Kadınlar Militarizm ve Kadına Yönelik Şiddeti Tartıştı

Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu ve Feminist Kadın Çevresi tarafından düzenlenen Militarizm ve Kadına Yönelik Şiddet Konferansı 13 Mart 2010 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’de yapıldı. Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlediği Kadın Şenliği kapsamında gerçekleştirilen konferans boyunca Türkiye’de militarizm güdümündeki şiddet ortamının ve özellikle devlet kaynaklı cinsel şiddetin kadınların hayatı üzerindeki tahrip edici etkileri tartışıldı, militarist şiddetle mücadele yöntemleri ele alındı ve bu mücadelede ulusal ve uluslar arası hukukun açtığı olanaklar ve sınırları tartışıldı. Konferansın açılış konuşmasını Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nda çalışan insan hakları aktivisti Av. Eren Keskin yaptı. Keskin bu konferansı düzenlemeye çalıştıkları süreçte karşılaştıkları zorlukları anlatarak söze başladı. Konferans için bütçe talebinde bulundukları çeşitli kurum ve kuruluşların desteklerini etkinliğin içeriğinin “yumuşatılması” koşuluna bağladıklarını anlattı, ve konferansın masraflarının Viyana’da 15 Ocak 2010 tarihinde gerçekleştirilen Kadınlar Şiddete Karşı Şarkı Söylüyor adlı konserden elde edilen gelirle karşılanabildiğini belirtti. Bu konserin görüntülerinden oluşan sinevizyon gösterisinden sonra oturumlara geçildi.

1.Oturum: Kadına Yönelik Militer Şiddet ve Mücadele Yöntemleri

Raportör: Seda Saluk

Moderatör:Av. Eren Keskin (Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu)

Konuşmacılar: A. Arzu Torun, Demet Demir, Sebahat Tuncel (BDP İstanbul Milletvekili), Sultan Seçik

Av. Eren Keskin

Kadına Yönelik Militer Şiddet ve Mücadele Yöntemleri başlıklı ilk oturumda Av. Eren Keskin konuşmasına cinsel taciz ve tecavüzün Türkiye’de sistematik bir savaş politikası olarak uygulandığını anlatarak başladı. Cezaevinde kalan pek çok kadının cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldığını ancak toplumdaki namus algıları nedeniyle cinsel şiddete uğrayan kadınların kendi aralarında dahi konuşulamayan, anlatılamayan bir işkence biçimi olarak kaldığını belirtti. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu olarak 1997 yılından itibaren bu alanda hukuki mücadele yürüttüklerini aktardı. Konuşmasının devamında Türkiye’de cinsel taciz ve tecavüz suçları ile ilgili olan hukuki düzenlemeleri özetledi. 2005’teki Türk Ceza Kanunu (TCK) reformundan önce yazılı hukukta cinsel tacizin suç olarak düzenlenmediğini, tecavüzün çok kısıtlı bir biçimde “erkek cinsel organının kadın cinsel organına duhulü” olarak tanımlandığını ve bekaret kontrolünün bir cezalandırma yöntemi olarak kullanıldığını aktardı. Ancak kadınların örgütlü mücadelesi sonucunda 2005 yılında TCK’da önemli değişiklikler olduğunu, örneğin cinsel tacizin suç kapsamına alındığını, tecavüzün tanımının genişletildiğini, bekaret kontrolünün sınırlarının belirlendiği ekledi. Ancak devlet anlayışının hala değişmemiş olması nedeniyle cinsel işkencenin belgelenmesinde hala sorunlar yaşandığını; işkencenin belgelenmesinde, sadece resmi bilirkişilik kurumunun geçerli olduğunu, yani tüm raporların, Adli Tıp tarafından onaylanması gerektiğini belirtti. Oysaki Adli Tıp’ın bir devlet kuruluşu olarak devletin bir başka biriminin uyguladığı işkenceyi belgelemediğini, şimdiye kadar bu suçtan yargılanmış tek bir devlet memurunun olmamasının cinsel şiddetin bir devlet politikası şeklinde uygulandığının açık bir göstergesi olduğunu söyledi.

Keskin Türkiye Cumhuriyeti’nin 1915 soykırımında, Dersim Katliamı’nda, Kürdistan’da ve cezaevlerinde kadınlara yönelik işlediği suçlar nedeniyle savaş suçlusu olarak yargılanması gerektiğini; kadınlara uygulanan taciz ve tecavüz suçlarının yargılanması ve cezasız kalmaması gerektiğini vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.

Arzu Torun

Arzu Torun ise konuşmasında militarizmin ordu ve askeri güce dayanan bir dikta biçimi olduğunu, bu dikta biçiminin kadınlara taciz ve tecavüz olarak yansıdığını söyledi.  Orduda askerlere verilen eğitim sırasında vatanın namus ve kadın bedeniyle özdeşleştirilmesi sonucu bu anlayışın sistematik bir hale dönüştüğünün altını çizen Torun, işgal edilen bir ülkede aynı anda kadın bedenin de talan edildiğini ifade etti. Konuşmasına dünyadan çeşitli örnekler vererek devam eden Torun, işgal edilen topraklarda öncelikle genel ev ya da fuhuş merkezleri kurulmasını militarizmin kadına sadece cinsel bir obje olarak baktığını doğruladığını söyledi. 1990’ların başında Bosna’daki etnik temizlik kampanyasında yirmi binden fazla Müslüman kadının, Somali’de 1991–1992 yıllarında 300.000 kadının, Japon ordusunun Kore işgali sırasında 300.000 kadının, Rwanda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Vietnam’da binlerce kadının cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldığını belirtti. Ortadoğu’da devam eden savaşların kadınlara sadece işkence, tecavüz, intihar, fuhuş, yoksulluk ve ölüm olarak geri döndüğünü aktardı. Kürdistan’da da benzer durumların yaşandığını, basından takip edebildiğimizin çok ötesinde hak ihlalleri olduğunu belirten Torun, açıklanmayan tecavüzlerin bir savaş suçu olarak değerlendirilmesini, tecavüzcülerin açığa çıkartılarak yargılanmasını için mücadele etmemiz gerektiğini belirtti. Yaşananların mağdurların değil yaşatanların utancı olduğunu vurgulayan Torun, sesimizi yükselterek cinsel taciz ve tecavüz faillerini sanık sandalyesine oturttuğumuz zaman pek çok şeyin daha farklı olacağını vurgulayarak konuşmasını bitirdi.

Demet Demir

İlk oturumun üçüncü konuşmacısı olan Demet Demir, konuşmasındatravesti ve transseksüel kadınların yaşadığı militarist şiddete ve bu şiddetin nedenlerine değindi. Travesti ve transseksüellerin 12 Eylül’den bu yana karşılaştıkları şiddetin aynı anda militarizm, milliyetçilik ve heteroseksizmden beslendiğini vurguladı. Polis şiddetin gündelik yaşamlarını çekilmez kıldığını vurgulayan Demir, son bir ayda beş arkadaşlarının öldürüldüğünü sözlerine ekledi. Son yıllarda travesti ve transseksüellere yönelik nefret cinayetlerinin artmasının Türkiye’de yükselen milliyetçilikle ve bu milliyetçiliğin norm olanı beyaz, Türk, erkek ve heteroseksüel olarak kabul etmesiyle bağlantılı olduğunu belirtti.

Sultan Seçik

Demet Demir’in ardından konuşan Sultan Seçik, konuşmasında gündelik hayatın militarizasyonuna değindi. Militer şiddetin en tehlikeli yanının onu normalleştirmek ve bu şiddete alışmak olduğunu vurgulayan Seçik, bu şekilde gündelik hayatın yönetildiğini belirtti. Gündelik hayatta militarizmin tehditleriyle her karşı karşıya gelindiğinde susmamak ve isyan etmenin önemine vurgu yapan Seçik, cinsel taciz ve tecavüzle ancak ses çıkararak mücadele edilebileceğini belirtti.

Sebahat Tuncel

Oturumun son konuşmacısı olan Sebahat Tuncel Türkiye’de gerçek anlamda demokratikleşme, barış ve hakikatleri araştırma sürecine girilecekse öncelikle 1990’larda devlet politikası olarak uygulanan cinsel şiddetle hesaplaşmak gerektiğini söyledi. Konuşmasında Barış İçin Kadın Girişimi’nin Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasına yönelik çalışmalarına değinen Tuncel, komisyonda öncelikle kadınlara yönelik uygulanan savaş suçlarının açığa çıkartılacağını vurguladı. Cinsel şiddetin bir devlet politikası olarak hala cezaevlerinde devam ettirildiğini ve bu politikaların en önemli hedeflerinden birinin kadınların siyasal mücadeleye katılımlarını engellemek olduğunu söyleyen Tuncel, Bitlis Cezaevi’nde siyasi tutuklulara yönelik yapılan hak ihlalleri konusunda meclise soru önergesi verdiklerini ve mecliste gündeme geldikten sonra Bitlis Cezaevi’ndeki uygulamaların değiştiğini anlattı. “Eşitlik ve özgürlük hepimizin ortak meselesi olmalı. Bir daha bunların yaşanmaması için birlikte mücadele vermemiz gerekiyor” diyen Tuncel, kadın mücadelesini Türkiye’deki demokrasi mücadelesinden ya da sosyalist mücadeleden ayırmadığını ekledi ve farklı coğrafyalardan kadınları ortak mücadeleye davet ederek konuşmasını tamamladı.

2. oturum: Kadına Yönelik Militer Şiddet Bağlamında Yerel ve Uluslararası Hukuk

Raportör: Songül Tuncalı

Moderatör: Zeynep Kutluata (Feminist Kadın Çevresi)

Konuşmacılar: Av. Jutta Hermans (Almanya Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği Yönetim kurulu Üyesi), Av. Reyhan Yalçındağ Baydemir, Av. Dr. Fatma Karakaş Doğan (Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu)

Av. Jutta Hermans

İlk konuşmacı Jutta Hermans konuşmasına devletlerin cinsel şiddet suçlarının açığa çıkarılmasında muhalefete düşen “tarihi sorumluluk”a vurgu yaparak başladı. Devletlerin, işlediği suçları gönüllü olarak kendiliğinden kabul etmesinin hiçbir zaman mümkün olmayacağını, ancak geniş bir toplumsal muhalefetin zorlamasıyla devletlerin suçlarıyla hesaplaşabileceklerini belirtti ve savaş suçlarının da kadına yönelik şiddet gibi yalnızca bir toplum susuyorsa örtbas edilebileceğini ekledi. Hermans uluslar arası hukukun Hermans, uluslar arası hukukun ciddi ilerlemeler kat etmiş olmasına rağmen hala devletlerin çıkarları tarafından belirlendiğini, örneğin Ruanda ve Yugoslavya Uluslararası Savaş Suçları Mahkemelerinde savcıların failleri yargılatmak istemesine rağmen diplomatik ilişkilerin bozulmaması kaygısıyla devletlerin suçlanan kişilerin mahkemeye götürülmesini engellediklerini hatırlattı. Hermans, uluslar arası hukukun şu an geldiği noktadaki diğer bir sınırının ise devletlere yaptırım uygulamaması olduğunu belirtti. Daimi Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi mahkumiyet kararı veremediğini sadece suçlu bulunan devletlere uyarı yapma yetkisi olduğunu anlattı. Bu tarz uyarılar her ne kadar yaratılan mağduriyetleri kaydetmesi ve suçlu bulunan devletin prestijini düşürerek uluslar arası arenada bu devleti zor durumda bırakması anlamında önemli olsa da Hermans, uluslararası hukukun devletlere suçlarını kabul ettirecek ve mağduriyetleri tazmin edecek olanakları sağlamaktan henüz çok uzak olduğuna işaret etti. Hermans “bir ülkede geçmişte yaşanmış olan devlet kaynaklı savaş suçları gerçekçi bir şekilde ortaya çıkarılıp yargılanmıyorsa o ülke içinde özgürleşme demokratikleşme olamayacağını” düşündüğünü söyledi. Bunun ancak toplumsal muhalefet devletleri zorlarsa mümkün olabileceğini tekrarladı.

Av. Fatma Karakaş Doğan

1997 yılından beri merkezi İstanbul’da bulunan Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu bünyesinde mücadele yürüten Fatma Karakaş Doğan, kadına yönelik cinsel şiddetin engellenmesi yolunda iç hukukta nasıl bir mekanizma yürütüldüğünden çok uluslararası hukuk yollarından bahsetti. Karakaş bu mekanizmalardan bazılarını Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), Uluslararası Af Örgütü ve Human Rights Watch olarak sıraladı. Karakaş, faillerin devlet güçleri olması ve yapılanların bütünlüklü ve bilinçli bir pratiğin parçası olması nedeniyle devletin resmi makamlarına karşı iç hukukta mücadele etmenin zor olduğunu ve çoğu zaman uluslararası kaynaklardan yararlanmak gerektiğinden bahsetti. Bu kurumların yaptırım gücünü AİHM ile örnekleyen Karakaş, AİHM’in dünyada bireysel olarak dava açıp delillerinizi sunduğunuz ve bunları takip edebilen tek mahkeme olduğunu, asıl itibarının da verdiği kararların icrasını denetlemesinden geldiğini belirtti. AİHM ülkeyi mahkûm edince verilen karar üç ay içinde icra edilmezse bunu Avrupa Konseyi’ne bildirdiği takdirde, Türkiye’nin konseyden çıkarılmaya kadar varan yaptırımlarla karşılaşabileceğini, dolayısıyla AİHM kararlarının mağdurlar için çok önemli olduğunu ifade etti. AİHM’e üç nedenle başvurulabildiğini, bunların sanık haklarının ihlali statüsü, gözaltındayken kötü muamele nedeniyle mağdurluk statüsü ve infaz hukuku ilkelerine aykırılık statüsü olduğunu belirten Karakaş, Kürt meselesinin projedeki davaların yüzde doksan-doksan beşini oluşturduğunu ve her üç statüde de pek çok başvurunun olduğunu belirtti. İnfaz hukuku konusunda yani cezaevlerinde meydana gelen mağduriyetleri değerlendirme konusunda AİHM’in yaklaşımını eleştirirken Türkiye’de cezaevlerinde, özellikle siyasi hükümlü ya da tutuklu kadınlara yönelik şiddetin planlı ve sistematik işlendiğine çeşitli örneklerle dikkat çekti.

Bugüne kadar yaptıkları başvurularda, işkence dosyalarında; kötü muamele, işkence, gözaltı süresinin veya tutukluluk süresinin uzunluğu, adil olmayan yargılanma biçimleri gibi ihlaller karşısında çok önemli sonuçlar aldıklarını belirten Fatma Karakaş, bunların Türkiye’nin uluslararası alanda politik sorumluluğuna yol açtığını ve iç hukuk mekanizmalarının Türkiye tarafından düzeltilmesinde motive edici roller oynadığını ifade etti. Karakaş, konuşmasını AİHM’de sonuçlanmış birkaç davadan verdiği örneklerle sürdürdükten sonra bu kazanımların en önemli yanının mağduriyete uğrayan kadınları cesaretlendirmesi olduğunu belirterek bitirdi.

Av. Reyhan Yalçındağ Baydemir

Reyhan Yalçındağ Baydemir konuşmasına gerek kadının özgürlük mücadelesinde gerek toplumun özgürlük ve haklar mücadelesinde yaşamını bedel olarak ödeyen, namus adı altında cinayetlerde katledilen kadınları saygı ve sevgiyle anarak başladı. On dört yıldır aktif olarak yer aldığı hukuk mücadelesinde taciz tecavüzden yoksullaştırmaya, yerinden edilmekten yok sayılmaya kadar pek çok şiddet biçimine maruz kalmış kadınlarla çalıştığını belirten Yalçındağ, kadınların pek çok kazanımının haklar mücadelesi sayesinde mümkün olduğunu belirtti. Ancak bugün BM raporlarına göre Türkiye’nin cinsiyet eşitliği sıralamasında 129 ülke içersinde hala 123. sırada yer aldığını ve dolayısıyla bizi uzun mücadelelerin beklediğini ifade etti. Türk mevzuatında cinsel şiddetle ilgili düzenlemelere değinirken son yıllardaki iyileştirme politikalarına rağmen satır aralarına yerleşmiş ayrımcı maddelere vurgu yaptı. Örneğin cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar başlığında düzenlenen 102. maddenin 5. fıkrasına göre “cinsel saldırı suçunun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması hâlinde” on yıldan az olmamak üzere hapis cezası öngörüldüğünü,  oysaki cinsel saldırı sonucu mağdurun beden ve ruh sağlığının bozulmadığı bir durumun zaten mümkün olmadığını söyledi ve yasanın anlamsızlığına dikkat çekti.

Adli yargının erkek egemen zihniyetle işlediğini, bunun sonucunda ev içi şiddetin ve kadın cinayetlerinin cezasız kaldığını ve hatta teşvik edildiğini dile getiren Yalçındağ, ayrıca tecavüz durumunda belgeleme, delil toplama, kayıt dışı gözaltı mekânlarında maruz kaldığı işkenceyi ispatlama yükümlülüğünün mağdura getirilmesini eleştirdi. Reyhan Yalçındağ, kadınların ısrarlı mücadelesinin AİHM davalarında, gözaltında kayıplar, cinsel şiddet suçları ve köy yakmalar konusundaki kazanımlarda çok büyük payı olduğuna vurgu yaptı ve sözlerini doğru bir gelecek inşa edebilmek için geçmişle yüzleşmenin çok önemli olduğunu, susmamak, anlatmak ve çoğalmak gerektiğini söyleyerek bitirdi.

Konuşmacıların konuşmalarını tamamlamasından sonra söz alan Barış Anneleri gözaltı ve cezaevi süreçlerinde hem kendilerinin hem çocuklarının yaşadığı cinsel şiddete dair örnekler vererek konuşmalarda geçen hukuki zafiyetleri somutlaştırdılar. Ancak yılmadan mücadele ettiklerini, Avrupa’da açtıkları pek çok davada lehte sonuçlar aldıklarını sözlerine ekleyerek, panelistlerin konuşmalarındaki “iç hukuk yollarını demokratikleştirmek ve hak aramak adına uluslararası hukuk mekanizmalarını devreye sokma” vurgusunu pekiştirdiler. Mücadelelerinin çetinliğini, yürek burkan hikâyeleriyle acılarının derinliğini bir kez daha ifade eden anneler barışa olan inançlarını dile getirdiğinde, salonda bulunan dinleyicilerin, kıyas kabul etmez yıkımlara rağmen barış ve demokrasi umudunu böylesine güçlü haykıran annelerin inancıyla tazelendiği yüzlerinden okunuyordu.

3. Oturum: Kadına Yönelik Militer Şiddetin Belgelenmesi ve Şiddete Karşı Geliştirilecek Politikalar

Raportör: Şebnem Keniş

Moderatör: Ayşan Sönmez (Feminist Kadın Çevresi)

Katılımcılar: Doç. Dr. Ufuk Sezgin (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi), Yar. Doç. Dr. Nazan Üstündağ (Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi), Yıldız Ramazanoğlu (Gazeteci-Yazar)

Doç. Dr. Ufuk Sezgin

Konferansın son oturumunda ilk olarak söz alan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ufuk Sezgin cinsel şiddetin yarattığı psiko-sosyal travmanın değerlendirilme yöntemleri ve belgelenmesi sürecine ilişkin bilgiler verdi. Cinsel taciz/tecavüz iddialarının psikiyatrik değerlendirmesine kişi ile ilk kontakt kurdukları andan itibaren başladıklarını, kişinin görüşme sırasında nasıl davrandığını, travmatik olayı nasıl ifade ettiği, olayı ifade ederken nasıl bir duygulanım içine girdiğini, sorulara verdiği tepkileri incelediklerini belirtti ve tüm bunların kişinin ruhsal değerlendirmesi açısından önemli ipuçları verdiğini ekledi. Cinsel tacizi psikolojik verilerle kanıtlamanın dünyada gelişmekte olan bir uzmanlık alanı olduğunu belirtti. Türkiye’de İstanbul Protokolü çerçevesinde 2009 yılında 4000 hukukçu ve doktorun işkencenin belgelenmesi, tanısı ve tedavisi üzerine eğitimden geçtiğini ve bunun oldukça olumlu bir gelişme olduğunu söyledi.

Sezgin gözaltında cinsel taciz ve tecavüz vakalarının psikolojik incelenmesi sürecinde hekimlerin karşılaştıkları zorluklar ve engellemelere de değindi. Gözaltında cinsel taciz ve tecavüz iddialarının doğruluğunu kanıtlayan raporları nedeniyle hakkında soruşturma açıldığını, imzasının yanlış olduğuna dair iddialarla karşılaştığını, bir asker tarafından taciz edildiğini dolayısıyla cinsel taciz ve tecavüz vakalarının psikolojik olarak belgelenmesi sürecinin hekimler açısından da ciddi bir mücadele gerektirdiğini söyledi.

Yard. Doç. Dr. Nazan Üstündağ:

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Nazan Üstündağ kadınların militarizm ve yaşanan savaş sebebiyle yaşadıkları şiddetin toplumsal boyutları üzerinde durdu. Belgeleme alanında iki temel sorunla karşılaşıldığını belirtti: ilk olarak, Türkiye’de geleneksel anlamda, uluslararası ve ulusal hukukta belgeleme yapmanın bile bir mücadele gerektirdiğini söyledi; ikinci olarak ise, bazı toplumsal bilgilerin ve yaraların zaten geleneksel olarak belgelenemez ve dillendirilemez oluşuna işaret etti. Geleneksel anlamda, uluslararası ve ulusal hukukta belgeleme yapmanın bizim yaşadığımız, etrafımızdakilerin yaşadığı deneyimlerin başkaları tarafından anlaşılabilir hale getirilmesi açısından oldukça önemli olduğunu söyledi. Bilgilerin toplanmasının ve belgelenmesinin bu bilgilerin toplumsallaşması, yaşanan mağduriyetlerin anlaşılır kılınması ve toplumsal olarak kabul görmesi açısından elzem oluşuna dikkat çekti. Türkiye’de militer şiddetin belgelenmesinin çok ciddi bir iktidar ve mücadele alanı olduğunu, öyle ki devlete karşı bilgi üretmeye karşılaşıldığında tehdit ve tacizlerle karşılaşıldığını belirtti.

Üstündağ konuşmasını geleneksel belgelemenin sınırlarını tartışarak sürdürdü. Yaşananları başkaları tarafından anlaşılır kılma sürecinin belgeleme dilinde standartlaşma ve merkezileşme gerektirdiğini, yaşanan acıların sayısallaştırılmak zorunda kaldığını söyledi. Dolayısıyla geleneksel belgelemenin yaşanan acıları ve deneyimleri standartlaştırdığı ve sayısal çokluklara döktüğü oranda yaşananların toplumsal boyutlarını görünmez kıldığını vurguladı. Bazı toplumsal zedelenmelerin belgelenebilir ve sayısallaştırılabilir olmadığını, örneğin militer şiddeti yaşayan kadınların bedenlerinin kendisinin tarih belgeleri haline geldiğini, bunu görmenin bize farklı mücadele alanları açtığını, buralardan yürütülecek mücadelelerin bireyi ve cemaati güçlendirebilecek kazanımlar yaratabileceğini söyleyerek sözlerini tamamladı.

Yıldız Ramazanoğlu:

Oturumun son konuşmacısı olan gazeteci-yazar Yıldız Ramazanoğlu kadın hareketleri içindeki bazı emperyalist feminist söylemlerin elitist ve tepeden bir anlayışla farklı kadınlıkları dışladığını, “doğunun kadınları”nı değersizleştirdiğini ve onlar üzerinden statü elde etmeye çalıştığını söyledi.

Bu emperyalist feminist söylemi benimseyen Uluslararası bazı kadın hareketlerinin Afganistan, Irak ve Filistin’deki işgalleri desteklediklerini ve kadınların bu işgaller nedeniyle neler yaşadıklarını görmezden geldiklerini belirtti.