Sömürge Karşıtı Mücadeleler Bağlamında Feminizm

Linda Gordon / Ekim 2015

Çevirmen: Dılşa Ritsa Eşli

 

Bugün feminizm ve savaşı tartışmaya başlamadan önce feminizm derken neyi kastettiğimi açıklama gereği duyuyorum. Bunu, sadece feminizmi aşağılayan tanımlamalara karşı çıkmak için değil, aynı zamanda çoğu feminist feminizm, içindeki müthiş çeşitliliğe dair tarihsel ve küresel bir anlayıştan  yoksun olduğu ve kendi ideolojilerini tasvir etmek adına feminizmin tanımını daraltma eğiliminde olduğu için  yapmak zorundayım. Son kitabım Tamamlanmamış Feminizm’e [Feminism Unfinished][ii] bu ismi kadın hareketlerinin bir sürece tekabül ettiğine işaret etmek için verdim. Ama feminizmin birçok çeşidi vardır. Bu yüzden kitabın adı Tamamlanmamış Feminizmler de [Feminisms Unfinished] olabilirdi. Feminizm modern ilerici hareketler arasında en yanlış anlaşılmış olanıdır ve bu yanlış anlaşılmalardan biri feminizmi tek bir tanıma sığdırmaya çalışmaktan kaynaklanır. Tıpkı akademisyenlerin ve “kalkınma uzmanları”nın modernliğe ve özgürlüğe giden tek bir yol olduğunu varsaymaları gibi birçok sözde kadın araştırmaları uzmanı da tek bir feminizm modeli olduğunu ve diğerlerinin bunu takip etmesi gerektiğini savundular. Bu hem yanlış hem de saçma.

Kadınlar (ve aynı zamanda bazı erkekler), feminizmi kederlerinden, sevinçlerinden ve en çok da özlemlerinden yola çıkarak yaratırlar. Ancak ne kadınların nasıl olması, feminizmin ne olması gerektiğiyle ne de özgür ve demokratik bir toplumun nasıl olması ve nasıl gerçekleşeceğine dair bir formül var. Feminizmlerdeki bu çeşitlilik benim kendi ülkem Amerika’da söz konusu olduğu gibi dünyanın her tarafında da söz konusu. Birçok tarihçi on dokuzuncu yüzyıl Amerikan feminizminin esasen oy hakkıyla ilgili olduğunu varsayar. Ama o zamanlarda yaşayan kadınlara ne istediklerini sorsanız birçoğu çocuklarının iyi eğitim görmesini, iyi beslenmesini ve sağlık hizmetlerine erişme hakkına sahip olmasını istediklerini söylerdi. Bunlar kadınlara ait taleplerdi. Bu talepleri tabii ki birçok erkek de destekledi ama kadınların çocuk bakımına dair üstlendikleri rol çocukları onlar için öncelik hâline getiriyordu. Çocuklara dair bu talepler feminist taleplerdi. Kendi “ikinci dalga feminizm” deneyimim hakkında en çok sevdiğim şey kadınların aktivizminin hayret verici çeşitliliği ve bu aktivizme dair süreçti.

Ne yazık ki seçkin kadınlar çoğu zaman feminizmi kendi bakış açılarından tanımladılar. Bunun sonucu olarak da etraflarındaki birçok kadının mücadelesini feminist bir mücadele olarak görmediler. İşçi kadınlar hem kadın hem de işçi mücadelesi yürüten gruplarda bir araya geldiğinde yüz yıl öncesinin “resmi” feministleri (bunlar başlıca ulusal feminist örgütlerin liderleriydi) işçi kadınların mücadelesini feminist bir hareket olarak tanımadılar. Kendi ülkemde bu seçkin liderliğin en çirkin yanlışlarından bir tanesi de ırkçı olmasıydı: Yüz yıl önce Afro-Amerikan kadınlar hem cinsiyetçilik hem de ırkçılıkla mücadele etmek için ulusal bir örgüt (Ulusal Renkli Kadınlar Derneği) kurduğunda, seçkin beyaz süfrajetler bu örgütü ırkçılıkla da mücadele ettiği için feminist saymadı.

Feminizmi homojenleştirme ve onu seçkin kadınların bakış açısına uygun hâle getirme çabası emperyalizm tarihinde sıklıkla ortaya çıkıyor. Emperyalist ülkelerde yaşayan kadınlar çoğu zaman kendi ülkelerinin ele geçirdiği kolonilerde yaşayan kadınların “geleneksel” baskılardan “kurtarıldığını” düşündüler. Umarım bu tarz düşüncelerin çok fazla örneğini sıralamama gerek yoktur. İngilizler Hindistan’ı ele geçirdiklerinde ve Fransızlar Mağrip işgalinde bunu iddia ettiler. Bush hükümeti 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde de bu saçma iddiayı öne sürdü.

Ayrıca ırkçılık olarak adlandırdığımız şey kesinlikle sadece beyazlar ve siyahlar arasında bir mesele değil. Siyahlara karşı yapılan ırkçılık daha güçsüz ulusal, etnik ve dini gruplara karşı uygulanan tahakkümün sadece bir türü. Buna benzer sistematik ayrımcılıklar dünyanın her yerinde var. Latin Amerikalı seçkinler yerlilere, Japon “Wajinler”[iii] Aynulara[iv], Arap seçkinleri Bedevilere, Sırplar Bosnalılara, Hıristiyanlar Yahudilere ve Müslümanlara, İsrailliler Filistinlilere, Türkler Ermenilere, Rumlara ve Kürtlere ve bu örneklerdeki gibi birçok grup başka gruplara karşı ayrımcılık yaptı. Bu bağlamda ırkçılığı başka tür bağnazlıklardan ayırmanın bir anlamı kalmadı; hepsi birbirine benzer çirkin ve şiddet içeren önyargılardan besleniyor.

Bunlar aktivizmden ve akademik çalışmalardan çıkardığım derslerden bazıları. Kuşağımdaki birçok feminist gibi ben de yurttaşlık hakları hareketine, Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’ı işgaline karşı harekete ve daha sonra kadın özgürlüğü hareketine katıldım. Kadın hareketi, Yeni Sol dediğimiz akımı Eski Sol’dan ayrıştıran temel bir unsurdu. Benim deneyimim 1970’lerde etkili olan sosyalist feminizm akımı içinde şekillendi. Sosyalist feminizm klasik metinlere dayanarak cevaplar üreten Marksist bir politik parti değildi. Sosyalist feminizm daha çok sorular sormaya ve yalnızca cinsiyetler arası eşitliği değil, aynı zamanda ırklar arası eşitliği, ekonomik demokrasiyi ve özgürlüğü de içine alan bir sosyal adalet anlayışını keşfetmeye adanmış bir hareketti.

Biz, kadın özgürlük hareketinde yer alan kadınlar olarak karmaşık bir durumla karşı karşıya kaldık. Bir taraftan solun emperyalizm, ırkçılık ve savaş karşıtı mücadelesine bağlıydık. Aslında, günümüz feminist hareketlerine dair yanlış mitlerden biri de onların sol ile bağlarını kopardıkları yönündedir, ki koparmadılar. Feminist hareket bitmesi gereken tek eşitsizliğin cinsiyetçilik olduğuna inanmadı. Diğer taraftan sol hareketlerdeki erkek liderlik, cinsiyetçilik söz konusu olduğunda, sıklıkla savaştığı güçlerle örtüşüyordu. Bu erkek egemen hareketlerin çoğu erkek tahakkümünün aşırı formlarını teşvik bile etti, çünkü Avrupa ve Amerikan emperyalizmi, eylemlerini “geri kalmış” Batılı olmayan toplumlardaki kadınları özgürleştirdiklerini iddia ederek meşrulaştırıyordu.

Kenya’nın İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi bu durumun güçlü ve acı bir örneğiydi: Kenya’daki sömürge karşıtı hareket zirve yapmadan önce çoğu ilerici reformist, kadın sünnetinin bitirilmesini talep ediyordu; Kenya’nın kurucu babası Jomo Kenyatta da kadın sünnetine karşı çıkan ve bu uygulamanın kaldırılması gerektiğini söyleyenlerdendi. Ama bağımsızlık hareketi büyüdükçe her “Batılı” uygulamaya direnilmesi gerektiğini söyleyen ideoloji de büyüdü ve Kenyatta da kadın sünnetini destekleyen bir noktaya geldi. Bir başka örnek, Amerika Birleşik Devletleri’nde Vietnam Savaşı’na muhalefet yöntemlerinden biri olarak askerlikten kaçmaktı: Genç erkekler Vietnamlılara karşı silahlı kuvvetlere katılmayı reddettiler. Ancak bu muhalif hareketin en ünlü posterlerinden bir tanesinde genç beyaz bir erkeği okşayan oldukça seksi bir grup kadın vardı ve posterin alt kısmında “Kadınlar Hayır Diyen Erkeklere Evet Der” yazıyordu. Yani, askerlikten kaçış hareketi kadınları cinsel bir obje olarak kullanarak erkekleri direnmeye teşvik ediyordu.

Tabii ki kadınların en büyük düşmanları soldan değil sağdan geliyor. Bugün sağcı radikal dinciliğin küresel düzeyde yükselişte olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu durum Yahudiliği, Hıristiyanlığı, Hinduizmi ve İslamı eşit derecede etkiliyor. Bütün bu dinlerin gerici biçimleri kadınları ikincil konuma getirmeyi öneriyor. Hepsi kadınlara baskı uygulayan politik, sosyal, kültürel, ekonomik ve aile içi yapıları destekliyor ve hepsinin birkaç kadın sözcüsü var. Erkek tahakkümünün, emperyalizm ve sömürgecilik gibi ancak bu tahakküm biçimlerine maruz kalan nüfuslardaki işbirlikçilerinin yardımıyla sürdürülebildiğinin altını çizmekte fayda var. Zira, bu sistemler iktidarlarını genellikle kaba kuvvetin yanında ideolojik hegemonyayla sürdürmektedirler. Erkek tahakkümü ancak birçok kadının ideolojik olarak bu tahakkümü kabul etmesini sağlayarak işleyebilir. Ayrıca birçok kadın erkek tahakkümünü ya çok az alternatifi olduğu için ya da kendilerine belli imtiyazlar vadettiği için kabul ediyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde biz IŞİD’le sizin kadar yakından karşılaşmıyoruz ya da Türk yönetiminin ve destekçilerinin Kürtlerin ve diğer muhaliflerin üzerine yağdırdığı şiddetle yüz yüze gelmiyoruz. Beyaz ve erkek üstünlüğünü isteyen Nazi milislerimiz olsa da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Hıristiyan sağın ideolojisi çok daha az şiddet yanlısı. Yine bizim “kaltak muhabbeti” (slut talk) dediğimiz, kadınlara müstehcen adlar takan, kendi hakları ve diğer ezilen grupların hakları için mücadele eden kadınları utandırmayı amaçlayan açıklamalarda artış gözlemliyoruz. Hatta bunların bazıları tecavüzü kadınları cezalandırmanın bir  yöntemi olarak öne sürecek kadar ileri gidebiliyor.

Bunlara ek olarak Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilerici insanlar beyaz olmayan insanlara yönelik sistematik polis şiddeti hakkında bilinçlendiler. Belki “Black Lives Matter”[v] hareketini duymuşsunuzdur. Bu harekette de, eril tahakküm altındaki  pek çok ilerici harekette olduğu gibi, başlarda tartışmalar sadece erkekler üzerinden yürüyordu ve birçok kadının polisler tarafından öldürüldüğü, yaralandığı ve polisin cinsel tacizine uğradığı görmezden geliniyordu. Ta ki yakın bir zamanda kadınlara yönelik polis şiddetine dikkat çeken bir kadın hareketi, “Say Her Name”[vi] oluşana kadar.

Bu girişle sizlere arka planımı -Amerikan argosunda “nereden geldiğimi”- ve bunun bakış açımı nasıl şekillendirdiğini açıklamaya çalıştım. Şu anda Küresel Güney’deki[vii] feminizmin çıkmazlarına dikkat çekecek olsam da şüphesiz bu çıkmazları algılama noktam kendi Amerika Birleşik Devletleri arka planımdan geliyor.

Küresel Güney’deki mücadeleler genellikle birden fazla amacı birleştiriyor. Bu amaçlar üç kategoride incelenebilir: Birincisi ulusal bağımsızlık, ki bu bir ulus-devlet kurmayı kapsayabilir ya da kapsamayabilir, ikincisi sosyal ve ekonomik adalet ve üçüncüsü cinsiyetler arası eşitlik. Bu konuşmada biraz uzmanlığım olan bir alandan, İsrail tahakkümü bağlamında Filistinli kadınların mücadelelerinden bir örnek olarak bahsetmek istiyorum. İsrail’in bölgedeki tahakkümü bazıları için işgalle (Batı Şeria), bazıları için sürgünle (diaspora) ve bazıları için ikinci sınıf yurttaşlıkla (İsrail içinde) sonuçlandı. Bütün bu durumlar Filistinli kadınlar için belirli zorluklar üretiyor ama aynı zamanda kadınların aktivizmi ve kadınların güçlenmesi için olasılıklar sunuyor.[viii] Bu durum çatışmaları öne çıkaran bir durum olarak görülmeli. Tıpkı etnik bir kimlikle beraber gelen bir direniş ihtiyacının toplumun ve kültürün dengesini bozacağı gibi… Dengelerin değiştiği bu durumlarda kadınlar stratejik kazanımlar elde edebilecekleri açıklar bulurlar. Ama kazanımlar güvence altında olmayabilir.

Her feminizmin özgün olduğunu kabul etsem de, sömürge karşıtı mücadele içinde feminist bir gündem oluşturmaya çalışmanın zorluklarıyla karşı karşıya olan başka kadınlar için Filistin Mücadelesi ders çıkarabilecek bir örnek olabilir. Genelde, bu tür mücadelelerin tarihsel örneklerine baktığımızda mücadele militerleştikçe kadınların mücadeleye kitlesel olarak katılma olanağının azaldığını görürüz. Ayrıca bu durum yaşlı erkekler için de geçerli, ne de olsa onlar da genellikle silahlı mücadeleye katılmıyorlar. Bunları Rojava bölgesindeki Kürt kadınların sıradışı katılımının farkında olarak söylüyorum. Rojava’daki kadınların mücadelelerini eleştirmiyorum. Hatta ben ve Amerika’daki solcu feminist dostlarım Rojava’daki hareketin kazanımlarından çok büyük heyecan duyuyoruz ve mali açıdan da olmak üzere elimizden gelen her şekilde bu kazanımları destekliyoruz. Ama aralarındaki fark ne olursa olsun feminist hareketler birbirlerinin tarihinden dersler çıkarabilirler.

Birinci İntifada ve Oslo Anlaşması

Yakın zamandaki iki Filistin İntifadası’nı düşünün. 1970’ler ve 1980’lerde Batı Şeria’daki Filistinli kadınlar mahalle ve köyler arası ağlar oluşturmaya başladılar. 1987’de ilk İntifada başladığında kadınların hareketliliği iki katına çıktı. Bu süreçte, bir Filistin hükümeti veya “otoritesi” kurulmadan önce kadınlar giderek sivil toplumun temeli hâline geldi. Öğrenciler, işçiler, profesyoneller ve ev kadınları yerel komitelerde örgütlendiler ve nüfusun büyük bir çoğunluğu için belirli hizmetler sağladılar. Kadınların katılımı olmasa çok daha kolay bastırılabilecek olan İntifada, kadınlar sayesinde sürebildi. Kadınlar eylem yaptılar, yaşlılara, hastalara ve yaralananlara baktılar, cenaze törenlerini organize ettiler, posterler ve grafitiler yaptılar, kolektif ve bireysel bir şekilde insanları beslediler, Batı Şeria’da ve Gazze’de İsrail, okulları kapattığında bunların yerine alternatif okullar ve kreşler kurdular ve para topladılar. Yerel kadın komiteleri çoğunlukla merkezi olmayan özerk yapılardı. Politik partilere bağlı değillerdi ve belki de bu nedenle hem sürekli hem de acil ihtiyaçlara yaratıcı bir şekilde ve planlamadan karşılık verebiliyorlardı. Bu kadın komitelerinin yaptıkları, Kürt kadınlarının başardıklarına hiçbir şekilde eşit değil ama kendi bağlamında oldukça etkileyiciydi.

Filistinli kadınların aktivizminin “geleneksel” toplumla bir zıtlık içinde bulunduğunu aklınızda bulundurun. Kadınların Filistin’in siyasi ve ideolojik partilerinin yüksek siyasetinden dışlanması onlara kendi kendilerine örgütlenmelerini sağlayacak bir alan yarattı. Yapmaları gereken işler vardı. Giderek kendilerine daha fazla ihtiyaç duyulduğunu ve hatta toplum üzerinde bir güçlerinin olduğunu hissettiler. İnsanlar yardıma ihtiyaçları olduğunda kadın komitelerine gittiler. Bu kadın aktivistler kendilerine feminist demediler ya da toplumsal cinsiyet sistemine karşı çıkmadılar. Ama onların çabaları ulusal hedefleri sosyal özgürlük hedefleriyle tamamladı ve bu şekilde genel olarak kadınlara, özellikle de seçkin sınıftan gelmeyen kadınlara saygınlık kazandırdı. Seçkin sınıftan gelen eğitimli ve genellikle Hıristiyan olan kadınlar hareket içinde en çok görünenler olsa da onların taban örgütlenmesi olan yerel komiteler, birçok yoksul kadına kendi ihtiyaçlarını ifade etme olanağı sağladı. İntifada’yı destekleyen hareketlilikleri kadınlara sadece özgüven kazandırmadı, aynı zamanda onların eşitlik arayışlarında daha cesur olmalarını sağladı. Akademisyen Eileen Kuttab bu dönemi “merkezi olmayan yapılardan çıkarak ulusal mücadelenin ihtiyaçlarına karşılık veren, kadınların ulusal ve toplumsal cinsiyet meselelerinde bilinçlenmesini sağlayan gerçek bir demokratik hareket”[ix] dönemi olarak tanımlıyor. Kadın komiteleri Filistinlilerin üç hedefini birleştirme olasılığını sağlamıştı: Ulusal özgürlük, toplumsal ve ekonomik adalet ve cinsiyetler arası eşitlik.

Sonradan yaşanan iki gelişme cinsiyetler arası durumu değiştirdi. Öncelikle Oslo Anlaşması Batı Şeria’da ve Gazze’de bir özyönetim yapısı kurdu. Bu, teoride bir Filistin Yönetimi’nin daha öncesinde kadın komitelerinin sağladığı birçok hizmeti devralması anlamına geliyordu. Gerçekte hükümet hizmetleri hiçbir zaman yeterli olmadı ama yönetim, verilecek hizmetlerin sorumluluğunu üstlendi, bu hizmetlerin organizasyonunun ve dağıtımının merkezden yapılabilmesi için binlerce bürokratı işe aldı. Hizmetlerin sağlanamaması, hiçbir şekilde yönetimin “suçu” değildi, zira bunları sağlamak için gerekli kaynağa ve liderliğe hiçbir zaman sahip olmadı. Ama aynı zamanda Birleşmiş Milletler’den ve destekçi hükümetlerden gelen yardım ve bağışlar yönetimde yolsuzluğa yol açtı ve tüm bu yardımlar çoğu zaman yetersizliği ödüllendiriyor gibi göründü.

1994’te bir Kadın Bildirgesi’nin hükümetin bir kolu olan Filistinli Kadınlar Genel Birliği tarafından kabul edilmesi umut verici görünüyordu. Ne yazık ki bu bildirge, hedeflerini gerçekleştirmek için herhangi bir somut programı olmayan, yaptıkları genellikle sembolik ve söylemsel olan bir oluşuma dönüştü. Dahası, bu oluşum tamamıyla maaşlı personeller tarafından yönetilen, katılımcılığı teşvik etmeyen bir oluşumdu. Fakat esasen Filistin Yönetimi geniş çaplı bir cinsiyet eşitliğini sağlayabilecek yeterli güce, kaynağa veya demokratik katılıma hiçbir zaman sahip olamadı.

Ulusal Yönetim yerel kadın komitelerini ataerkil gerekçeler yüzünden veya bağımsız bir taban hareketinden korktuğu için de  bastırmaya çalışmış olabilir. Her halükârda yerel kadın komiteleri zayıfladı ve kadınlar, özellikle yoksul kadınlar ve yaşlı erkekler aktif katılım olanaklarını kaybettiler. Eileen Kuttab’ın da yazdığı gibi, “gayriresmi taban hareketleri ağlarına dayalı direniş çöktü, onun yerini resmi siyaset aldı”[x] ve bu resmi siyasete de seçkin erkekler ve seçkin kadınlar hâkimdi. Bu örnekte devletin kurulmasının kadın eylemliliğinin aleyhine işlemiş olabileceğini görüyoruz.

İkinci olarak, Oslo Anlaşması’ndan sonra, Batılı güçler, BM ve destekçi kurumlar verdikleri fonları yükseltmekle kalmadı, bu fonların çoğunu sivil toplum örgütlerine yöneltti. 1995’te Batı Şeria’da ve Gazze’de çalışan sekiz yüz ila bin iki yüz sivil toplum örgütü vardı.[xi] Bu örgütlerin çoğu “insan hakları” ve kadın haklarıyla ilgili sivil toplum örgütleriydi. Çoğu zaman stratejilerini neoliberal ideolojiler ve paradigmalara dayandıran Batılı liberal feministler, seçkin Filistinli kadınlarla olan bağlarına yaslandılar. Taban hareketi grupları yerine maaşlı çalışanları ve hiyerarşik yapıları olan organizasyonlar kurdular. Böylece işgücü olarak eğitimli, genellikle İngilizce konuşabilen kadınların tercih edildiği bir kadın aktivizmi mesleği doğdu.

Kendilerini ulusal ve uluslararası politika süreçlerine müdahale etmeye adayan uzmanlaşmış ve profesyonelleşmiş feminist sivil toplum kuruluşlarının sayısı giderek arttı…  Sonuç olarak yabancı  kuruluşlardan aldıkları fonlar sayesinde bu kuruluşların ulusal siyasette görünürlüğü arttı. Politika ve savunuculuk odaklı yeni bir gündem benimsediler. Bu gündem uluslararası ve ulusal örgütlere resmi belgeleri ve değerlendirme raporlarını hazırlama sürecinde gerekli uzmanlığı sağladı.[xii]

Daha da kötüsü, sivil toplum kuruluşlarının parası katılımcı demokratik projelere aktarıldığında Filistin Yönetimi bu projeleri susturmaya, marjinalize etmeye ve/veya yönetimin bir parçası hâline getirmeye çalıştı.[xiii] Birçok Filistinli feminist akademisyenin de ifade ettiği gibi feminist sivil toplum kuruluşları tam da güçlerini kaybettikleri bir dönemde kadınları “güçlenmeye” çağırdı.[xiv] “Kadın sorunlarıyla” ilgilenen sivil toplum kuruluşları ve bağışçı hükümetler çoğu zaman çalıştıkları insanlara “danışan” olarak hitap etti ve belirli gruplardan “hedef grup” olarak bahsetti.[xv] Kurulan bu dil, kuruluşların yardım ettikleri insanları aktivistten çok pasif, yardım ya da tavsiye alan, kendi gelişimleri için gereken bilgiye, uzmanlığa ve anlayışa sahip olmayan kişiler olarak yansıtıyor ve kuruyor.

Özellikle problemli olan nokta, sivil toplum kuruluşlarının ve bağışçı hükümetlerin kadınları “hedef grup” olarak alması ve kadınların ihtiyaçlarını Filistin halkının genelinden ayırarak toplumsal sorunları ekonomik ve politik sorunlardan ayırması oldu. Kadınların mücadelesini İsrail işgaline karşı olan Filistin ulusal mücadelesinden ayırdılar.

Dışarıdan gelen fonlar özellikle de yeterli maddi kaynakları olmayan, ailelerinin sağlık ve sosyal yardım hizmeti alması gibi öncelikleri olan kadınlar için hayati önem taşıyor. Bu durumsa yukarıda bahsettiğim problemlerin çözümünü zorlaştırıyor.

İkinci İntifada

2000’de başlayan İkinci İntifada kadınları daha da pasifleştirdi. 1987’de başlayan Birinci İntifada’nın görünen direnişçileri sokaklarda taş atan çocuklar ve genç erkeklerdi ama aynı zamanda grafitti yapan ve sokaklarda bağıran kadınlar, kız çocukları ve yaşlı erkekler de vardı. İkinci İntifada Ariel Şaron’un sağcı politikacıları ve onların silahlı birliklerini Mescid-i Aksa’ya yönlendirmesi gibi İsrail’in artan provokasyonları ve  kontrgerilla hareketine yanıt olarak patlak verdi. Bu İntifada’da direnişçiler silah kullanmaya başladılar. Direnişin militarizasyonu ile beraber intihar bombacıları ve roket atarlar da direnişe dahil oldu. Birinci İntifada’da sokaklar ve köyler direniş alanıyken, İkinci İntifada’da savaşmayanlar evlerine kapanmak zorunda kaldı.[xvi] Bu sınırlandırılma hâli sadece kadınları değil erkekleri de etkiledi. Tipik kadın/erkek ikili cinsiyet rolleri savaş zamanlarında yanıltıcıdır çünkü yaş faktörünü göz önünde bulundurmaz. Savaşlarda gençler savaşır. Yine bu durum hem kadınları hem de erkekleri savaşmaktan alıkoyabilecek engellilik hâlini görmez. Filistin’deki silahlı çatışmalar sadece savaşçıların onurlandırılmasını ve onlara minnet duyulmasını sağlarken savaşmayanların katkılarının görmezden gelinmesine neden oldu.

Çok daha şiddetli ilerleyen İkinci İntifada ulusun kendisine dair cinsiyetlendirilmiş söylemlerde de kritik bir dönüşüme tekabül etti. Kadınlar hem sembolik olarak hem de pratikte savaşçıların anneleri olarak görülmeye başlandı. Bu eski ve oldukça evrensel sembolizm Filistin ideolojisinde daha önce de vardı fakat giderek daha da gelişti ve dışlayıcı bir hâl aldı. Şehitlerin anneleri hem şahısları nezdinde hem de kuramın içinde onurlandırıldı. Hatta Filistinli bir feminist, intihar bombalarını destekleyenlerin en büyük söylemsel başarılarının anneleri oğullarını birer kahraman olarak görmeye ikna edebilmeleri olduğunu savundu. Şüphesiz ki oğullarının bir amaç uğruna, intihar bombacısı olarak veya İsrail tarafından öldürülerek kahramanlaşması ebeveynlerin katlanılamaz acısına bir teselli sundu. Fakat bu durumun giderek toplumsal bir söylem hâline gelmesi kadınlara yüklenen fedakâr anne rolünü pekiştirdi. (Filistinli bir muhalif “on iki yaşındaki çocukların savaşı bir oyun olarak gördüğünü” ve bu çocukların şehit olarak sayılmaması gerektiğini çünkü bu sıfatın “kurbanın bir amaç uğruna ölmenin ne demek olduğunu bildiğini” varsaydığını yazdı.)[xvii]

İkinci İntifada hem anneler hem de babalar için bir ebeveynlik krizi yarattı. İkinci İntifada’da savaşan genç erkekler sürekli baskı altındaki hayatlarını ve geleceklerini protesto ediyorlardı. Bu gençlerin anne babalarıysa savaş ortamında iyi bir ebeveyn olmanın çelişkilerini çocuklarını korumak, beslemek ile bağımsızlığa hazırlık yapmak üzerinden yaşıyordu. İntifada koşullarında birçok silahlı direnişte olduğu gibi bu üç sorumluluğu aynı anda yerine getirmenin bir yolunu bulmak oldukça zordu. Birçok genç erkek için hapse girmek erkekliğe geçiş ritüeliydi. (Filistinli erkeklerin yüzde kırkı İsrail hapishanelerinde yatmış ve Filistinli ailelerin yüzde yetmişininse bir veya birden fazla aile üyesi hapse girmiş.)[xviii] Bu durum ebeveynlerin kızlarının hapse girmesi ve öldürülmeleriyle nasıl başa çıkacakları sorusunu gündeme getiriyor. Yaşanan acı kız çocukları ve erkek çocukları için aynı mı? Kızları da oğulları gibi birer kahraman olacak mı?

Savaş geleneksel olarak bir erkek eylemi olmuş olsa da kadınlar mesela Vietnam’da ve Meksika’da  olduğu gibi sık sık savaştılar. Kürt kadınların askeri rolleri dünyanın gördüğü en kapsamlı örnek olabilir. Yine de savaş hâlinin herhangi bir zamanda eril bir hâl olmaktan çıkıp çıkamayacağı konusunda şüpheliyim. Dünyanın her yerinde ordular erilliği  kendi çıkarları için kullanarak disiplini korur, askerlerini sakatlanmaya veya ölmeye zorlarlar. Dünyadaki bütün erkekler için en utanç verici şey bir korkak olmaktır. Kadınlar için buna eşdeğer bir utanç yok. Tehlikeden kaçmak bir insan içgüdüsüdür ama askerler bunun tam tersini yapmak zorundadır. Askeri eğitim erkekleri kaçma içgüdüsünü reddetmeye ve tehlikede olduğunu hissetmenin ve acı çekmenin güçsüzlük göstergesi olduğu fikrini içselleştirmeye zorlar. Bu fikirler bir kere içselleştirildiğinde ömür boyu kalır.

Eşit derecede tehlikeli olansa savaş zamanlarında gerçekleşen tecavüzlerdir. Dünya genelinde tecavüzün çok eski zamanlardan beri savaşta kullanılan güçlü bir silah olduğu daha yeni kabul edilmeye başlanıyor. Tecavüzler savaşlarda birçok amaca hizmet eder. Mesela, kadınlarını koruyamayan erkeklerin utanç duymasını sağlayabilirler. Diğer tarafı bakım işinden mahrum bırakır. Kadınların özgüvenlerini yok ederek, tüm toplulukların dengelerini bozabilirler. Kadınları hamile bırakabilirler ve böylece aileleri baltalayabilirler. Damgalanmış ve yoksun bırakılmış çocuklar yaratabilirler.  Savaşlar “doğal olarak” tecavüze sebep olmaz. Dünyanın her yerinde ordular kadınlara cinsel saldırıyı teşvik eder. Bu örnekte sadece IŞİD’i düşünmüyorum. Amerikan ordusu Vietnam’da çarpışmalardan önce saldırganlığı artırmak ve üstü kapalı olarak askerlerin kadınlara erişecekleri mesajını vermek için askerlere pornografik filmler gösteriyordu. Cynthia Enloe ve Mary Lou Roberts gibi birçok önemli Amerikalı feminist akademisyen savaş pratikleri ve tecavüz arasındaki ilişkiyle ilgili derinlikli araştırmalar yaptı. Savaşın, erkeklerin kadınlar ve güçsüz erkekler üzerindeki yetkilerini artırdığı kesin. Küresel kadın hareketleri tecavüzün bir savaş suçu olduğunun kabul edilmesi için kampanyalar örgütlediler, fakat bu mücadelenin kazanılmasına daha çok zaman var. Umuyorum ki kadınların varlığı bu vahşi değerlerin ortadan kalkmasını sağlayabilir.[xix]

Kadın savaşçılarla ilgili problemlerden biri bu savaşçılara romantik figürler olarak yaklaşmak. Özellikle Batılı kadınların, kadın savaş kahramanlarına yaklaşımında bir tür oryantalizm var. Hatta silahlı kadın imajının cinsel bir obje hâline gelmesi de gözlemlenebilen bir durum. Vietnam Savaşı sırasında ben ve birçok feminist arkadaşım gurur duyarak Vietnamlı kadınların ve Kadın Kara Panter’lerin[xx] tüfeklerle fotoğraflarını sergiledik. Çoğu zaman bu görseller kadınların geldikleri kültürdeki ikincil konumunu gölgeledi. Kadın intihar bombacılarının Batı medyasında yer alma şekli de aynı şeyi yapıyor. Batı medyası da Kürt mücadelesine yer verirken haklı olarak silahlanan kadınlara yoğunlaşıyor. Ama bu sansasyonelleştirme ve sınırlı odaklanma diğer kadınlara ve onların yürüttükleri mücadelelere karşı haksızlık oluyor. Kadın savaşçılar etrafında yaratılan bu melodram diğer kadınların desteklerine gölge düşürüyor. Savaşlar sadece silahlar ve bombalarla olmaz. Fabrikalarda, evlerde, hastanelerde gösterilen farklı emek biçimleri de vardır savaşın içinde. Dünyadaki her ordu, çoğu zaman büyük tehlike altında ve kimi zaman savaşın ön saflarında tıbbi hizmet veren kadınlarla doludur. Kadınlar savaş zamanlarında her türlü işi yaparlar. Çoğu zaman bu işler oldukça meşakkatlidir ve görünmezdir. Kadın savaş muhabirleri saklanamazlar ve sadece ateş altında kalmazlar; aynı zamanda tacize de uğrayabilirler ki bu taciz, amaçlarını destekledikleri kişiler tarafından bile gerçekleşebilir. Kürt mücadelesini belgeleyen Susan Meiselas gibi kadın savaş fotoğrafçıları bilgi vermek ve protesto etmek için ateş hattına giderler. Bu kadınlar da kahramanlardır, emekleri ve cesaretleri için onurlandırılmalıdırlar.

Son ve çok büyük bir ihtimalle en kötü sonuç olarak, Filistin mücadelesinin militarizasyonu Hamas’a ve kadınları yeniden ikincil konuma getirme amacı olan teolojik bir düzene ciddi katkı sağladı. Filistinli yönetmen May Odeh’in olağanüstü filmi Günlükler [Diaries] belli bir ulusalcılık biçiminin ataerkil düzeni meşrulaştırdığı sömürgecilik karşıtı mücadelelerde kadınların karşılaştıkları ikilemi anlatıyor. Odeh’in filmi Gazze’de iki farklı tutsaklık durumunu aynı anda yaşayan üç kadının, Safa Joudeh, Asma Shaker ve Asma al-Ghoul’un, hikâyesini anlatıyor. Kadınlara bu durumu bir taraftan Hamas, diğer taraftan İsrail devleti dayatıyor. Gazze’deki durum hem kendine has hem de değil. Zira, dünyanın birçok yerinde siyasi iktidarı belirlemek için yapılan sözde “seçim”, neoliberalizm veya köktendinci teokrasiler arasında yapılıyor. Ayrıca teokrasi tehdidi bütün büyük dinlerin içinde vardır. Kadınların liderliği bu “seçimden” kaçabilmenin bir garantisini vermiyor. Ama yalnızca kadınlardan oluşan değil, aynı zamanda demokratik ve özgür bir feminist harekete hesap veren kadınlardan oluşan bir kadın liderliği  bir şeyleri değiştirebilir.

Pasifist biri olmasam da, tarihsel kanıtlara dayanarak şiddet yanlısı olmayan stratejilerin ve yöntemlerin kadınlar için yararlı olduğunu ve kadınların militan pasif direnişte çok daha başarılı olduklarını kabul etmek zorundayım. Bazı durumlarda şiddet içeren toplumsal özsavunma kaçınılmaz oluyor. Ama şiddet içermeyen stratejiler de militan, kendinden emin ve meydan okuyucu yöntemler içerebilir. Ayrıca pasif direniş her zaman fiziksel bir riskin olmadığı anlamına gelmez. Şiddet içermeyen protestolar ve gösteriler çoğu zaman devlet güçlerinin ve öfkeli muhaliflerin şiddetine maruz kalır. Dünyanın her yerinde kadınlar fiziksel olarak cesur, güçlü ve hazır olduklarını, gerek görüldüğünde büyük risklere, acılara ve ölüme göğüs gerebileceklerini gösterdiler. Bu durumu Amerika Birleşik Devletleri’nde Yurttaşlık Hakları Hareketi’nde gözlemledik. Kadınlar gösterilerde sayıca fazlaydı ve çoğu zaman erkeklerden daha uzun süre dayanırlardı. Bunun sonucu olarak da polisler ve ırkçılar tarafından dövüldüler ve bazen de  öldürüldüler. Yurttaşlık Hakları Hareketi’nde hem kadınlar hem erkekler metanetleri ve gözlerini kırpmadan risk alabildikleri için onurlandırıldılar.

Sonuç olarak Yurttaşlık Hakları Hareketi’nde en önemli nokta, birçok sömürgecilik karşıtı mücadelede olduğu gibi Afro-Amerikan halkları dayanışma ve kolektif eylem doğrultusunda örgütlemek ve motive etmekti. Boyun eğmiş ve pasif insanlara harekete geçme özgüveni veren liderlik yetenekleri bu harekette en iyi sonuçları verdi ve kadınlar özellikle bu tür liderliklerde üstün başarı gösterdiler. Bu tarz militan ve şiddet içermeyen örgütlenme biçimleri kadınların tarihsel yetilerine ihtiyaç duyuyordu: sabır, dikkatli stratejik planlama, iletişim kurabilme, güven ve sebat aşılamak. Bu yetilere dayanmak özcülük değildir. Bu özelliklerin doğuştan geldiğini söylemiyorum Bu durum bakım ve sosyal bağları kurma işini kadınlara veren toplumsal işbölümünün bir sonucudur. Tam tersine, kadınların bu tarihsel yetilerini tanımanın dünyada bu kadar acıya yol açan agresif erilliğin feminist bir eleştirisine dayandığına inanıyorum.


[i] Bu yazı Ekim 2015 tarihinde   Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi ve BÜKAK’ ın düzenlediği “Sömürge Karşıtı Mücadeleler Bağlamında Feminizm” başlıklı etkinlikte Linda Gordon’ın yaptığı konuşmanın revize edilmiş hâlinin çevirisidir. Yazıdaki vurgular orijinal metne aittir.

[ii] Linda Gordon, Feminism Unfinished, New York: Liveright Publishing Corporation, 2014.

[iii] ç.n.: Wajin kelimesi Japonya’daki hâkim etnik grup için kullanılır.

[iv] ç.n.: Aynular veya Ainular Japonya‘nın kuzeyinde yer alan Hokkaido Adası, Kuril Adaları ve Sakalin‘in yerlisi olan, beyaz ırktan etnik bir topluluktur.

[v] ç.n.: Türkçesi, Siyahların Hayatı Önemlidir.

[vi] ç.n.: Türkçesi, Kadınların İsmini Söyle.

[vii] ç.n.: Kuzey-Güney ayrımı sosyoekonomik ve politik bir ayrım. Küresel Kuzey; ABD, Kanada, Batı Avrupa ülkeleri gibi ülkeleri ve Doğu Asya’nın “gelişmiş” bölgelerini kapsarken, Küresel Güney; Afrika, Latin Amerika ve gelişmekte olan Asya ve Ortadoğu ülkelerini kapsamaktadır.

[viii] Filistinli kadınların mücadelesi tabii ki Kürtlerin mücadelesiyle aynı değil ama aralarında belirli benzerlikler var. Filistinlilerin halihazırda kurulmuş ve tanınmış bir devleti yok; geniş bir diasporası var. Dahası birçok Filistinlinin yaşadığı Arap ülkeleri, Filistinlilerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerini hiçbir şekilde desteklemiyor. Filistinliler hem Hıristiyanlardan hem de Müslümanlardan oluşuyor. Tarihine baktığımızda diğer Müslüman ülkelere göre Filistinlilerin yüksek bir okuryazarlık oranına ve Filistinli kadınların nispeten daha fazla özgürlüğe sahip olduğu görülür. Kürt ulusal mücadelesi de kadınları güçlendirdi ve cesaretlendirdi. Ve bildiğim kadarıyla yukarıda sıraladığım faktörler Kürt halkı için de geçerli.

[ix]Eileen Kuttab, “Palestinian Women’s Organizations Global Cooption and Local Contradiction”, Cultural Dynamics, 2008, s. 103.

[x] Eileen Kuttab, “Palestinian Women’s Organizations Global Cooption and Local Contradiction” Cultural Dynamics, 2008, s. 105.

[xi]Hammami Rema, “Palestinian NGOs since Oslo: from NGO politics to social movements?”, Middle East Report, 2000, s. 16.

[xii] A.g.e., s. 107.

[xiii]Hammami Rema, “Palestinian NGOs since Oslo: from NGO politics to social movements?”, Middle East Report, 2000, s. 18.

[xiv] Penny Johnson ve Eileen Kuttab, “Where Have All the Women (and Men) Gone: Reflections on Gender and the Second Palestinian Intifada,” Feminist Review, 2001, s. 26.

[xv] Rema Hammami, “NGOs: The Professionalization of Politics,” Race & Class 37, 1995, s. 55.

[xvi] Johnson ve Kuttab, Penny Johnson ve Eileen Kuttab, “Where Have All the Women (and Men) Gone: Reflections on Gender and the Second Palestinian Intifada,” Feminist Review, 2001, s. 21-43.

[xvii] Zakariyya Muhamed, “The boy, the symbol, the tank”, News from Within, s. 8-9.

[xviii] Amira Hass“For Israel, it seems Goliath was the victim”, Ha’aretz, 2015.

[xix] İsrail ordusundan ve Irak ve Afganistan’daki Amerikan gardiyanlarından gördüğümüz gibi ordudaki kadınları bu agresif dürtülerden muaf varsaymamalıyız. Öyle görünüyor ki savaş ve militarizmin kendisi bu dürtüleri yükseltiyor.

[xx] Kara Panter Partisi veya Kara Panter Öz Savunma Partisi Amerika Birleşik Devletleri’nde Yurttaşlık Hakları Hareketi’nin sürdüğü yıllarda siyahların haklarını savunan bir partidir.