80’li Yıllar Kadın Hareketi

Mine Koçak

Türkiye’de kadın hareketinin ortaya çıkışı 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ertesine denk gelmiştir. Hareket, ‘80 öncesinde sol çevrelerde bulunmuş, entelektüel kadınlar tarafından başlatılmıştır. Hareketi başlatan kadınların ortak noktaları TÜMAS (Tüm Asistanlar Sendikası) geçmişidir. ‘80 sonrasında, sol hareketin katı hiyerarşik yapısını ve bu yapı içindeki kadınların konumunu eleştirmişler, bağımsız bir kadın hareketinin oluşması gerektiğini savunmuşlar ve feminist örgütlenme modelinin kurulması ve bu örgütlenmenin sol örgütlenmeden tamamen farklı, anti-hiyerarşik olması gerektiğini söyleyerek ortaya çıkmışlardır. 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde sol hareket tamamen dağıtılmış/dağılmış durumda iken ve hiçbir harekete göz açtırılmayan bir baskı dönemi yaşanırken feminizmin yeşermeye başlaması, üstelik sol hareketi eleştirerek ortaya çıkması, sol çevrelerin feminizme “Eylülist hareket” suçlaması getirmesine yol açmıştır.

Feminist hareket, Yazko’nun 1981’de Şirin Tekeli’ye kadın sorunu üzerine yazma teklifi getirmesiyle başlar. Şirin Tekeli bu teklifi değerlendirir, TÜMAS’tan tanıdığı ve kadın sorununa duyarlı olduklarını bildiği diğer arkadaşlarını da (Gülnur Savran, Stella Ovadia) bu işe katarak, kadın sorunu üzerine tartışan ve yazan bir grubun ortaya çıkmasını sağlar. Yazko’da kadın yazıları Mayıs 1981’de başlar.

Yazko deneyimi sırasında kadın sorunu ve feminizm üzerine bir şeyler yapabildiklerini gören kadınlar Nisan 1982’de bir Kadın Sorunları Sempozyumu düzenlerler. Sempozyum polis gözetimi altında da olsa gerçekleştirilir.

Yazko ile çıkan bir anlaşmazlık sonucu kadınlar Yazko’yu bırakır, hemen ardından, 1983 başlarında Somut Dergisi’nde bir kadın sayfası çıkarmaya başlarlar. Kadın sorunu ve feminizm üzerine teorik ve politik tartışma dergiler aracılığıyla sürerken, bir kadın hareketinin nüveleri de ortaya çıkar. Yazko’dan Somut’a varan bu süreçte kadınlar bir yandan da Batı’daki feminist hareketin teori ve pratiklerini tanımaya çalışmış ve onun örgütlenme biçimlerine yönelmişlerdir. 1983 yılında artık bir “küçük grup” oluşmuştur. Bu grup, kendi içinde “bilinç yükseltme” tekniğine başvurmakta, yaşadıkları deneyimlerin benzer olduğu sonucuna ve “özel olan politiktir” sloganına varmaktadır. Aynı zamanda da, ileride büyüyecek olan feminist hareketin en büyük dayanaklarını da kurmaya başlamışlardır: Hiyerarşik olmayan, küçük gruplar halinde örgütlenme ve küçük gruplarda bilinç yükseltme toplantıları yapılması. Öyle ki, sempozyumun hemen sonrasında kendilerine katılmak isteyen kadınlara, küçük gruplar kurmalarını önermişler, ortak bir eylemlilik içine girmeye yanaşmamışlardır.

’83 başlarında Somut’ta kadın sayfası çıkarmaya başlayan kadınlar, Mart 84’te artık bunun yetersiz olduğunu, feminizmi kendi oluşturacakları yapılar aracılığıyla tartışmanın zamanı geldiğini düşünerek Kadın Çevresi’ni kurarlar. Kadın Çevresi, harekete aynı yönde devam eder: Kadın sorunlarını deşifre etmek ve feminizmi tanımak/tanıtmak. Bu amaçla 1985’de Kadın Çevresi’ne bağlı bir Kitap Kulübü kurulur. Feminist kuram üzerine kitapların Türkçe’ye çevrildiği bu dönem, Batı’daki feminizmin daha iyi tanındığı ve feminist kuramların tamamen özümsendiği bir dönemdir. Türkiye’de de artık ne diyeceğini, ne isteyeceğini bilen bir “feminizm” vardır. Bu dönemde Kitap Kulübü’nde basılan kitapların tamamı çeviridir; tamamı entelektüel kadınlardan oluşan bir gruptan yazı yazan çıkmamıştır. Bunun yanında çevrilen kitaplar sorgulayıcı bir bakış açısıyla okunmamış, deyim yerindeyse kelimesi kelimesine ezberlenmiş ve Türkiyeli kadınların durumu ve kadın örgütlenmesi de bu esaslara oturtulmuştur. Türkiye’de feministler feminizmi öğrenmek adına yola çıkmış ve Batı feminizmine öykünmüşlerdir. [1]

1985’le birlikte Türkiye’de feminizmin nasıl yapılacağı, ilkeleri, vurgu noktaları tamamen ortaya çıkmıştır. Çeviri ve kitaplarla feminist kuram üzerine bir çalışma yapılırken, 1986 yılında artık kadınlar olarak harekete geçme -kampanyalar- dönemi gelmiştir. Türkiye’nin de imzaladığı Uluslararası Ayrımcılığa Karşı Sözleşme’ye uyulmasını isteyen kadınlar bir imza kampanyası başlatmışlar ve sonuç 4000 imzalı Kadınlar Dilekçesi olmuştur. Bu kampanyanın bir ürünü olarak Haziran 1987’de Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği kurulur. 12 Eylül’ün izlerinin hala silinmediği bir dönemde kampanyaya bu kadar çok ilgi olması, feminist hareketin ulaşabileceği kitleselliği göstermesi bakımından ilginçtir.

Kadınlar Dilekçesi’nin de verdiği güvenle kadın hareketi art arda kampanyalarla 12 Eylül sonrasının ilk kitlesel eylemlerini gerçekleştirmeye başlar. Feminist politikadaki eksik nokta böylece giderilir: Anti-hiyerarşik yapılar, bilinç yükseltmenin yapılabileceği küçük gruplarda örgütlenme ve nihayet kampanyalar aracılığıyla kitlesel eylemler yapma.

Bu dönemde feministler, aralarındaki ayrımlardan bahsetmeye başlarlar. Batı’daki gibi sosyalist feminizmi ya da radikal feminizmi benimsediklerini, bu anlamda birbirlerinden farklılıklar içerdiklerini söylerler. Fakat, bir yandan da yeni yeni oluşmakta olduklarını, bu nedenle ayrımlarına karşın birlikte hareket ettiklerini ifade ederler.

Kadınlar Dilekçesi’nin ardından, 1986’da Dayağa Karşı Yürüyüş gerçekleştirilir ve bu yürüyüş sonrasında Dayağa Karşı Kampanya başlatılır. Bu kampanyanın somut bir hedefi de vardır: Bir kadın sığınağı açmak. Kampanya gerçekten de somut kazanımlara ulaşır. 1988’de kampanya sırasında dinlenen kadınların deneyimlerinin yer aldığı bir kitap basılır: “Bağır Herkes Duysun”. Kampanyanın sonuç verici olduğunu göstermesi bakımından önemli olan bu kitap, bilinç yükseltme tekniğinin birçok kadında uygulanmış halini andırır.

’87 Martı’na gelindiğinde, feminist hareketin ilk dergisi çıkar: Feminist Dergisi daha çok kendilerine radikal feminist diyen kadınlar tarafından çıkarılıyor olsa da, bu kadınlar hareket içinde diğerleriyle ortak davranmaya devam etmektedirler. Mayıs 1988’de Sosyalist Feminist Kaktüs Dergisi çıkmaya başlar. Bu dönem, gruplar arası ayrımların yavaş yavaş ortaya çıktığı bir dönem olur. Fakat pratikte hala ortak davranılmaktadır. Aslında bu ayrım pratikte hiçbir zaman yaşanmamıştır. [2]

Aksine, bu ‘88-‘89 dönemi feminist hareketin kampanyalar aracığıyla deyim yerindeyse “zirve”yi yaşadığı dönemdir. Kampanyalara katılan kadınların bir araya gelebilecekleri bir mekan ihtiyacı doğrultusunda Şubat 1988’de Kadın Kültürevi kurulur.

Bu arada, Mayıs 1989’da İHD’nin düzenlediği Kadın Kurultayı’nda feministler sol kesimden kadınlarla ilk karşılaşmalarını yaşarlar. Feministler ve solcu kadınların “birlikte davranamayacağının” ortaya çıktığı bu kurultay kavgalarla geçer ve feministler kurultayı terk ederler. Sol kesimin genel olarak feminizmi “bir burjuva ideolojisi” olarak görmesi ve Türkiye’deki feminist pratiğin devlet tarafından 12 Eylül’ün baskıcı ortamını kamufle etmek için ön plana çıkarıldığı bakışı birlikte hareket etmenin önünde ciddi bir engel olmuştur.

1988-1989 dönemi Türkiye’de II. Dalga Feminist Hareket’in zirveye ulaştığı dönemdir. Başarılı geçen Dayağa Karşı Kampanya henüz hafızalarda çok taze iken Kasım-Aralık 1989’da Cinsel Tacize Hayır – Mor İğne Kampanyası başlar. Kampanyalar aracılığıyla kadın hareketi kitleselliğe ulaşmış, feministlerin ortaya attığı her gündeme kadınlar tarafından sahip çıkılır olmuştur. Kadın hareketi çok önemli bir mevzi olmak üzeredir.

1990 yılına gelindiğinde ise manzara değişir. Görünüşte hala canlı bir feminist hareket vardır. Bir yandan 438’e Hayır [3], 159’a Hayır [4], Cemil Çiçek’in “flört fahişeliktir” sözü üzerine düzenlenen imza kampanyası gibi çeşitli kampanyalar sürerken, Dayağa Karşı Kampanya’nın hedeflediği sığınağı açmak ve dayağa maruz kalan kadınlara yardım etmek üzere Mor Çatı kurulur. Yine 1990’da Kadın Kütüphanesi kurulur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunu Araştırma ve Uygulama Enstitüsü kurulur. Kadın hareketi bir yandan canlı bir hareketlilik içindeyken, bir yandan da kurumsallaşmaya başlamıştır. 90’lı yılların ilk bakıştaki görüntüsü sadece budur.

Bu arada devlet de kadın hareketine el atmış, hareketi mas etmeye ve kontrolü altına almaya çalışmaktadır. Bir yandan devletin içindeki muhafazakar kanat, feminizme sırtını dönmüş bir şekilde “Milli Aile” teorilerine girişip tepki çekerken, liberal-laik kanat ise kadın sorunları uyarınca yeni örgütlenmelere gitmeye başlar. 1990’da Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı kurulur. Eylül 1990’da Bakırköy ve Şişli Belediyeleri birer sığınak açarlar. Kadın Bakanlığı feministleri Bakanlık çatısında ortak hareket etmeye çağırır.

Fakat asıl sorunu yaratan devletin çabaları değildir. Feministler devletin attığı adımlara karşı mesafelerini korumuşlar, fakat ‘80 sonu ve ’90 başlarında güçlenmeye başlayan başka bir faktörün hareketteki etkilerini görememişlerdir. Bu güçlü ve gizli düşman “medya”dır.

90’lı yılların başından itibaren canlı kampanyaların var olduğu ve kadın hareketinin güçlü bir durumda olduğu yanılsamasını yaratan gerçekte medyadır. 1990 yılı kampanyalarına bir göz atmak bu gerçeği kolaylıkla ortaya koyar. Örneğin 438’e Hayır Kampanyası, kesinlikle kendi gücüyle sonuç almaktan uzaktır. Hareket oldukça dağınık ve güçsüzdür. Feministlerin bu kampanya için yaptığı işler, “basın”a demeç vermek ve Zürafa Sokak’da yapılan bir “basın” açıklamasıdır. Zürafa Sokak eylemi de hareketin aslında ne kadar dağılmaya yüz tutmuş olduğunu gösterir. [5] Fakat, medyadan takip eden kadınlar için 438’e Hayır Kampanyası ciddi bir baskı grubu olabilen kadın hareketinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir niteliktedir. Medya, eylemleri süsleyip püsleyip piyasaya sürmektedir.

Kampanyalara benzer bir şekilde kadın kurumları da kötü durumdadır. Mor Çatı, kadınlara yardım edebilecek ve sığınak açılması için çalışabilecek kadınları bir araya getirmek üzere başlattığı Mor Çatı Dostları uygulamasını yarıda bırakmış, çağrıya cevap veren kadınlar da uzaklaşmaya başlamıştır. Kadın hareketi, kampanyalar aracılığıyla ulaştığı kitleselliği “dışlamaya” başlamıştır. Hareket içinde anti-hiyerarşi söylemi bir saplantıya dönüşmüş, iş yapılmasının önünü tıkayan bir hal almış, gönüllü katılıma dayalı çalışma modelini kurulamamış, “gönüllülük” kavramı tam olarak oturtulamamış, bu da yapısızlığın örgütlenmesini doruk noktalara çıkarmıştır. Kurumlarda iş yapılamadığı gibi, eylem organize eden kadınların “canları istemediği” için eyleme gelmemeleri, hareket içinde meşru bir temele dayandırılmıştır. 90’lara gelindiğinde kadın hareketinin, bir hareket olmaktan çıktığını söylemek abartılı olmaz. [6]

Medyanın kadın hareketine ilgisi kampanyalar döneminin başlamasıyla birlikte gelişmiştir. Daha önce kadın hareketinden pek söz etmeyen, ancak aşağılama ve alaya alma şeklinde ve “erkek düşmanlığı” çerçevesinde feminizmi gündeme getiren medya, 1989-1990 döneminde birden kadın hareketini desteklemeye, eylemlere ve feministlerin görüşlerine geniş yer vermeye başlamıştır. Kadın hareketinin aslında durgunluk ve dağılma içine girdiği bir dönemde, medya neden sarsıcı bir kadın hareketi ve gündemi varmış izlenimi uyandırmıştır?

Bu sorunun yanıtı, yükselen Kürt mücadelesidir. Kürt özgürlük mücadelesi 1984’ten itibaren sistem için bir tehdit oluştururken, 90’lara gelindiğinde iyice güçlenmiş ve ülke gündemine Kürt özgürlük mücadelesini ve Kürt sorununu dayatmıştır. İşte kadın hareketi tam bu noktada medyanın imdadına yetişmiştir. Kürtlerin yarattığı baskın gündemi geri plana itmek ve ülke gündemine damgasını vuran başka bir şeyler olduğu izlenimi yaratmak isteyen medya, bu iş için kadın hareketini çok uygun görmüş, kadın hareketini ön plana geçirerek ülkenin yakıcı gündemini gizlemeye çalışmıştır.

Asıl üzücü olan ise, devletin müdahaleleri konusunda net ve uyanık davranabilen feministlerin, medyanın tavrını kendilerine mal etmekte hiçbir sakınca görmemiş olmalarıdır, aslında doğrusu açıkça görülen bir yanılsamayı medyayla el ele verip yaşatmışlardır. Kadın hareketinin medyanın ilgisi karşısında takındığı tutumu gözleri kör eden bir “zafer sarhoşluğu” olarak nitelemek abartılı olmaz.

Bu nedenle, 1989-1990 dönemi kadın hareketinin depolitize olduğu ve sistem karşıtı karakterini yitirdiği yıllardır. Zaten 1990’dan sonra feminizmin sistem içi bir şekilde bile pek de devam etmediğini belirtmek gerekir. 1991 ve sonrasında medya, gündemi çok fazla zorlayan Kürt sorununa yer vermeye başlamıştır. Bu durumda, gündemi perdelemek için ihtiyaç duyduğu kadın hareketini daha fazla taşımasına gerek kalmamıştır. Feministler, hareketin gerçek durumuyla ancak o zaman, medya onlara sırtını döndüğünde yüz yüze kalmışlardır. [7]

1990’dan sonra hiçbir kampanya düzenlenememiş, feminist hareket görünmez olmuştur. Bundan sonra feministler, bir konu üzerine fikirlerine başvurulan “demeç-verir” kadınlar oluvermişlerdir. Hareket, basında yer alan “Şunu tasvip etmiyoruz…. Bu sevindirici bir gelişme…” cinsinden özlü sözlerle “sürmüştür”. 1993’den itibaren ise, bu demeçlerde de bir azalma yaşanmış, feministler tamamen kabuklarına çekilmişlerdir. Bu arada meydan da, sistem içi, laik-Kemalist kadın gruplarına kalmış, hızla örgütlenen bu gruplar kadına verdiği haklar için Cumhuriyet’e teşekkür yağdırmaya başlamışlardır.

Uzun bir sessizlik döneminin ardından, 1994 yılında Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nda düzenlenen “80’li Yıllar Kadın Hareketi Üzerine” başlıklı panelde, Gülnur Savran’ın konuşmasıyla, feministlerin de geçmişlerine özeleştirel bir gözle bakmaya başladıkları ortaya çıkmıştır. Gülnur Savran konuşmasında hiyerarşi saplantısının iş yapmama/yaptırmama haline gelmesinin zararlarından bahsetmiş, işbölümünün gerekliliğini savunmuş, küçük grup örgütlenmelerinin birbirleriyle ilişkilerini sağlamak üzere bir koordinasyon önermiş, asıl sorunun örgütlenme olduğunu beyan etmiştir. Geçen zaman diliminde birçok küçük kadın grubunun oluşmuş olduğu düşünüldüğünde, bu panelin yeniden birşeyler yapmak üzere biraraya gelme çağrısı olduğu söylenebilir. Sonuçta 1995’den itibaren kadın hareketinde yeni bir sayfa açılmıştır.

Bu yazı, 90’lı yıllarda, Feminist Kadın Çevresi bünyesinde faaliyet gösteren 4 kadının (Ayşe Çetiner, Handan Öz, Fahriye Dinçer, Mine Koçak) hazırlamış olduğu seminer çalışmasına dayanmaktadır. Seminer çalışması sırasında, kadın hareketi dört ayrı döneme ayrılarak oldukça detaylı bir şekilde icelenmiştir. Çalışmada kitap ve dergiler, her türlü yazılı materyal, eylem ve toplantı notları ve kişisel deneyimler temel alınmıştır. Fakat, özellikle belirtmek gerekir ki, çalışma süresince, sevgili Duygu Asena tarafından çıkarılan Kadınca dergisi, kadın hareketinin bu yıllarını tanıma anlamında çok fazla veri sağlamıştır. Kendisine, kadın hareketine yapmış olduğu bu katkıdan ötürü gecikmiş bir teşekkürü borç sayıyorum. Ayrıca, belirtmek gerekir ki, bu yazı bugünü (‘95 yılı ve sonrasını) değerlendirme kapsamına almamaktadır. Dolayısıyla, metinde adı geçen ve hala çalışmalarını sürdüren kurumların bugünkü durumlarına dair bir değerlendirme içermemektedir. Bugün çok önemli çalışmalar yürütmekte olan bu kurumları zan altında bırakmak istemem.

(1)
Bu dönem, Batı’da İkinci Dalga Feminist hareketin aşıldığı bir dönemdir. 80’li yıllara gelindiğinde Batı’da feminist hareket 68’lerden itibaren yakaladığı aktivist özelliğini ciddi ölçüde yitirmiştir. Teorik dayanakları da –Siyah feministler başta olmak üzere- bizzat feministler tarafından ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur. Eleştirilerin temelinde ise, feminist söylemin özellikle toplumsal cinsiyet (gender) terimine yüklediği anlam itibariyle tüm kadınların deneyimlerini ortaklaştırdığı; ama bunu yaparken aslında beyaz, orta sınıf kadının deneyimlerini tüm kadınlara dayattığı, dolayısıyla da kadınlar arasındaki ırksal, etnik, sınıfsal vb… farklı deneyimleri görünmez kıldığı söylemi mevcuttur. Türkiye’de feminizmle tanışılan ve İkinci Dalga feminist teorinin tanınmaya ve benimsenmeye başladığı 1980’li yıllar Batı’da özellikle post-modern feminist kuramcıların etkili olduğu, İkinci Dalga söylemin geri dönülmez bir biçimde terk edildiği yıllardır.
(2)
Bu ayrım daha çok, Batı feminizminden devşirilme bir halde kalmış, bireysel tavır farklılıkları yaratmış, ama sosyalist feministler ve radikal feministler kadın hareket içinde ayrışma yaşamamışlardır.
(3)
Fahişeye tecavüzde ceza indirimini esas alan yasa maddesinin kaldırılması için yürütülen kampanya.
(4)
Kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesinin kaldırılması için yürütülen kampanya.
(5)
Eylemi organize eden kadınlar, buluşma yeri olan Kadın Kültürevi’ne buluşma saatinden bir, bir buçuk saat sonra gelmiş, Zürafa Sokak’a gidilmeden önce eylem üzerine sadece beş dakika, o da çıkmadan önce konuşulmuştur. Bundan önceki zaman içinde ise Kadın Kültürevi, daha çok bir kadın kahvesini andıran bir görüntüye bürünmüştür. Üstelik, eylem sırasında da, muhabirlerin çevrelediği bir kadın basın bildirisini okumuş, diğerleri ne olup bittiğini anlayamadan eylem sona ermiştir. Zaten ancak 20 – 30 kadınla gerçekleşen eylem bu denli militanlıktan uzak, eylem olmaktan uzak, ciddiyetten yoksundur.
(6)
Hiyerarşi karşıtlığı feminizmin benimsediği bir yaklaşımdır. Fakat, Türkiye 80’li yıllar feminist hareketinde hiyerarşi karşıtlığı bir saplantıya dönüşmüş, yapısızlığın ve keyfiliğin ortama hakim olmasına yol açmıştır. Yine de, katı hiyerarşik sol yapılar geçmişinden gelen ilk kuşak feministlerin bu yaklaşımı anlaşılabilir. Fakat, 70’li yıllarda sadece çocuk olan ve ‘80 sonları ve ‘90 başlarında feminist harekete katılmış ikinci kuşağın bu eğilimi –belki daha da- katı bir şekilde sürdürmesi, bu yaklaşımın feminizmin doğasına ait bir özellik olarak, bir gelenek olarak devredildiğinin göstergesidir.
(7)
90’lı yıllara gelindiğinde, Kürt hareketi oldukça güçlenmiştir. Ordu bu sorunu şiddet kullanarak çözmek konusunda ısrarlıdır, yaygın medyanın tavrında belirleyici olan da, ordunun sahip olduğu yaklaşımdır. Oysa aynı yıllarda Cumhurbaşkanlığı yapmakta olan Turgut Özal çözüme farklı bir şekilde gitmek istemekte, Kürtçe’yi serbest bırakma hazırlıkları yapmaktadır. Fakat, Özal’ın ölümü bu projenin rafa kalkmasına yol açmıştır. Bu sırada, 1991 yılında çıkarılan anti-terör yasası ile farklı görüşler susturulmaya çalışılmış, toplumda genel bir faşizan hava hakim olmaya başlamış, SHP listesinden Meclis’e girmiş olan HEP milletvekilleri de SHP’den bile baskı görmeye başlamıştır. Aynı yıl, bir katliama dönüştürülen Newroz kutlamalarının ardından gerilim iyice yükselmiş, Kürt hareketinin yükselişi karşısında palazlanmaya başlayan milliyetçilik, MHP’nin güçlenmesine yol açmıştır. Meclisteki partiler (SHP, DYP ve ANAP) ise, bu ağır baskı döneminde inisiyatifi orduya bırakma konusunda tereddüt yaşamamışlardır. 1993 yılında Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, ilginin yükselmekte olan İslami harekete kaymasına yol açmış, devlet ve sol (sosyal demokratlar) elele vermiş, şeriat korkusu ve İslami hareket karşıtı söylem bütün ülkede yaygınlaşmıştır. Bu yıllarda, Kürt sorununun gündemin gerisinde kalması ve her türlü şiddetin mübah olduğu yöntemlerle çözülmeye çalışılmasını meşrulaştırmak için, İslami hareketin yükselişi ve empoze edilen şeriat korkusu –kadın hareketine göre- çok daha etkili ve devletin baskıcı tutumunu meşrulaştırıcı bir potansiyele sahiptir.