Suriyelilere Vatandaşlık Meselesi

suriyelimulteciler2Esra Aşan

2 Temmuz’da Kızılay’ın Kilis’te düzenlediği iftar programına katılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilebileceğini, İçişleri Bakanlığı’nın bu konuda çalışmaları olduğunu söylemesinin ardından mecliste ve kamuoyunda büyük bir tartışma başladı. AK parti tabanından gelen tepkiler üzerine hükümet yetkilileri tüm Suriyelileri vatandaş yapmayacaklarını, teröre bulaşmamış olanları, öncelikle iyi eğitimli, kalifiye Suriyelileri vatandaşlığa alabilecekleri doğrultusunda açıklamalar yaptı. Meclisteki muhalefet partilerinin genel/eş başkanları sert açıklamalarda bulunup vatandaşlık kararını Cumhurbaşkanı’nın veremeyeceğini söylediler ve farklı gerekçelerle Suriyelilere vatandaşlık verilmesine karşı çıktılar. Kemal Kılıçdaroğlu ve Selahattin Demirtaş referandum yaparak bu konuyu halka sormayı önerdi. [1] Meydan okuma gibi gündeme gelen bu referandum önerileri Türkiye’de parlamenter muhalefetin Suriyeli sığınmacılara yönelik bütünlüklü bir politikası olmadığını da bir kez daha göstermiş oldu.

Suriyelilerin Türkiye’deki varlığını kabul edememiş geniş bir kesim varken vatandaşlık tartışmaları gerilimleri daha da körükledi. AK Parti ve Erdoğan karşıtı kesimlerin tepkileri sosyal medyada #suriyelilerehayır, #suriyelileriistemiyorum hashtaglari üzerinden kolaylıkla görülebiliyor:

– Madem o kadar erkektiniz neden kaçtınız, kendi ülkenizde savaşmadınız?

– Hani misafir umduğunu değil bulduğunu yerdi!

– İzbandut gibi herifler savaştan kaçıyor, senin sahillerinde, şehirlerinde keyif yapıyor.

– Savaştaki ülkesini terk edip kaçmış hainlerin vatandaşlığına bin kere hayır.

– Türkler vergi ödesin, işsiz kalsın, askere gitsin, şehit olsun. Suriyeliler beleş yaşasın.

– İstemiyoruz kardeşim gitsinler. Bize mi sorup geldiler? Gitsinler ülkelerinde savaşsınlar.

Bahçeli’nin vatanın asli evlatlarına yaptığı milli bilinç çağrısında, Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin genleriyle oynandığı sözlerinde gizliden ya da doğrudan hissedilen ırkçılığı Türkiye’nin asli evlatları bu mesajlarıyla çok daha net ifade ettiler. Öncelikle bu gibi ırkçı ve erkek egemen çıkışların sonuna kadar karşısında durmak gerekir. Suriyelilerin keyiflerinden Türkiye’ye gelmedikleri apaçık ortada. Uluslararası güçlerin ve Türkiye’nin de dahil olduğu savaş politikaları sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Savaş karşısında insani bir duyarlılık geliştirmek en azından vicdani bir sorumluluktur. Ama savaş karşısında geliştirilmesi beklenen insani duyarlılık, Türkiye toplumunun büyük bir kısmında 90’lardan beri yok. 90’lı yıllarda yakılan yıkılan şehirlerden batıya göç etmek zorunda bırakılan Kürtlerin yaşadıklarını bugün Suriyeliler yaşıyor. 90’lardaki savaş ve göç olgusuyla yüzleşememiş bir toplumun aynı ırkçı ve milliyetçi refleksleri kolaylıkla Suriyelilere yöneliyor. Türkiye toplumu kendi topraklarındaki iç savaşın yanında Suriye savaşının getirdiği toplumsal karşılaşmaları giderek kutuplaşan bir iklimde tecrübe ediyor. Bu durum bile birlikte yaşayabilmek için barışın tesis edilmesinin en önemli konu olduğunu gösteriyor.

Diğer yandan Suriyeli sığınmacıların vatandaşlığıyla ilgili kaygıları olan herkesi de ırkçılıkla suçlayamayız diye düşünüyorum. Bu kaygıların gayet somut dayanakları var. Türkiye’deki ekonomik sosyal sorunları Suriyeliler yaratmadı; hâlihazırda var olan işsizlik, çocuk işçiliği, sağlığa ve eğitime erişim, barınma hakkı, anadil kullanımı, kadınların ve çocukların cinsel istismarı, seks ticareti gibi sorunlara onlar da eklendi. Türkiye’nin Suriye iç savaşıyla iç içe geçmesiyle kimin savaştan kaçan Suriyeli, kimin cihatçı Suriyeli olduğu iyice belirsizleşti. Özellikle Suriye’yle sınırı olan bölgelerde cihatçı grupların kol gezmesi, şehirleri işgal etmesi güvenlik kaygısını açıkça ortaya koyuyor.

Türkiye’nin savaştan mağdur olan Suriyelilere sınırlarını açması doğru bir politikaydı. Ancak hükümetin bunu açık yürütmemesiyle bu süreç oldukça kontrolsüz boyutlara taşındı. Bilindiği gibi Suriyeliler ilk geldiklerinde onlara mülteci mi, sığınmacı mı, göçmen mi deneceği ve hukuki statülerinin ne olduğu konusunda bir karmaşa yaşandı. Suriyelilerin durumu mültecilik ve şartlı mültecilik kategorisine de girmiyordu. [2] Başlangıçta hukukta yeri olmayan bir misafirlik tanımı içinde konumlandırıldılar. Fakat misafirler kalıcı olmaya başlayınca 2014 Ekim’inde çıkarılan yönetmelikle geçici koruma kapsamına alındılar. Bu şekilde sağlık, eğitim, çalışma gibi haklara erişim imkânı buldular.

2011’den beri gelenlerin bir grubu AFAD kamplarında barındı. AFAD’ın 27 Haziran 2016 raporuna göre 27 barınma merkezinde 256.211 Suriyeli kalıyor. [3] Bu sayı, nüfusu üç milyonun üzerinde bulunan Suriyelilerin çok az bir bölümünü oluşturuyor. Milletvekillerinin bile zor girdiği bu kampların sivil toplumun denetimine açılmamış olması kamplarla ilgili pek çok spekülasyonu da gündeme getiriyor.

Bu insanların büyük bir kısmının Türkiye’den gitmeyeceği ve burada kalıcı olacakları tahmin ediliyor. Türkiye toplumunda çeşitli kaygılar varken, mültecilik tanımının genişletilmesi ve Suriyelilerin mülteci haklarından faydalanır hale gelmesi mümkünken Suriyelilerin hızlıca vatandaşlığa alınmaları sağlıklı bir süreç olmayacaktır. Hükümetin açık kapı uygulamasını sadece insani nedenlerle değil siyasi amaçlarla yaptığını ilk sığınmacı akının başladığı 2011 yılından itibaren görüyoruz. Türkiye topraklarına üç milyon, hatta belki de daha fazla Suriyeliyi kabul eden hükümet bu durum üzerinden Suriye iç işlerine müdahale etmeye, Suriye politikasını bunun üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Açılan sınırların kontrol edilmemesi güvenlik sorunlarını daha da artırdı. İçerideyse Suriyeliler, emek piyasasında ucuz iş gücü olarak, Avrupa’yla ilişkilerdeyse pazarlık unsuru olarak kullanıldı. Kısa sürede “sınırları açar üzerinize salarız” noktasından Suriyelilere vatandaşlık noktasına gelindi. Geldikleri ilk andan itibaren belli bölgelerde Türkiye’nin demografik yapısı değiştirilmeye mesela Alevilerin yoğun yaşadığı yerlere Sünni Suriyeliler yerleştirilerek adeta toplumsal bir çatışma kışkırtılmaya çalışıldı. Bugün Sur, Yüksekova, Nusaybin, Lice gibi Kürtlerin yaşadığı ve kısa bir süre önce tahrip edilen yerlere Suriyelerin yerleştirilebileceği ihtimali üzerinden aynı kaygıları duymak mümkün. AK Parti’nin Suriye sınırında inşa edemediği güvenli bölgeyi buralarda Kürt nüfusunu dengeleyecek bir şekilde kurması, vatandaş yaptığı Suriyeli sığınmacıların oyuyla bölgede birinci parti çıkmayı beklemesi gibi spekülasyonların önü açık. Tüm bu politikaların toplumsal denetimden uzak olması başka sorunlar yaratıyor.

Evet hükümet Suriyelilere kapıları açmayı pek çok siyasi hesaplarla birlikte yürütmüş ve yürütüyor olabilir. Bunun karşısında sığınmacılar konusunda parlamenter muhalefetin ve toplumsal muhalefetin ne yapıp ettiği önemli bir yerde duruyor. Salt AK Parti karşıtlığı üzerinden muhalefet yapmak yerine toplumda yükselen ırkçılığı geriletmek, sığınmacıların haklarını korumak için incelikli bir politika geliştirilmediği ortada. Olsa zaten sorunların çözümünü değil toplumda daha fazla kutuplaşmayı getirecek referandum önerisi gündeme gelmezdi. Öncelikle bu tartışmayı vatandaşlık mı referandum mu sıkışmasından çıkarmak gerekir. Suriyeliler meselesinin nasıl çözülebileceğine dair inisiyatifi sadece hükümete bırakmamaya, Suriyelilerin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kurumlarının dahil olmasıyla  birlikte açık ve denetlenebilir politikalar geliştirmeye ihtiyaç var. Bunun içinse iç ve dış politikada barıştan yana irade gösteren, toplumdaysa kutuplaşmayı değil saygıyı ve birlikte yaşamı savunan, ırkçılık ve milliyetçilikle mücadeleyi hareketinin merkezine alan tepkisel değil kurucu bir muhalefete ihtiyacımız var.  Asıl mesele toplumsal muhalefetin barışı merkezine alan böyle bir vizyonunun olup olmadığı.

(1)
12 Temmuz tarihli İMC TV’de yayınlanan Gündem Müzakere programına katılan HDP sözcüsü Ayhan Bilgen tam olarak referandum önermediklerini konunun incelikli ele alınması gerektiğini ve HDP içinde bunu tartışmaya devam ettiklerini söyledi.
(2)
Avrupa’da mültecilerin statüsü, Türkiye’nin de imzacısı olduğu 1951 Cenevre Sözleşmesi’yle belirleniyor Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Tarihli Cenevre Konvansiyonunda yapılan bu tanıma göre “1 Ocak 1951 Tarihinden önce Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ırkından, dininden, vatandaşlığından, siyasi görüşlerinden veya belirli bir gruba ait olmasından dolayı zulme uğrayacağından haklı olarak korktuğu için bulunduğu ülkeyi terk eden yabancı mültecidir.” Bkz: http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/45516–Multecilerin-Hukuki-Durumuna-Dair-Sozlesme.pdf Türkiye bu sözleşmeye imzacı olurken mültecilik statüsü için bir coğrafi sınırlama getirdi ve sadece Avrupa’da meydana gelen çatışmalardan ötürü Türkiye’ye gelen kişileri mülteci olarak tanıdığını belirtti. 1951’den beri bu coğrafi çekinceyi korumaya devam etti. Dolayısıyla bu tanım üzerinden Türkiye’de mülteci sayısının oldukça az olduğu söylenebilir. Türkiye’ye Avrupa dışından gelenler için şartlı mültecilik statüsü uygulanıyor. 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye’den korunma talep eden kişiler geldikleri yere göre “Mülteci” ve “Şartlı Mülteci” statülerine göre tanımlanmaktadır. Buna göre başka bir ülkede kendisine güvenli bir yer buluncaya kadar Türkiye bu kişilere koruma sağlıyor ancak uzun vadede Türkiye’ye entegre olmalarına olanak sağlayan bir statü vermeyeceğini söylüyor.
(3)