fakat siz #SusmaBitsin olarak özne değilsiniz. Bu durumu Oyuncular Sendikası gibi bir kurum dile getirsin ve biz de gündemimize alalım.” Biz toplantıda bu konuda konuşmuştuk ve şöyle karşılık verdik: “Özne biziz. Toplantıya gelen kadınlar ortak karar alacak, bundan sonra öyle ilerleyeceğiz.” Birkaç arkadaşımız da ortak kararımızla yapımcılardan görüşme talep etti fakat tabii ki reddedildi. Çünkü onlar da “dava açılırsa işten atarız” diye düşünüyorlardı ve bunu istiyorlardı. Bu sırada Efecan Şenolsun Çarpışma isimli diziye girmişti. Ardından dava açıldı ve Efecan Şenolsun’un 17 yıl 4 aya kadar cezası istendi ve süreç başladı. Bunun ardından Ay Yapım nedamet getirmedi ya da bir açıklama yapmadı. Dava açılır açılmaz yaptıkları şey bir özür metni yayımlamadan, bununla yüzleşmeden meselenin üzerini kapatmaktı. Efecan Şenolsun’un diziden çıkartılacağı bilgisini almıştık, ama hiçbir açıklama yapılmadan gerçekleşti. Çünkü herhalde adlarının kirlenmesi gibi bir durum yaşamaktan, özür dilemekten ve dizinin böylesine kötü anılmasından korkuyorlardı. Efecan’ın canlan- dırdığı karakteri öldürerek yüzleşmeden bu meselenin üzerini kapattılar. O sahneyi özellikle anlatmak istiyorum. Efecan’ın dizideki rolü de bir kadına şiddet uygulayan bir karakterdi ve şiddet uyguladığı kadın onu yakarak öldürdü. Bu vahşice gelebilir ama aslında bir öz savunma eylemiydi. Efecan vakası şimdilik kapandı ama dava devam ediyor ve nisan ayında ikinci duruşması var.12 Maalesef Elit, Efecan’la yan yana gelmek durumunda kalmaya devam ediyor. Fakat biz davalara hem sosyal medya hesaplarımızdan çağrı yapıyoruz hem de katılım göstermeye gayret ediyoruz.

Kadınları korkutan bir diğer soru ise şu: Peki kadının kadına yaptığı? Biz #SusmaBitsin platformu olarak toplantılarımıza bu soruyu ele alarak başladık çünkü dizi ve film setleri çok hiyerarşik yerler. Sette birbirimize nasıl davranacağımızı ve toplantıda yapılan tartışmaları çalışma alanlarımıza nasıl taşıyacağımızı düşündük. Belli ilkeler eşliğinde setlerde neye karşı tavır aldığımızı ve asgari müştereklerimizi belirlemeye karar verdik. Yönetmen ve yapımcılar tarafından bu ilkelerin setlerde, işe başlarken dile getirilmesi gerektiğini düşündük. Belirlediğimiz ilkeleri burada tek tek okumayacağım fakat yakın zamanda sosyal medya hesaplarımızdan duyurulacaktır. Kısaca, setlerde hangi davranışların kabul görmeyeceğini ya da gerçekleştirildiği takdirde failin set ortamından uzaklaştırılacağını bildiren bir metin hazırladık ve bunu yayımlayacağız. İfşa meselesini kendi içimizde çok tartışıyoruz. Popüler bir platformda iş yaptığımız için ortaya atılan her ifşayla ve üzerine yapılan her açıklamayla, Anadolu’nun bir köyünde yaşayan ya da üniversitesinde okuyan bir kadının ulaşabileceğinden daha fazla insana ulaşılıyor. Dolayısıyla, buna dair bir sistem geliştirmek iste- dik. Çünkü sinema, tiyatro ve televizyon alanında çalışan birçok kadın var. Biz patriyarkayı unutup birbirimize girmektense bütün bu taciz vakalarını ve ifşaları sinema, tiyatro ve televizyon alanlarında çalışan kadınların tanıklığında ele almak ve birlikte çözüm üretmek istiyoruz. Öncelikle kadının beyanını ilkesel olarak öne alarak ifşaları dinliyoruz ve sonrasında ise bu konuda kişiye ne yapılmasını istediğini soruyoruz. Bir ifşa yapmadan önce taraflarla konuşmak yerine bu duruma bir çözüm üretebilecek kurum ve kişilerle konuşuyoruz. Örneğin iş yerlerine, bu konuda ne yapmayı düşündüklerini ve failleri sette tutmaya devam edip etmeyeceklerini soruyoruz. #SusmaBitsin platformunda işler kısaca böyle yürütülüyor. 15 Aralık’ta yılın son toplantısını yapacağız ve yüksek olasılıkla sadece kadınlara açık bir toplantı olacak çünkü biz de yeni yeni örgütlenmeye çalışan bir topluluğuz. Tüm kamuoyuna açık toplantılar da yapmayı planlıyoruz. Bu toplantılara dair duyuruları da sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirsiniz.

Aynı zamanda kendi aramızda çalışma grupları kurarak cinsel taciz ve ifşa olayları nezdinde farkındalık yaratmak için videolar çekmeyi düşündük. Üretim araçlarımızı kullanarak bir alan yaratabileceğimizin farkına vardık. Bir senaryo ekibi kuruldu ve senaryolar yazıldı. Bu senaryolar çekilmeye başlanacak. Bunlardan önce That’s Harassment13 isimli 4 videodan oluşan bir seri yayımlandı. Biz bu videolara altyazı ekledik ve #SusmaBitsin platformunun YouTube hesabına koyduk. “Taciz nedir?” sorusuyla sürekli karşılaştığımız için buna ihtiyaç duyduk ve benzer videolar yapmaya devam edeceğiz. “Taciz nedir?” sorusunun özellikle çalışma alanlarımızda bir karşılığı yok çünkü “Flört de mi edemeyeceğiz?” gibi yanıtlarla çok karşılaşıyoruz. Tacizi, böyle durumlarda muğlaklığı gidermek amacıyla “Benim kişisel alanıma girdin ve ben bundan rahatsızlık duydum.” dediğimiz yerde başlıyor diye tarif edebiliriz. Ben bununla bitirebilirim, teşekkür ederiz.

Selcan Özgür’e ve #SusmaBitsin ekibine çok teşekkür ederiz. Şimdi soru-cevap bölümüyle devam edebiliriz.

Soru: İfşa yöntemini çoğunlukla hukukta makul ve makbul görülmeyen insanlar uygulamaya başladı. Son zamanlarda hem kadın hareketinde hem LGBTİ+ hareketinde uygulanıyor fakat bazen bir ifşa yayımladıktan sonra hukuku kendi karşınızda buluyorsunuz. Geçen yıl Onur Haftası’nda bir ifşa atölyesi düzenlemiştik ve orada bunu bir olay üzerinden tartışmıştık. Bir trans kadın, ona ayrımcılık uygulayan bir mekânı ifşa ediyor ve mekân hemen bir gün sonra ona bir dava açıyor. Davacı, mekânın kazancını engellediğini, müşteri sayısını azalttığını ve mekân sahibini zor duruma soktuğunu öne sürüyor ve bununla ilgili bilirkişi raporları istiyor. Durum bu şekilde mağdur suçlayıcı bir hâle dönüyor. Sizce hukuku kendi karşınıza almayacağınız, ideal, başka bir ifşa yöntemi mümkün mü?

Mine Şirin: Bu yanıtlaması zor bir soru. Aslında şunu anlatıyorsunuz: Bizzat adalet mekanizmasının marifetiyle haklıyken haksız konuma düşmek. Ben de aslında biraz onu kastediyordum. Yani biz adalet mekanizmasını reddettiğimiz için bir ifşa yöntemini tercih ediyor olabiliriz ama adalet mekanizması biz reddedince ortadan kalkmıyor ve çalışmaya devam ediyor. Bize karşı olan bütün eksikleriyle orada duruyor hatta biz artık orada olmadığımız için bizim aleyhimize işliyor. Bana göre en büyük ifşa bir arada durmak, birbirine güç katmak ve birlikte mücadele etmektir. Kendimizi ve toplumsal varlığımızı gösterdiğimiz ölçüde yanlış mekanizmaların üzerindeki baskımızı da artırırız. Kadınların mahkemeye çıkışının çok eski bir tarihi yok. Dünyada, ilk defa bir kadın avukat mahkemeye çıkalı 150 yıl olmuş. Türkiye’de de çok büyük mücadeleler verildi. Bugün hâlihazırda var olduğunu düşündüğünüz yasalar bir yığın mücadeleyle kazanıldı. Şimdi bu haklarımızı yitirmemek için çabalıyoruz ama bir yandan da daha fazlası için yüklenmek gerekiyor diye düşünüyorum. Birbirimizle daha sağlam iletişim kurmalıyız.

Soru: Ne mutlu ki Boğaziçi Üniversitesi’nde böyle etkinlikler yapılıyor ve kendi dertlerimizi, kadınların sorunlarını hep birlikte konuşup bu sorunlara çözümler arayabiliyoruz. Ama ben Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuyorum ve benim üniversitemde bu çalışmalar yapılmıyor ve ne yazık ki eril tahakküm sonuna kadar hissediliyor. Ben de kendi adıma bir yol açma çabasındayım. Bir öğrenci kulübüyle ya da kadın meclisiyle birlikte öğrenci kitlesine bilinç kazandırmak niyetindeyim. Çünkü söylediğiniz gibi özellikle hazırlık sınıflarında ve birinci sınıflarda tacizin tanımını bilmeyen çok fazla arkadaşımız var. Kendi çevremde de bu tacizi çok kötü bir şekilde deneyimleyen bir arkadaşım oldu ve biz bu konuyla ilgili okuldan hiçbir yardım göremedik. Hukuki süreçte de bahsettiğiniz zorluklarla karşılaştık. Öğrencilere bu bilinci kazandırmak amacıyla çalışma başlatmak için ve bu komisyonu kurarken nasıl adımlar attınız, sizin süreciniz nasıl işledi?

Bir yandan da tiyatroyla uğraşıyorum ve yine üniversitemizde tiyatro yapmaya çalışıyorum. SCREAM diye bahsettiğiniz yöntemin uygulandığında ne kadar etkili olduğunu gördüm. Daha önce hiç duymamıştım ve beni çok heyecanlandırdı. Bu yöntem nasıl uygulanabilir, üzerine nasıl çalışmalar yapabilir ve nasıl kaynaklardan beslenebiliriz?

Aylin Vartanyan: Çok haklısınız, ben çok imtiyazlı örnekler verdim. Özellikle Columbia Üniversitesi’ni de seçtim çünkü zengin bir okul ve çok imkânları var. Buna rağmen bir sene önce 70 yaşında bir tarih profesörünün, asistanı taciz edildiği gerekçesiyle profesörü şikâyet etti. Okulun gücüne, imtiyazına rağmen bu hoca okuldan atılmadı ve zorunlu emekli ettirildi. Dolayısıyla, belki Boğaziçi’ni de dahil edebileceğimiz bu imtiyazlı alanlarda bile mücadelemiz her daim devam ediyor.

Bizim en büyük avantajımız, hep söylerim, Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu kurulduğu zaman rektörümüzün bizi çok destekliyor olmasıydı. Rektörün desteği ve Facebook sayfamıza “Üniversitelerde cinsel taciz kesinlikle kabul edilemez.” gibi bir cümle yazarak bizi cesaretlendirmesiyle başladık. Daha sonra sevgili Cemre Baytok’un da katılımıyla bir ofisimiz ve koordinatörümüz oldu. Bir üniversitede ilk defa böyle bir koordinatörlük müessesesinin olması bizi çok güçlendirdi.

Eğer denemediyseniz Cinsel Taciz ve Saldırıya Karşı Üniversitelerarası İletişim Ağı (CTS) üzerinden gerekli mecralara gidip okulunuza bir baskı mekanizması oluşturabilirsiniz. Öte yandan öğrenci inisiyatifi olarak tiyatro iyi bir başlangıç yeri. Dayanışma çok önemli. Tiyatro kulübündeki arkadaşlarınızla birlikte taciz içeren kişisel hikayeler üzerinden bir oyunu sergileme şansınız olabilir. Bir çıkış yolu, bir dönüşüm yolunun da sözünü veren “Bir kişi tacize ve cinsel saldırıya uğradığında hangi mekanizmaları harekete geçirir?” sorusuna dikkat çeken bir oyun yapabilirseniz şahane olur.

Bizim de kullandığımız forum tiyatrosu yöntemi var. Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi’nin Facebook sayfasına bakabilirsiniz, ara ara Bilgi Üniversitesi’nden Seda Kalem ile eğitimler veriyoruz. Eğer bunu iki üniversiteyle başlatıp daha da yaygınlaştırabilirsek çok hoş olur diye düşünüyoruz. Orada katılımcı tiyatro yöntemi var. Bir tiyatro oyunu sergileyip bir tacize veya saldırıya uğramış kişinin hikayesi üzerinden dönüşümü grupça hayal etmeye çalışıyoruz. Her zaman bir sonuca ulaşamıyoruz ama mühim olan yan yana gelip bu konu üzerine düşünmek oluyor. Sanırım sizin için söylenebilecek en iyi şey etrafınızda bir öğrenci dayanışması varsa kendi aranızda yeni yollar aramak ve CTS’yi biraz daha araştırmak ve üniversitenizin bu ağa katılması için farklı mecralardan baskı oluşturmak veya baştan çıkarmak.

Cemre Baytok: Üniversitelerde CTS gibi bir birim olmasa dahi cinsel taciz, şiddet, cinsel saldırı, tehdit ve hakaret gibi şikâyetler YÖK yönetmeliği tarafından suç olarak tanımlanmıştır. Okul içinde gidilebilecek bir birim olmasa da herhangi bir öğrenci veya üniversite mensubu çalışan dilekçe yazarak şikâyette bulunabilir. Rektörlük bunu işleme almak ve resmî bir cevap vermek zorundadır. Tabii ki bunun sonrasında işleme alınıp alınmadığını veya nasıl bir soruşturma açıldığını takip etmek gerekiyor ama bu birim olan yerlerde de geçerli. Birimler tabii ki doğru düzgün işleyebilmesi için sürecin takipçisi oluyor ama birim olmayan yerlerde de üniversite disiplin sürecine başvurmak istiyorsanız grup olarak meselenin kurumsallaşmasını sağlayarak takibini yapabilirsiniz.

Öğrenciler olarak bu tür birimleri nasıl oluşturabileceğinize gelirsek üniversite yönetimlerine bağlı komisyonların açılması için sadece öğrencilerin değil çalışanların da katılım göstermesi gerekiyor. Dolayısıyla bir öğrenci grubu bir araya geldikten sonra birkaç hocayla birlikte küçük etkinlikler yaparak adım atabilir ve bir birim kurmaya kadar ilerleyebilirsiniz. İlk hedef resmî bir yer kurmak olmasa bile üniversite bünyesinde ne kadar çok insan bir araya gelir ve bu konuları konuşursa o kadar fazla insana ulaşılmış olur. Onun dışında bahsedilen CTS de diğer üniversitelerin birimlerinin bir araya geldiği bir ağ. Bu da değerlendirilebilir. Senede iki kere olan toplantılarını takip etmek mümkün. Biz iletişim kurabiliriz.

Soru: Ay Yapım’dan bahsederken #SusmaBitsin oluşumunu bir özne olarak tanımadıklarını, sadece Oyuncular Sendikası gibi bir yapının sözünü tanıyacaklarını anlatmıştınız. Oyuncular Sendikası’nın #SusmaBitsin ile bir ilişkisi var mı? Organik bir bağ oluştu mu ya da gündeme geldi mi?

Selcan Özgür: Sendikal organik bir bağ yok ve olmasını da tercih etmediğimizi konuştuk. Çünkü “Sendika kim?” sorusunun yanıtına baktığımızda sendika da biziz. Dolayısıyla sendikayı bir grup varmış ve bizden ayrı kararlar alıyorlarmış gibi değerlendirmek çok doğru olmayabilir. Evet, bir koordinasyonu ve yönetim kurulu var ama orası da bizim için var. Toplantılarımıza sendika yönetiminden ya da sendika koordinasyonundan katılanlar oldu hatta Tilbe (Saran) Hoca “Biz bunun için bir şey yapabilir miyiz?” diye dile getirdi. Ardından özneliği dışarıda kurmak gerektiğini düşünmeye başladık. Bu yalnızca bir oyunculuk ya da kadın meselesi olduğu için gündemimizde değil dolayısıyla tercih etmedik.

Soru: Hem SCREAM tiyatrosu örneğinde hem de az önce izlediğimiz “That’s harresment” videosunda olduğu gibi “Taciz nedir, ne değildir?” konusunu üniversiteye, bir sinema salonunda seyircilere anlatmak çok önemli ama anlatım yolunun estetik, etik ve politik dilinin nasıl olması gerektiği bir tartışma konusu. İki örnekte de o anı temsil etmenin yeniden üretmeye hizmet edip etmediği ya da tacize maruz bırakılmış birinin bunu nasıl izleyeceği düşünülmeli. O videoda kadının çaresizliği ve tepki verememesi de izleniyor ve bunun altı çiziliyor. Bu anlamda aslında tacizin o kadın üzerinde yarattığı etkiyi görmek de çok önemli. O anı yeniden üretirken feminist bir bakış açısıyla üretmek gerekiyor. Bu bir anda cevabı verilebilecek bir soru değil ama üzerine düşünmek güzel olacaktır.

Aylin Vartanyan: Bahsettiğimiz iki örnek de Amerika’dandı. Benim de tercih ettiğim daha çok katılımcı tiyatro duruşu. Katılımcı tiyatroda kişisel, gerçek hikayelerden de oyun oluşturuluyor dolayısıyla daha sahici bir temsil oluyor. Nasıl bir temsil olacağına o anda grup olarak karar veriliyor ve o temsil bir seyirci-oyuncu grubuyla paylaşılıp o seyirci-oyuncu grubunun da o oyuna müdahalesi isteniyor ve dönüşüme davet ediliyor. Burada etik meselesi biraz daha rahatlıyor diye düşünüyorum. Estetik kaygısı pek olmuyor ama bir estetik alan her zaman açılıyor. Estetik alan dediğimiz, duyularımızın uyandığı alan. O bağlamda “It’s not bad simple” estetik alana daha çok davet eden sözsüz bir dans örneğiydi. Tacize ve cinsel saldırıya maruz kalmış bedenlerin dans üzerinden deneyimlerini aktarması daha farklı bir temsildi. Temsil meselesi çok önemli ve kültürel bağlam da bu konuda önemli bir faktör. Bu üniversiteden üniversiteye ve kurumdan kuruma da değişebilir. O topluluğun kendi içinde karar vereceği bir temsil politikası olabilir diye düşünüyorum. Genel olarak nasıl düşünebileceğimizi buradaki arkadaşlara da sormak lazım.

Selcan Özgür: #SusmaBitsin’de bir video çalışma grubu olduğunu söylemiştim. Tuğba isminde yardımcı yönetmen bir arkadaşımız bu mesele üzerine çalışıyor. Tuğba, Feminist Mekân’da bu izlediklerimizin bize çok ilkel geldiğini dile getirmişti. Zaten ilkelerimiz de öyle. Çalışma alanlarımızda o kadar arkaik bir yerden başlamak durumundayız ki…

O ilkelerin ilk maddesi şuydu: “Setlerde herkes birbirine saygılı davransın.” Dolayısıyla “Taciz nedir?” sorusunun yanıtı belki bizim için aranacak bir yanıt değil ama “Öğretiyor muyuz, öğretmeli miyiz, biz oraya sesleniyor muyuz?” gibi soruları da tartışıyoruz. Tuğba setlerde her şeyin şaka olarak algılandığını da dile getirmişti. Örneğin tacize varan bir davranış sergilendiğinde bu kişiler “Arkadaşımıza şaka da mı yapamayacağız?” söyleminin arkasına sığınıyormuş. Bu davranışların karşısında temel eğitimler mi vermemiz gerektiğini, uzlaşmalar mı yaşamamız gerektiğini düşünmemiz lazım.

Mine Şirin: Google’da kadınların da dahil olabileceği erkek çalışanlara yönelik bir eğitim yapılıyor. Çalışanlar üç boyutlu gözlük takarak bir kadının taciz anını yaşıyorlar. Eğitimde sözle aşağılama, ayrımcılık gibi tacizin farklı çeşitleri mevcut. Erkek çalışanlar bu eğitimi almak zorundalar. Sonuçları ve ne kadar uygulanabilir bir yöntem olduğu, etik yanı tartışmaya çok açık.

#SusmaBitsin: İzlenilen malzemenin kim tarafından izlendiği, mesajın kimi hedeflediği de önemli. İzleyen kişi tacize maruz bırakılmış birisi olduğunda çaresizlik hissini getirme ihtimali olabilir diye düşünüyorum ama bir taraftan da hedef kitlesi o tacizi yapan erkekler çünkü orada neyin taciz olduğu gösteriliyor. “O sizin şakayla karışık yaptığınız ve bir kadını bu hâlde bırakan şeye taciz diyoruz.” diye altı çiziliyor. Bu şekilde değerlendirildiğinde metin başka bir anlam kazanıyor. Metne her izleyen tarafından kaçınılmaz olarak başka bir anlam yüklenecektir. Ben bunu kadınlardan ziyade erkeklere yönelik olarak okuduğumda daha anlamlı geliyor. Diğer türlü baktığımda eleştiriyi çok haklı buluyorum. Bir sarmala dönüştürme, acizlik hissi, oradan kaçamama ve ne yapacağını bilememe hâli bir yere kilitleniyor. Belki onunla mücadelenin yeni yolları, yeni yöntemleri bulunmalı. Belki bizim yapacağımız filmler ona cevap verecek hâle gelecektir.

Aylin Vartanyan: “Bunun seyircisi kim?” sorusu geçen sene bir sinema konuşmasında Primas filminin üzerinden de tekrar konuşulmuştu. Biri babası, diğeri de tanımadığı biri tarafından tecavüze maruz bırakılan iki genç kadının ayakta kalma, hayata tutunma sürecinin anlatıldığı çok zor bir film. Primas, kadın bir yönetmen tarafından yönetilmiş bir film ve kadınların kendilerine ve hayata tekrar tutunma süreci çok güzel anlatılıyor. Daha sonra ikisinin kuzen olduğu ortaya çıkan kadınların hayata nasıl tutunup devam ettikleri kadın seyirciye ayakta kalma mekanizmalarını ve dönüşümü hayal edebileceklerini gösteriyor.

Selcan Özgür: Bu videolar bir taraftan gözdağı veriyor“Bu taciz ve biz bunun taciz olduğunu biliyoruz. Bu bilgiyi de kendi içimizde yayıyoruz.” demenin bir yolu. Asia Argento Cannes’da yaptığı konuşmanın sonunda şöyle diyordu: “Siz kim olduğunuzu biliyorsunuz ama en önemlisi biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz.” Bunun altını çiziyoruz. O adam yaptığı şeyin ne olduğunun yüksek olasılıkla farkında ve zaten bunu anlamamış gibi davranarak sığındığı bir alan var. Biz o alanda birlikte durarak “Hayır, buraya sığınarak yaptığın şeyin üstünü örtemezsin.” demeye çalışıyoruz.

Soru: İfşalar genel olarak kamuya açılıyor ve ifşa eden kadının sosyal tecrit gibi talepleri olabiliyor. Bu bahsettiğimiz olaylar olurken ideal bir hukuk sisteminde olmadığımızı, birtakım kendi iç adalet mekanizmalarımızı kurduğumuzdan bahsediyoruz. Böyle bir durumda #SusmaBitsin gibi bir örnek de karşımızdayken sosyal tecritin sınırlarını çizmek konusunda bir tartışma açabiliriz. Siz bu tartışmayı nereden kuruyorsunuz ya da böyle bir olayla karşılaştığınızda hangi ilkeler doğrultusunda hareket ediyorsunuz?

Selcan Özgür: Son toplantıda talebimizi ve ne istediğimizi tartışmaya açtık ama tam bir karara varılamadı. Adalet talep ettiğimiz her alanda cezasızlık kavramı karşımıza çıkıyor. Bence bütün meselenin özünde faillerin cezasız kalmamaları talebimiz var. Cezanın ne olduğunu belli alanlarda net olarak tespit edebilmiş değiliz. Failin özür dilemesinin, işten çıkarılmasının bir ceza olup olamayacağını sorgulamak gerekiyor. Kimsenin amacı kimi zaman en çok sığınılan argüman olan “ekmek parasına mâni olmak” değil ancak tacizin bir yaptırımı olmalı. En temel isteğimiz cezalandırılan ya da yaptırım uygulanan kişinin o mesele üzerinden bir idrak yaşaması. Diyelim ki parmak kaldırıp “Sen şunu yapıyorsun o yüzden sana bu cezayı veriyoruz” demek yerine eylemi gerçekleştirenle yüzleşip onu ifşa ettik. Fakat bir de yüzleşmeden sonra bunu yapmaya devam eden koca bir kalabalık var. Biz bu meselelerde tacizi sürdüren kesime de sesleniyoruz.

Özür” de üzerine çok düşündüğümüz başka bir kavram. Özür dilemelerini mi talep ediyoruz? Özür diledikten sonra ne değişiyor? Şu ana kadar göremesek de gerçekten iyi bir özür metni yayımlanmış olsa ne yapacağız? Buna inanacak ve söylediğimiz şeyi gerçekleştirdi diye uzlaşacak mıyız?

#SusmaBitsin: Affın nerede başlayacağını ve cezanın ne olacağını da tartışıyoruz. Örneğin bir erkek bir kadın arkadaşımıza fiziksel şiddet uygulamıştı. Ardından özür dileyip mahkemeye de çıktı. Aradan altı yıl geçti. Şimdi biz bu adamı affettik mi affetmedik mi? Dayakçı olarak anılacak mı anılmayacak mı? Biz bunları kendi aramızda çok tartışıyoruz çünkü o sınırları çizmek ve nerede duracağımıza karar vermek çok güç. Bizim sektörde hiyerarşi güçlü olduğu için nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Bir diğer örnekte sette kadın oyuncu arkadaşımızı taciz eden bir erkeğin ısrarla özür dilemeyi reddettiğini ve bunun yerine sürekli cezasının ne zaman biteceğini sorduğunu öğrendik. Fark ettik ki Selcan’ın dediği gibi bazılarını takipte kalıp idrak etmesini ve buna bağlı olarak özür dilemesini bekleyeceğiz. En temel meselemiz bu olmalı çünkü biz bir mahkeme değiliz ve ceza veremeyiz.

Aylin Vartanyan: İdrak etmenin ne kadar meşakkatli bir süreç olduğunu da biliyoruz. İdrak olursa dönüşüm olur ama “İdrak bir günde bir suçlamayla ya da korku üzerinden olur mu?” diye merak etmeliyiz. Bizim üniversite ortamında en çok konuştuğumuz şey bu hiyerarşik ortamda şikayetçi olamamak. Gerçekleşmemesi mümkün olmayan hoca-öğrenci ilişkisiyle ilgili nedense hiç şikâyet alınmaz. Tabii ki var ama kimse şikâyet etmiyor.

#SusmaBitsin: Kendi alanımızdaki en büyük gücümüz de şu: Biz toplantılarda bu konuşmaları yaptıktan sonra kendimizi o adamlardan birinin bulunduğu bir iş ortamında bulursak ona karşı gardımızı alabiliyoruz. Açık bir ifşa değilse ve durumu bilmeyen kadınlar varsa onları gözlemliyoruz ve gözümüz adamın ya da adamların üzerinde oluyor. Bizim bir araya gelmiş olmamızın doğurduğu sonuçlardan biri de erkeklerin gerçekten korkmaya başlaması. Sette arkadaşlığımız olan en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm insanların kimlerin konuşulduğunu sormaları korktuklarına işaret ediyor diye düşünüyorum. Setler tacize çok açık alanlar. İşin teorisini konuşuyoruz ama pratikte uygulanabilir olmayabiliyor. Bu nedenle biz çok daha pratik adımlar atmaya çalışıyoruz. Önce saygıyı öğrensin, insan olmayı öğrensin, sonra tacizin ne olduğunu öğrensin. İhtiyacımız olan şey setlerde kadın arkadaşlarımızın o şakalara dahi maruz kalmalarını engellemek. Bunlara engel olalım, sonrasını zaten hep beraber halledeceğiz.

Soru: Twitter’da Cumhurbaşkanlığı hesabından paylaşılan ev içi şiddetle ilgili bir video14 görmüştüm. Adam karısının üstüne geliyor, kadına kötü davranıyor, ona bağırıp çağırıyor ve etrafındaki duvarlar bir anda hapishaneye dönüşüyor. “Evdeki şiddet hapiste biter.” cümlesiyle video sonlanıyor. Videoyu görünce kötü hissetmedim, olumlu baktım. Videoya yapılan yorumları okumaya başladığımdaysa benim düşündüğüm gibi olumlu bir yorum göremedim. Hem erkeklerden hem kadınlardan “Siz aile kurumunu bitirmeye çalışıyorsunuz.”, “Siz erkekleri çok kötü ve saldırgan bir konuma sokuyorsunuz.” gibi yorumlar yapılmıştı. Uygulanan şiddete dair bir yorum yoktu. Buradan yola çıkarak idrak konusuna biraz fazla pasif yaklaşıyor olabileceğinizi düşünüyorum. İnsanlar öğüt mahiyetinde bir yorum kabul etmek istemiyorlar. Ders alan tarafta olmak istemiyoruz. “Yetişkin bir insanım, bana şiddetin/tacizin ne olduğunu mu anlatacaksın?” diye yaklaşıyorlar. Bu sebeple idrak konusunda fazla pozitif olabileceğinizi sorguladım.

#SusmaBitsin: İdrak konusunda biraz iyimser davranılıyor ama haksız bir tutum olduğunu düşünmüyorum. Blaise Pascal diyor ki: “İbadet eder gibi yap, inanç arkasından gelir.”. Korkuyla da olsa çekinmelerini sağlamak gerektiğini düşünüyorum çünkü failler aslında yaptıklarının farkında değiller. Faillerin büyük bir kısmı kendilerini tacizci olarak görmüyor ve başkasını suçluyor. “Sapıklar, eğitimsizler, başkaları” hep yapıyor ama onun gibi “yakışıklı, eli yüzü düzgün” bir adamın böyle bir şeye ihtiyacı yok, taciz onun meselesi değil sanki.

Videolarda “Sen adını böyle koymuyorsun ama bunun adı tacizdir.” şeklinde bir karşı duruş var. Gözdağı da denilebilir çünkü artık herkesin canına tak etmiş durumda. “Flört de mi etmeyeceğiz, onu da mı demeyeceğiz?” diyenlere adımınızı atarken bir daha bir düşünün demek istiyor. O hareketi yaparken başınıza bir şey geleceğinden ya da ifşa edilmekten korkun çünkü kadınlar yaptıkları her şeyi iki kere düşünmek zorundalar. Gözdağı vermek; bu deneyimi hissetmeyi, empati kurmayı sağlıyor. İdrak bunun arkasından gelecektir diye düşünüyorum.

Selcan Özgür: Dile getirmediğim iki eylem vardı: Birincisi, oyuncu Volga Sorgu’nun partnerine şiddet uygulaması ve kadının onu ifşa etmesi. Hadise set ya da iş alanında değil bir barda yaşanmıştı. Bu yüzden ifşayı bize gelmiş bir bildirim olarak değil, yayımlanmış bir ifşa olarak gördük. Hemen ardından bunun sorumluluğunu üstlendik ve Volga Sorgu’yu setlerimizde bulundurmayacağımıza dair söz verdik. Herkesi de bunu yapmaya çağırdık. İkincisi Talat Bulut meselesiydi. Birçok yapımcı, yönetmen, tanıdığınız onlarca isim “Bundan sonra Talat Bulut benim setimde bir oyuncu olarak yer almayacak.” dedi. O listedekiler- den biri, örneğin Emin Alper de -ki sektörde kim Emin Alper gibi bir yönetmenle çalışmak istemez- “Talat Bulut benim setimde bir daha yer almayacak.” dedi. Bu tür ufak yaptırım araçlarımız var. Bu da ifşaların bir parçası. Diğer taraf idrak eder ya da etmez. Biz tabii ki dünyanın düzelmesi muradındayız ama romantik değiliz. Zaten düzelmesini gözden çıkartıp birbirimizi kollamaya başladığımız da çok aşikâr.

#SusmaBitsin: Bu idrak meselesi erkekleri eğitmek gibi anlaşılmasın. #SusmaBitsin olarak hiç o taraklarda bezimiz yok. Erkekler eğitilsin ve
dünya daha güzel bir dünya olsun diye değil bir daha aynı şekilde bir kadının mağdur olmaması üzerine işlettiğimiz bir idrak meselesi var. Onlar kendi kendilerini eğitsinler biraz.

Soru: Cinsel taciz ve cinsel şiddet kanunlarla da suç olarak tanımlanmış. Biz bunları bu suçlar gerçekleştiği zaman konuşmaya başlıyoruz. Onun karşısında da vukuat gerçekleştikten sonra çıkan birtakım kanunlarımız var. Türkiye’de cezasızlıktan bahsediyoruz ama bu cezalar uygulandığında gerçekten çok ağır. İdamın bir tık altı, müebbet hapis cezası öngören kanunlar var.

İdrak meselesi önemli çünkü cinsiyetçi, homofobik, transfobik bir ortam içerisine doğuyoruz ve çocuk yaştan itibaren bunlara maruz bırakılıyoruz. Kimliğimiz, düşünce biçimlerimiz ve davranışlarımız bu ortamda şekilleniyor. Erkeklerin tacizkâr özellikleri pohpohlanıyor ve bunlar erkek ortamlarında ve çeşitli yerlerde çok olumlu özellikler olarak gösteriliyor. İnsanlar çocuk yaştan itibaren bir kadın katiline, bir tecavüzcüye, bir tacizciye dönüşerek büyüyorlar. Böyle doğmuyoruz ama içinde bulunduğumuz ortam, toplum ve kültür buna dönüştürüyor. O anlamda biz bu olaylara sadece bir ceza meselesi olarak bakmamalıyız. Ne oluyor da bu insanlar bir tacizciye veya tecavüzcüye dönüşüyor? Buna onay veren, bunu kabul eden ve aslında bunu meşru gören bir kültür var.

Bence sizin çalışmalarınızın kıymetli yanı bir korku yaratması değil, ortada -sinema alanında ya da akademi içerisinde- bir örgütlenme olması ve bu örgütlenmenin bir şeyleri takip ediyor, dönüştürüyor ya da tartışmaya açıyor olması. Örgütlenme çok kıymetli çünkü ataerkil sistem çok örgütlü ve her alanda bunu meşrulaştıran mekanizmaları ve kurumları görüyoruz. O sebeple ilk olarak kıymet verdiğimiz şey bunun karşısındaki örgütlenme, diğeri de meseleyi sadece bir ceza meselesi olarak konuşmama. Çünkü bu cezalar uygulansa da ne kadar caydırıcı olduklarından ya da bu cezaların bizim feministler olarak tercih edeceğimiz cezalar olup olmadığından emin değilim. Cezaevleri idrak yaşanan yerler değil. Cezaevleri aynı zamanda tecavüzcülere tecavüz edilen, gayet erkek egemen ve ataerkil mekânlar. Dolayısıyla bizim feministler olarak suç ve cezaya dair daha felsefi, daha farklı bir yaklaşımımızın olması çok önemli. Bunu cezaların bile uygulanmadığı ve cezasızlığın norm olduğu bir ortamda söylediğimi biliyorum ve lüks gelebileceğinin farkındayım. Ama insanlar kendi ceza mekanizmalarını ortaya koyabiliyor ve bir kişiyi tecrit etme talebiyle önünüze gelebiliyorlar. Önünüze vaka ile beraber bir yargı da gelmiş oluyor. Herkes kendi yargısını uygulamaya başlıyor. Bunlar da feministler olarak incelikli tartışmamız gereken konular diye not düşmek istedim.

Aylin Vartanyan: Katıldığımız CTS toplantılarından birinde, alanda çalışan bir avukatın söylediğine göre bir yıl içerisinde cinsel taciz gibi suçların cezalarının çok artırıldığını ve ceza baremi çok yüksek olduğu için cezasızlığı destekleyen bir sistemin kendi kendini yarattığını söylemişti. Aynı şey Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Öğrenci Disiplin Komisyonu maddeleri için de geçerli. Disiplin Kurulu Yönetmeliği’nde cinsel taciz maddesi var ancak alt açılımları diyebileceğimiz ısrarlı takip, sosyal medyada rahatsız etme vs. yok. Maddeler detaylandırılmamış dolayısıyla biz de disiplin komisyonlarında bu cezaları verirken çok zor durumda kalıyoruz.

#SusmaBitsin: Konuşmanın ve paylaşmanın önemi hakkında bir şey eklemek istiyorum. Mahkemeye çıkmaları, ceza almaları ayrı yaptırımlar ama aslında sadece kendi aramızda bunu dile getirip konuşmanın bile ne kadar büyük bir yaptırım ve güç olduğunun farkına yaşamadan varmıyoruz. Yıllar önce sette tacize uğramıştım. Kendi içimde “Ben mi öyle düşündüm? Ben mi sebep oldum?” diye düşünürken işin bittiği gün, işin bitmesinin güveniyle setteki bir arkadaşımla paylaştım. O da aynı şekilde, aynı insandan, aynı tacize maruz kalmış. İnanamadık. Yine son gün olmasının güveniyle başka bir kadınla konuştuk, o da aynısını yaşamış. 10 kişi kadar insan aynı şeyi yaşamışız. Hepimiz arkadaştık ama hiçbirimiz birbirimize bir şey söylememişiz. Yani adam gücünü bizim konuşmamamızdan almış. Sadece biz konuşsaydık bile mahkemelere, yaptırımlara gerek kalmadan bir sürü şey engellenebilirdi. O yüzden aranızda ilk adımı atmaya çekinen, korkan varsa aslında sadece dile getirmek bile yakınınızdaki birine çok büyük bir güç verebiliyor.

Soru: Biz Dünya Yerinden Oynar belgeselini çektiğimiz sırada yarı OHAL koşullarındaydık, sonra gerçekten OHAL ilan edilmişti ve belgeselde de Türkiye’nin farklı yerlerinde farklı koşullar olduğunu vurgulamıştık. Örneğin, Van’da yurtların üzerinde askerler vardı. Hendek operasyonları sırasında devlet üniversiteyi bir savaş alanına, bir cepheye çevirmişti. Oradaki üniversitede okuyan bir öğrencinin tacizi tartışmaya açma ihtimali yoktu. Hocaları tarafından çok ağır şekilde tacize uğrayan öğrenciler, ismi bilinen hocalar vardı ve hiçbir şey yapılamıyordu. Burada kurumsal mekanizmaların çok önemli olduğunu görüyoruz. Orada birkaç öğrencinin, feminist olduğu bilinen birkaç akademisyene gitmesiyle kurulan bir Kadın Çalışmaları Merkezi vardı. Bu oluşumlar dört beş kişinin bir araya geldiği çok küçük ağlardan başlıyor, bu önemli bir nokta. Diğer bir taraftan örnek verecek olursak ODTÜ’de çok güçlü bir kadın dayanışma grubu vardı. Onlar ise “Biz örgütlülüğümüze çok güvendik; sürekli ifşa ettik, sonra ya bize dava açtılar ya okul soruşturma açtı.” dedi. Bunların hepsi bambaşka deneyimler ve bence burada feministlere düşen -daha önce de dile getirildiği gibi- “Biz ne yapmak istiyoruz?”, “Bulunduğumuz ortam ne durumda?”, “Buranın öncelikli adımı ne?”, “Buranın öncelikli adımı buradaki insanların bunun taciz olduğunu kabul etmesi mi?” gibi sorulara cevap aramak. Farklı koşullarda stratejiler değişiyor. O sebeple herkese aynı paydayı çıkartamayız. Bu buluşma o vesileyle de kritik çünkü farklı alanlardaki deneyimlerin paylaşılması ve farklı stratejilerin geliştirilmesi anlamını da taşıyor.

#MeToo hareketiyle beraber feminizmle tanışmamış, feminizmle örgütlü bir hareket içerisinde bulunmayan bir sürü kadın ve LGBTİ+, bir yöntem olarak ifşa etmenin bir seçenek olduğunu fark etti; bunu da kabul etmek lazım. Bunun kamuoyu bağlamında belli başlı sonuçları var. Mine Şirin de yazısında ifşanın kamuoyunda yarattığı etkiden bahsediyordu. Bir taraftan ifşa da bizim için başka bir tartışma konusu.

Aylin Vartanyan: Ayrı bağlamlarda ayrı dertlerle uğraşıyor olsak da ortaklaştığımız yer şu: Saklı kalmayın. #SusmaBitsin çok güzel bir slogan. Kamuya açılması, yüzeye çıkması ama yüzeye çıkarken yüzeye çıkaran kişinin de hiç kırılgan olmaması yani onun da desteklenmesi gerekiyor. Kırılgan olmadan dayanışma içinde korunaklı bir hâlde mesele kamuya nasıl açılır? Açan kişi adalete karşı veya birtakım suçlamalara karşı nasıl korunur? Sevgili Mine’nin yazısından ve sunumundan takip etmemiz mümkün oldu. Emma Sulkowicz’in “Tecavüz mü daha kötüydü, medyanın tecavüzü mü?” sorusuna medyanın tecavüzü demesi acıklı bir örnek.

Soru: Mine Şirin’in yazısını okurken ders çıkardığım bir bölüm oldu: Özel alanın politik olması meselesine yayınlanan ifşa metinlerinde nasıl yaklaşılıyor? Özel alanda yaşadığımız şeyi kamusal alana taşımak, onu görünür kılmak çok önemli. Sizin de dediğiniz gibi bunu zaten hiçbir şekilde paylaşamadığınız bir ortamda yapmak kişiyi güçlendiren ve ataerkiyi de zedeleyen bir şey oluyor. Ama sanırım örgütlü mücadelemizi buraya yönlendirdiğimiz süreçte, yıpranmalar yüzünden kamusal alanın dönüşümü meselesine yeterli eforu ayıramadığımız bir yere evriliyoruz. Böyle olunca ilk aşama daha çok kamusal alanda görünür olmakmış gibi oluyor. Ama bizim “Örgütlü mücadeleyi yürüten nüfus olarak kamusal alanı nasıl dönüştürebiliriz?” sorusunu sürekli aklımızda tutmamız gerektiğini düşünüyorum. BÜKAK olarak da bu aramızda sürekli konuştuğumuz bir konu. Biz de kampüste çeşitli ifşalarla karşılaşıyoruz ve bunun karşısında nasıl bir tutum sergileyeceğimizi tartışıyoruz. İdrak meselesi de kamusal alanı dönüştürme sorumluluğunu üstlendiğimiz takdirde ortaya çıkabilecek bir şeymiş gibi geliyor. Metinde özellikle örgütlü bir yerden düşününce “Biz tüm tacizcilerin adını ifşa ettiğimizde bir yere ulaşabilecek miyiz?” sorusu benim için çok zihin açıcı olmuştu.

Mine Şirin: 2012’de Hindistan’da yaşanan bir tecavüz olayı üzerine o dönemin adalet bakanı naming shame yasası çıkaracağını söylüyor. Bunun Türkçe’deki karşılığına ifşa diyebiliriz. İfşanın devlet tarafından ceza mekanizması olarak kullanıldığı bir örnekten söz ediyoruz. Hindistan’da da feministler bu yöntemi çok tartışıyor. Bir kısmı sahipleniyor, bir kısmı tamamen reddediyor. Nihayetinde o yasa 2018’de yürürlüğe girdi. Birçok ülkede de var benzer durumlar fakat bunun birçok handikapı, sonuçları var.

Soru: Toplumsal cinsiyet inşa sürecinden ve cinsel tacizin, cinsiyetçiliğin öğrenilebilir bir şey olduğundan bahsettik. Sizin de içinde bulunduğunuz yapıların ürettiği ürünler, filmler, diziler, tiyatrolar aslında hem devletin hem de medyanın aygıt olarak kullandığı ve toplumsal cinsiyetin inşasına katkı sunan yapılar. Toplumsal cinsiyetin inşa edildiği yapıların, set alanlarının içinde o korkuyu yaratmak bir hamle almak olabilir ama hiç içinde bulunduğunuz yapıları ya da ürettiğiniz ürünleri tartıştığınız oldu mu? Sahne önü ve arkasında çalışan kadınlar olarak içinde bulunduğunuz yapıları tartışıyor musunuz? Kendi ürünlerinizi analiz ediyor musunuz?

Selcan Özgür: Sinemacılar Birliği, Yapımcılar Birliği, Senaristler Birliği, Belgesel-Sinemacılar Birliği gibi devlete yarı bağlı olan birtakım kurumlar var. Şu an kendi meslek alanlarımızda da görebileceğimiz üzere örgütlenme konusunda sıkıntılar yaşadığımız aşikâr. Kendi meslek alanımızda Sinema-TV Sendikası, Oyuncular Sendikası ve Sine-Sen var. Bugün, bu toplantıya gelmeden önce, ağırlıklı olarak televizyon alanında çalışan senaristlerden oluşan Senaristler Birliği’nde toplumsal cinsiyet eşitliği komisyonu kuruldu. Fakat komisyona katılan ya da katılacağını beyan eden insanların neredeyse tamamı kadın, LGBTİ+ ya da feminist örgütlenme içinden insanlar. Yani bu komisyon erkek arkadaşlarımızın ilgisini çekmiş gibi durmuyor. Yazdıkları metinlerde ya da yaptıkları işlerde bu meseleye nasıl yaklaşacaklarına dair sorun yaşadıkları için bu alanlarda çalışan akademisyenlerden ya da topluluklardan bir danışmanlar kurulu kurulabilir. Bu kişiler bir son okuma yapabilir. Fakat hiç kimse senaryosuna ya da filmine böyle bir müdahaleyi kabul etmeyecektir. Çünkü estetik ve dramatik alanda o müdahalenin neye göre yapılacağını ve bu ilkelerin nasıl belirleneceğini bilmiyoruz.

#SusmaBitsin: Geçtiğimiz yıl Oyuncular Sendikası’nda reyting sıralamalarında ilk beşe giren dizilerde kadının nasıl ele alındığına ve bu dizilerde kadına nasıl yer verildiğine dair bir analiz hazırlandı. Bu çalışma TÜSİAD tarafından desteklendi. Diziler üzerinden bir içerik analizi yapıldı. Sahne bazında kadın ve erkeklerin hangi oranda ekranda göründükleri araştırıldı. İş bazlı konuşmaların ne kadarının erkekler ve kadınlar tarafından yapıldığı incelendi. Ev işlerinin ve ebeveynliklerin kadın ve erkek arasında nasıl bir dağılımı olduğu analiz edildi. Bunların hepsi toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında incelendi. Bu araştırma vesilesiyle aslında sektör içerisindeki toplumsal cinsiyet eşitliğinin nasıl inşa edileceğine dair bir güç birliği oluşturulabilirdi. Bu sorunların parçası olan her birimin (yönetmen, yapımcı, senarist, oyuncu, reklam veren, kanal temsilcisi gibi) olduğu toplantılar yapıldı. Bu toplantılarda durum tespitlerinde ortaklaşılan noktalar oldu. Bunun ardından da oyuncular kendi içlerinde bir toplumsal cinsiyet farkındalığı grubu oluşturdular. Bunun bir tane çıkış noktası yok. Yani TÜSİAD istedi, yaptı diyemeyiz. Görünürlük artıkça ses çıkmaya başladıkça bununla birlikte cesaret alan ve bundan feyz alan başka gruplar da kendi aralarında birleşiyorlar. Çünkü biraz da bunlara yatırım yapılması gerektiğini fark ediyorlar. Bir taraftan iş dünyasındaki kadınlar da seslerini bu anlamda çıkartmaya başlayabiliyorlar.

Selcan Özgür: Reklam alanı da önemli bir alan. Samsung bu yıl erkek şiddeti meselesiyle ilgili bir açıklama yaparak şiddeti meşrulaştıran dizilere reklam vermeyeceğini söyledi. Bu iyi bir ilk örnekti. Efes, yayımladığı cinsiyetçi reklamından sonra anında tepki gördü ve geri çekildi. Sıla şiddete maruz kaldığını açıkladığında Ahmet Kural hemen Yapı Kredi reklamlarından geri çektirildi. Bu tepki aslında beklediğimiz, istediğimiz bir tepkiydi. Yaptırım olarak bunlar önemli şeyler ve iş dünyasını tepki vermeye zorlamak gerekiyor. Reklam veren şirketlerin ve iş dünyasının bunu kendi itibarları için bir meseleye dönüştürmeleri gerekiyor. Bu iş bizim baskımızla veya onların kendi içlerindeki baskılarla oluyor. Belki küçük adımlar ama birleşince çoğalıyor.

Tabii burada eşit koşullarda konuşmadığımız ve oradaki kavrayışın ya da meseleye tepki dile getirmenin bizimle –bu panelin katılımcılarıyla- aynı yerden olmadığı muhakkak. Tabii ki şirketler itibarını korumak için yapıyor. Dizi alanında çalışan yapımcılar da aynı şeyi yapıyor. Bu idrak meselesini beklediğimiz adamlar da aynı şeyi yapıyorlar. Sonuçta bu işten para kazanıyorlar. Ama “Ben artık Ahmet Kural’a senaryo yazmayacağım.” ya da “Onunla karşılıklı oynamayacağım.” demeye başlayabiliriz. Aslında müdahale aralığımız biraz buradan doğuyor.

Soru: Bu süreçlerde kendi adıma şöyle bir bilinç oluşturdum. Bir şiddet veya taciz durumunda çok uç örneklerde koordine olup büyük kitleler olarak tepki veriyoruz. İlk aklıma gelen örnek Sen Anlat Karadeniz dizisi. Dizide inanılmaz şiddet sahneleri vardı ve bunun üzerine twitter’da örgütlenilerek buna karşı bir tepki üretildi. O noktada ben kendi adıma “Bu normal değil.” diye tweet atmak dışında ne yapabilirim? O endüstriyel üretim içerisinde bir şey yapmayan biri olarak bu algıyı değiştirmek adına ne yapabileceğimi düşünüyorum. Televizyonda çocukların da gördüğü şiddet sahneleri yayınlandığında biz twitter’da örgütlenip buna tepki mi göstereceğiz? Keza ceza verilmeyen durumlarda twitter’da gösterilen tepkilerin ardından ceza verildiği de oldu. Yargı mercii biz olmamalıyız ama bunun normal olmadığı bilincini ve algısını oluşturmak için sosyal medyayı daha aktif kullanan insanlar olarak ne yapabiliriz?

Selcan Özgür: Bir önceki soruyla biraz bağdaştırırsak tam olarak kime ne dememiz gerektiğini bilmiyoruz. Ben Behzat Ç. dizisinin senaristlerinden biriydim. İş edindiğim asal şeylerden biri son okuma yapıp cinsiyetçilikle savaşmaktı. Bu maaş almadan gönüllü olarak yaptığım bir işti. Aslında bir savaş veriyordum. Çünkü hem müdahaleyi reddediyorlar hem de her hafta sabahlara kadar ilmek ilmek “şunu demesin onun yerine bunu desin” diye uğraştığımız senaryoda -bunu yapan pek çok kadın arkadaşımız var- oyuncu doğaçlama bir şey söylüyor. Yönetmen de bunu böylece yayımlayabileceğini düşünüyor. Kanal yöneticileri de bir şey demiyor ve dizi bu şekilde yayımlanıyor. Sen orada kendi öfkende boğuluyorsun. O noktada ortaya çıkan işe, kimin nasıl bir katkı sunduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla kurumsallaşmış bir yapıya karşı sesimizi çıkarmamız gerekiyor. Sosyal medyada da tekil tartışmalar konuyu başka yerlere çekebiliyor. En temelde patriyarkayı karşımıza koymalıyız.

Mine Şirin: Tartışma sansürcülük üzerinden yürüyor. Bizim problemimiz bir dizinin veya reklamın etik olarak problemli olması mı yoksa izleyecek sorunsuz bir şeyin olmaması mı? Kötüyse izlenmez ama izlenecek iyi bir şey olmadığı için tartışmanın öznesi hâline geliyor. Bir izleyici olarak derdim neden izleyecek başka bir şey olmadığı. Bunu talep etmeliyiz. Tabii ki suç işlenmesin o ayrı bir durum ama “onu böyle yapmayın, bunu böyle yapmayın” demenin bir noktadan sonra sansür olduğu durumlarda bunun yerine iyisini talep edebilmeliyiz.

Selcan Özgür: En az erkekler kadar cesur olup bu alanlara sızmalıyız. Örneğin, doksan tane erkek iş üretiyorsa bunun karşısında on kadın iş üretebiliyor. Hata yapmaktan gerçekten korkmamalıyız çünkü bu orana bakıldığında ne kadar çok adamın saçmaladığını ve ne kadar kötü iş olduğunu görebiliyoruz. Bizim oranımızı düşündüğümüzde beş kişi iş üretiyorsa varsın beşi de kötü olsun. Kadın arkadaşlarımıza, kız kardeşlerimize bence her şeyden önce bu hakkı biz tanıyalım. Bir kadın arkadaşım estetik düzeyi düşük olan bir iş yapabilir ama o kamerayı ya da kalemi eline alıp bir şey yapmış olur. Dünyanın bütün teknik bilgisine, olanağına erkekler sahipken kadınlar sadece belli işleri yapabilirmiş gibi görüldüğü bir ortamda “ben de görüntü yönetmeni, yönetmen, ses tasarımcısı olmak istiyorum” diyebilmek gerekiyor. Cüret etmek gerekiyor. Anlattığımız alanları birbirimize açmamız gerekiyor. Elit İşcan’ın davasında Efecan Şenolsun’un avukatı hâkime bizim için “#SusmaBitsin harekâtı” demiş. Bu sadece #SusmaBitsin meselesi değil, biz her alanda bir harekât gibi davranmayı önümüze koyabiliriz

Soru: Kadın mücadelesinin neyi zorlaması gerekir ya da yeni bir pozisyon alması için ifşa değilse de ne olmalı?

Mine Şirin: En temelde eleştirdiğim şey şu: Bir hastalığımız var. Biz de ilaç olarak ifşayı ortaya koyuyoruz ama bunun yan etkileri hastalık- tan beter olabilir. İfşa üzerinden mi düşünmeliyiz bilmiyorum ama bir araya gelişler önemli. Birçok kadının aynı kişinin kendilerini taciz ettiğini fark etmeleri örneğinde sorun ifşa edilmemiş olması mı yoksa kadın arkadaşların birbiriyle konuşmuyor olması mı? Bence birbirleriyle konuşmuyor olmaları yani örgütlü olmamaları. Tabii ki pratik adımlar atmak zorundayız ama nihayetinde toplumsal sistematik bir sorun var. Bunu tek tek yapraklarla çözemeyiz ağacın kökü orada duruyor. Aile mefhumu gibi birçok mekanizma var. Bilinçle bir yere kadar değişir, en temelde bu mekanizmaları değiştirmeliyiz. Kendi içimizde mekanizmaları değiştirecek, onların zaaflı bölgelerine odaklanacak örgütlenmelere ihtiyacımız var. Bizim yaşadığımız sorunun öznesi nereden güç alıyorsa oraya odaklanmalıyız. Bu bir örnekte reklam verilmemesini sağlamak olabilir, diziler çok kötü durumdaysa diğerlerine neden bütçe ayrılmadığını sormak olabilir. O sorunun temel kaynağı her neyse onun üzerine gitmeliyiz. Tek tek kötüyle uğraşmak yerine daha iyisinin nasıl olacağı üzerine uğraşmak gerekiyor.

Selcan Özgür: Ses sistemi olanın kazandığı solculuktan başka bir faza geçmek gerekiyor. Kendi içimizdeki iktidarlar meselesi rahatsız edici.

Aylin Vartanyan: “Daha iyisi nasıl olur?” güzel bir kapanış cümlesi.

Panelimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz.

  1. Yaygın olarak İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen sözleşmenin tam adı Kadına Karşı Şiddetin ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir.
  2. 28388 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır.
  3. Performansla ilgili bir röportaj için bkz. <https://www.youtube.com/watch?v=l9hHZbuYVnU>
  4. Dönüşümü Desteklemek İçin Cinsel Sağlık İnisiyatifi şeklinde çevrilebilir.
  5. Sonuç raporu için bkz. <https://sexualrespect.columbia.edu/files/sri/content/shift_final_report_4-11-19_1.pdf>
  6. https://pitchfunder.asufoundation.org/project/7221
  7. Gerçekleri Sorgulayan ve Mitlere Karşı Eğitimler Yürüten       Öğrenciler şeklinde çevrilebilir. Ayrıntılı bilgi için bkz. <https://www.youtube.com/watch?v=bxWS5aeeGhQ<http://vpva.rutgers.edu/scream-theater-and-scream-athletes/what-is-scream-theater/>
  8. Karşı Hareket şeklinde çevrilebilir.
  9. Mine Şirin, “Kadın Hareketinde İfşa Esas Mıdır?”, 15 Aralık 2012, 12 Ekim 2020 tarihinde erişilmiştir. <http://bianet.org/biamag/kadin/142801-kadin-hareketinde-ifsa-esas-midir>
  10. 7 Haziran 2013’te dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Çok önemli bir yakınımın gelinini yerde sürüklediler.” açıklamasının ardından, Kabataş Olayı olarak anılacak bir iddia ortaya atıldı. Bahçelievler Belediye Başkanı’nın gelini olan Zehra Devecioğlu, Star gazetesinden Elif Çakır’a verdiği röportajında başörtülü olması sebebiyle kendisine ve pusette bulunan bebeğine aralarında belden yukarıları çıplak, deri eldivenli adamların da bulunduğu Gezi Parkı eylemcileri olduğunu sandığı, 70-100 kişilik bir grubun saldırdığını söyledi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Asu Yekta Yılmaz, Öykü Eke, “2013’te Neler Oldu?”, bü’de kadın gündemi (36), Mart 2019.
  11. Mor Yapımcılar, Türkiye’de sinema ve televizyon sektöründe çalışan kadınların ayrımcılığa, tacize, istismara ve mobbing’e karşı bir araya geldikleri platform.
  12. Davanın son duruşması 4 Şubat 2021 tarihinde görüldü. Elit İşcan’a cinsel saldırıda bulunmaktan ve hakaretten yargılanan Efecan Şenolsun, karar duruşmasında savcının cezalandırılmasını talep etmesine rağmen beraat etti. Bkz. <https://www.instagram.com/p/CLKbHjqg-ts/?igshid=1wh5k684sovok>
  13. Bahsi geçen seri için bkz. <https://www.youtube.com/channel/UCO1h4RECYnfjEmQZYQvYP0g>
  14. Video için bkz. “Kamu spotu ‘Evdeki şiddet, hapiste biter.’”, 23 Kasım 2018, 12 Ekim 2020 tarihinde erişilmiştir. <https://www.youtube.com/watch?v=uCdvFyWhzcQ>